Bölümler | Kategoriler | Konular | Üye Girişi | İletişim


Süleyman Hilmi Tunahan'ın bir yazısına cevap verilmiş

Merhaba,

Şu linkte Süleyman Hilmi Tunahan'ın bir yazısına şiddetli fakat ilmi bir dil ile cevap verilmiş. Bu yazıya cevap verebilecek arkadaşların görmesi gereken bir yazı.

apolocya.com /smf/index.php?topic=56.0

Link vermek yasaksa yazıyı yapıştırabilirim.


Vahdet-i Vücûd hakkında 3-5 paragraf yazıyla iktifâ edip, meseleyi tenvîr iddiâsında bulunmak, meselenin cesâmetinden bile bihâber olmak, kendini,, "evliyâyı muhit" bir konuma ve mertebeye yerleştirmek bana çok gülünç geldi...

Aşağıda Süleymân hilmi tunahanın rûhuna veyâ manevî kişiliğine intisâb etmiş kitap yüklü bi eşşeğin yazısı ve hemen altında sayın Tunahanın yazısı var. Biz her iki yazıya da cevap vereceğiz inşAllah.


VAHDET-İ VÜCUD NEDİR ?
Vahdeti vücud bir tasavvuf terimidir ve onun felsefesi Allah'tan başka varlık olmadığına, mevcud olan tek varlığın Allah olduğuna, var gibi gözüken ne varsa Allah'ın parçaları olduğuna inanmaktır. Bu ina-nış tasavvufun amentüsünün ilk şartıdır. Bu felsefe-nin künhüne vakıf olan mutasavvıflar Lâ ilâhe illallah demeyi terk edip la mevcude illallah diyerek bu amentüyü ikrar ederler.
Allah'tan başka mevcud, varlık olmadığına i-nanmayı gerektirecek ne bir ayet, ne bir hadis var-dır. Allah'ın isimlerinden bahsettiği, bütün varlıkları yok saymak, her nasılsa -inançlarına göre- varlık ol-mayan şeylerin yaşadığını ve öldüğünü söylemek, me-leklere iman ettim demek fakat onlar varlık değildir, Allah'ın parçalarıdır diyerek her parçayı ilah say-mak, cennete ve cehenneme iman ettim demek, sonra onların varlık olmadığını, Allah'ın parçaları olduğunu söylemek, önünde secde edilen putun bile Allah'ın bir parçası olduğu bu sebeple zahirde tapılan put olsa da aslında o secdenin Allah'a yapıldığı gibi saçma ve delilsiz zırvaları uyduranların asıl gayesi İslam dinini tahrif etmek ve müntesiplerini yoldan çıkarmaktır. İşte bu inanışa göre bir tasavvuf şeyhi Allah'ın bir parçası olduğu gibi yolda duran taş, ağaçtaki kuş, kovalanan kedi ve kovalayan kufuryok ve o köpeği vuran bir zabıta eri dahi (haşa) onlara göre Allah'ın parça-sıdır ve dolayısıyla onlara Allah demek doğru bir sözdür. İsmi tasavvufçular tarafından veliler listesi-ne alınan müşriklerin "Ben Allah'ım" demeleri ve benzeri sözleri sarfetmeleri bu sapık inanışlarından kaynaklanmaktadır. Bu sapkın söylem ve inanışlar üzerinde tevhid ehli olanlar için te'vil edecek yol aramaya ve hatta düşünmeye bile gerek yoktur. Çün-kü bir Müslüman kabul veya red etmek için Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) in böyle bir şeyi öğretip öğretmediğine bakması yeterlidir. Hiç akletmezler ki durum onların dediği gibi olsa, inanan kimdir, inanılan kim ? Yaratan kimdir, yaratılan kim ? Hüküm koyan kimdir, mükellef kim, mükafat ve ceza veren kimdir, ödüllendirilen veya cezalandırılan kim ? Ateşe koyan kimdir, ateşte yanan kim ?
İşte vahdeti vücut gibi bir zırvayı ortaya atan kafirler İslam ümmetini yüzyıllarca oyalayacak bir işi başarmışlar ve maalesef gözlerinden yaş gelesiye, karınları ağrıyasıya halimize gülmekteler.
Birilerinin aslında küfür olduğunu bildikleri, fa-kat o bunu söylemişse bir hikmeti vardır kabilinden te'vil etmeye çalıştığı, bu cümleler nasıl söylenmişse kastedilen mana odur, çünkü inanç öyledir. Sizin tap-tığınız benim ayağımın altında diyen adam toprağı kastetmiştir, çünkü ona göre çiğnenen, işenen, o top-rak Allah'tır (haşa) . Böyle olunca birinin çıkıp ben Allah'ım demesi onlara göre gayet tabi bir durum-dur, sırf o değil onlara göre kafir biri dahi bu sözü söylese doğru söylemiş olur çünkü o da Allah'tan bir parçadır! Bu cümleleri vecde, aşka gelince, kendinden geçince söylemenin sebebi nedir derseniz, can pazarı bu kolay değil. Müslümanlar bu sözden pek hoşlan-mazlar ve insanın başına kötü şeyler gelebilir. Nite-kim tarih bu müşriklerin nasıl taşkınlık ettiğini ve nasıl öldürüldüklerini zaptetmiştir.

ÜSTAZIMIZIN (Süleyman hilmi tunahanın) VAHDET-İ VÜCUDA KARŞI ETMİŞ OLDUGU NASİHAT

„Aşağıdaki cümleler tam Vahdet-i Vücutçu sözleridir.

• "Bir kimse Hakkı Hak'ta aynı hakla görürse o kimse ariftir."
• "Bir kimse Hakkı hakta aynı hakla görürse o kimse ariftir."
• "Bir kimse Hakkı Hak'ta aynı halkla görürse o kimse acizdir."
• "Bir kimse Hakkı ne hakta ne halkta göremez de ölmesine, sonra ihya olunacağına intizar eder hakkı aynı hakla görürse o kimse gafildir."
• "Bir kimse Hakkı halkta, halkı hakta görür, hukuk-u hakkı ve halkı eda etmekle iştigal eylerse o kimse kâmildir."

Bilinmelidir ki, ben bu cümlelerin manaları ve tasavvufî ifadeleri üzerinde durmayacağım, çünkü hem meşrebime muvafık değil, hem de bu mevzuyla meşgul hakikatte vakti boşa harcamaktır. Yalnız bu sözlerin menşei, zuhur mertebesi ve sebepleri hakkında izahatta bulunacağım. Bu da sizin ve bizim maksadımıza uygun düşecek, meselenin esaslarını tenvire hizmet edecektir.

Büyük muhakkıklar indinde Vahdet-i Vücud, ilmî, menşeî, sebebi ifrat-ı muhabbettir, sekirdir. İsim ve fenâ sıfatında fenâdır. Velayeti, velayet-i kalbiyye ve zılliyyedir. Ona velayet-i suğra da denir. Bu hal bu mertebede zuhur eder. Hakikat-i fenâyı temîn etmez. Cihet-i cezbede fena-yi zılli husule getirir. Tevhidi, tevhid-i efaldir. Fenası, fena-yı efaldir. Tecellisi, tecelli-i efaldir. Bu ahval ve kemâl ve tevhidin sahibi; velayet-i suğra mertebesinden velayet-i kübraya çıkamaz. Tevhid-i sıfat, tecelli-i sıfat ve fena-yı sıfata mazhar olamaz. Vahdet-i Vücud itikadında olanlar üç zümreye ayrılırlar:

1. Birinci Zümre: Ruhunu velayet-i suğraya çıkaranlardır. Bunlar şeriat-ı mutahhareye yapışıkdırlar. Fakat ictihatlarında hakikate isabet edememişlerdir. İsabet etmemelerine sebep muhabbet-i Hak olduğu için hata eden müctehid hükmündedirler. Velayet-i suğra erbabındandırlar. Muhabbette fena ve sekirleri kendilerini mazur kılacaktır. Mevla'nın lutfuna nail olacaklardır.

2. İkinci Zümre: Bu zümre Vahdet-i Vücud, ulum ve maarifi ile çok meşgul olarak meşreb-i tevhid-i vücudiyi kendilerine mal edenlerdir ki, bunların ruhları mertebe-i zılliyete çıkmamış, velayet-i suğraya dahil olmamıştır. Bunlar; ömürlerini laklaka ile geçirip ruhlarını tasfiye, nefislerini tezkiyeden mahrum eylerler. Bu dava ile bu dünyadan "Kel en'am" olarak göçüp giderler.

3. Üçüncü Zümre: Bu zümre ne birinci ne de ikinci zümrenin ahval ve efaliyle muttasıf değildir. Bunlar kendi nefis ve hevâlarına göre tevil ve te'sir ederek işi, Vahdet-i Vücud derecesine çıkarırlar. Bu suretle kendilerini teklifat-ı rabbanî haricine çıkararak ibâhat, ilhâd ve zındıkiyyet derecelerine yuvarlanırlar. Mevla'nın emirlerine yapışıp nehiylerinden kaçınmazlar. Bir taraftan her haltı yaparlar, diğer taraftan (kendilerini) zümre-i havastan ve irfandan gösterirler. Bunlar birer cani, birer katil, birer kutta-i tarîk-i hak ve hidayet yolunun yol kesenidirler. Allah şerlerinden ümmet-i Muhammed'i muhafaza etsin...“

• „Ey İslâm Cemaatı! Biz hayatta olduğumuz halde, Vahdet-i Vücud'a gidilebileceğini mi zannediyorsunuz? Böyle bir zanna kapılmayınız, çünkü biz hayattayız.“

• „Size ta'lim edilen Hak yolundan ayrılmayın. Vahdet-i Vücud ve sair nuru sönmüş tarîklere aslâ rağbet etmeyin."SÜLEYMAN HİLMİ TUNAHAN(K.S)
« Son Düzenleme: 15 Temmuz 2011, 17:49:09 Gönderen: Rûh-u Azâm »
Kayıtlı
Rûh-u Azâm
Yönetim
Kahraman
*****
İleti: 452
Karma +2/-0
Ekberî İrfândan Ötesi Yok
Çevrimiçi Çevrimiçi

Profili Görüntüle Ekberî İrfân ve Vahdet-i Vücûd

Süleymân Hilmi Tunahan'ın bir yazısına Karşı Vahdet-i Vücûd Müdâfası
« Yanıtla #1 : 01 Temmuz 2011, 15:04:27 »
Aşağıdaki cümleler tam Vahdet-i Vücutçu sözleridir.

Mâ'nâ ve mantık sefâletine bakın; aşağıdaki sözler, "Tâmm vahdet-i vücûdçu" sözlermiş. Kime âit olduğu ne anlatılmak istendiğine dâir hiç bilgi verilmeden, "vahdet-i vücûdçu" bu sözlerle vahdet-i vücûd meselesi tenvîr edilecekmiş. Şimdi Ben, kendisine islâmcıyım veyâ tasavvufçuyum veyâ selefîciyim diyen kimliği mechûl birinin sözlerini referans alıp, tasavvufu veyâ İslâmı veyâ selef-i sâlihîn'i eleştirme işine girişsem ve bu noktadan mes'eleyi tenvîr iddiâsında bulunsam bir fikir sefâletine tâ baştan düşmüş olmaz mıyım?

• "Bir kimse Hakkı Hak'ta aynı hakla görürse o kimse ariftir."
• "Bir kimse Hakkı hakta aynı hakla görürse o kimse ariftir."
• "Bir kimse Hakkı Hak'ta aynı halkla görürse o kimse acizdir."
• "Bir kimse Hakkı ne hakta ne halkta göremez de ölmesine, sonra ihya olunacağına intizar eder hakkı aynı hakla görürse o kimse gafildir."
• "Bir kimse Hakkı halkta, halkı hakta görür, hukuk-u hakkı ve halkı eda etmekle iştigal eylerse o kimse kâmildir."

Yukarıdaki birinci cümle ile ikinci cümleye dikkat edin, ne sayın Tunahanın anladığı ne de bu metinleri kopyalayıp yapıştıranın anladığı bu sözlerde, birinci madde ile ikinci madde aynı... Şöyle i'tirâz edilebilir "hayır, üstteki madde "Hakkı Hak'ta" olarak yazılmış, alttaki madde ise "Hakkı hakta" olarak yazılmış. Eğer bu i'tirâz ile hak ile Hakk bilinçli olarak ayrılmış deniyorsa ya'nî hak derken "doğru" Hakk derken ise Allah'ın Zât'ı kastediliyor deniyorsa ki vahdet-i vücûd inkârcılarının böyle incelikleri görmesi imkânsızdır. Biz gördüklerini farzedelim, o zaman bu itiraza cevap olarak deriz ki siz bu ayırımın farkındaysanız, kesmelere ve büyük-küçük harf'e riayetle şöyle yazılması gerekirdi: 1. hakkı Hakk'ta ve 2. Hakk'ı hakta... Ama şöyle yazılmış: Hakkı Hak'ta ve Hakkı hakta

Sayın Tunahan, yukarıda zikrettiği cümlelerle sizce vahdet-i vücûd'u eleştirebilir mi, ancak vahdeti vücudçuyu eleştirebilir değil mi, peki bu sözlerin kime aid olduğunu bile yazmadan ne anlama geldiğini açıklayamadan vahdet-i vücutçuyu bile eleştirebilir mi ya da eleştirmeye hakkı var mı? Peki amaç nedir? Uyutmak...

Bilinmelidir ki, ben bu cümlelerin manaları ve tasavvufî ifadeleri üzerinde durmayacağım, çünkü hem meşrebime muvafık değil, hem de bu mevzuyla meşgul hakikatte vakti boşa harcamaktır.

Bu cümlelerin mâ'nâları üzerinde sayın Tunahan elbette duramaz. Bu cümleleri açıklaması mümkün olmadığı gibi, bu cümleleri doğru olarak anlayıp anlamadığı da belirsizdir. Elbette Bu cümleleri doğru bir şekilde algılaması da mümkün değildir... Eğer belirttiği gibi cümlelerin üzerinde dursa, anlamadığı sözler hakkında daha doğrusu çarpık algıladığı sözler hakkında nasıl bocaladığı açığa çıkardı...

Meşrebime uymuyor diyerek, Vahdet-i Vücûd ehli ârif ve Evliyâullah'tan kendini tenzîh ve teberrî etmesini mutlulukla karşılıyoruz. Allah Ehli kendini kimseden tenzîh ve teberri etmez, ve hiç bir varlığı da inkâr etmez. Lâkin Allah ve Allah ehli inkâr edilen olur ki, böyle bir muamele ile Allah için hüccet-i baliğa sâbit olsun, Allah'ı ve peygamberlerini ve veliyylerini inkâr edenleri, Allah (c.c.), kendi hüküm ve tercîhleri ile mahkûm etsin... Böylece kötü kullarını kendi hükümleriyle, kendileriyle tuzağa düşürsün... sayın Tunahan'ın kendini vahdet-i vücûd ehli ârif ve evliyâullahtan tenzîh ve teberri etmesini bir arınma olarak görüyor, ve sevinçle karşılıyoruz. Elbette Vahdet-i Vücûd ehli Evliyâullah, ilim ve irfân cihetiyle sayın Tunahan'dan münezzehtir.

Vakti boşa harcamak ifâdesi büyük bir yalandır. Tasavvuf iddiasında olan, hattâ şeyhlik iddiâsında olan bir kişi için ve dahî vahdet-i vücûd muhalefetiyle şeyhlik iddiâsında olan için, Tasavvuf mesleğindeki şeyhlerin hemen hemen hepsi vahdet-i vücûd ehli iken, şeyhlik iddiâsında olan bir müddeinin aşması gereken en büyük problem "vahdet-i vücûd" mes'elesi iken, bu mes'ele üzerinde durmayı "vakti boşa harcamak" olarak ifâde etmek açık bir yalandır. Bu mes'eleyi aşma ve halletme yoluna girdiğinde başaramayacağını görmüş birisinin yalanıdır. Bu tür ifâdeler, bu mesele hakkında hiç bilgisi olmayan insânları uyutmak için mes'eleyi örten ve perdeleyen ifâdelerdir.

Mes'eleyi örtmek ve perdelemek ve inkâr etmek kolaydır. Fakat mes'eleyi îzâh ederek aşmaya ve çözmeye çalışmak zordur, hele bu mes'ele için imkânsızdır. Said Nursî sırf inkâr yerine mes'eleyi aklınca çözme işine girişmiş, her sayfada 15 den fazla yanlış yaparak rekor kırmıştır. Bütü n müddeiler, kendini mürşîd-i kâmil göstertenler ve daha öte hezeyân içinde olanlar, Evliyâ irfânının özet ifâdesi olan vahdet -i vücûd meselesinde duvara çarparlar.

Yalnız bu sözlerin menşei, zuhur mertebesi ve sebepleri hakkında izahatta bulunacağım. Bu da sizin ve bizim maksadımıza uygun düşecek, meselenin esaslarını tenvire hizmet edecektir.

Bu sözleri kim söylemiş ve bu sözler ne anlama geliyor? Vahdet-i Vücûd nedir? Bu konulara girmeye hiç gerek görülmüyor? Maksada uygun düşecek bir izâhatta bulunulacakmış, Bu îzâhattan maksat "Vahdet-i vücûd ehlinin noksânlığını ve velâyet ehli olmadıkları iddiasını ortaya koymaktan ibâret.... Ve sırf iddiâ süzme iddiâ... Aşağıda, İddiâyı isbâtlayacak en küçük bir delîlin zikredilmesine bile gerek görülmüyor.

Sayın Tunahanın çok basit argümânlarla yutturduğu dolmaların büyüklüğünü anlamadan yutanlara bu dolmaların büyüklüğü ve muhteviyatı hakkında basit bir izâhat yapayım. Şimdi Aşağıda sayın Tunahan, Vahdet-i vücûd ehli,Yûnus Emre'mizin, Mevlânâ Hüdâvendigârın, Sadreddîn-i Konevî'nin, Velâyetlerinin küçüklüğünden, zilliyetinden, hükümlerinin yanlışlıklarından çünkü sarhoşluklarından ve nâkıslıklarından bahsedecek, bu zât'lara tevhîd dersi verecek. Dikkatinizi çekerim...

Büyük muhakkıklar indinde Vahdet-i Vücud, ilmî, menşeî, sebebi ifrat-ı muhabbettir, sekirdir. İsim ve fenâ sıfatında fenâdır. Velayeti, velayet-i kalbiyye ve zılliyyedir. Ona velayet-i suğra da denir. Bu hal bu mertebede zuhur eder. Hakikat-i fenâyı temîn etmez. Cihet-i cezbede fena-yi zılli husule getirir. Tevhidi, tevhid-i efaldir. Fenası, fena-yı efaldir. Tecellisi, tecelli-i efaldir. Bu ahval ve kemâl ve tevhidin sahibi; velayet-i suğra mertebesinden velayet-i kübraya çıkamaz. Tevhid-i sıfat, tecelli-i sıfat ve fena-yı sıfata mazhar olamaz. Vahdet-i Vücud itikadında olanlar üç zümreye ayrılırlar:

Büyük muhakkiklerin kimliği mechûl (zikretmemiş)... Büyük muhakkik olarak zikredebileceği tek kişi İmâm-ı Rabbânî hazretleri... Başka zikredebileceği kimse yok... İmâm-ı Rabbânî hazretleri de Vahdet-i vücûdla alâkalı eleştirilerini tutarlı bir çerçeveye kavuşturmak için sayısız izâhat yapmış... Lâkin bunca îzâhattan sonra, Dikkat edin hazret şu cümleleri zikretmiş:

Muhyiddîn b. Arabî’nin, Allah (c.c.) sırrının kudsiyyetini artırsın; ibâreleri îcâba nâzırdır. Kudret ma’nâsında, felsefecilere bir uyar tarafı vardır. Şöyle ki; kadîr muhtâr Zât için bir şeyi terki sağlıklı görmez. Fiil tarafının lüzumlu olacağına inanır. Şaşılacak durum şu ki; Şeyh, keşif nazarında makbûllerden görülmektedir. (266. Mektup)

Şaşilacak iştir ki, Şeyh bu kıy-l ü kâl ile, bu şathiyat sözleri ile nazarda makbûllerden zâhir olur; evliyâ-i mükerremin arasında müşâhede edilir.
Evet çok kere duâdan eziyet hâsıl olur, ve çok kere şetm ve ezadan dahî sürûr ve sevinç husûle gelir.
Onlar ki, şeyhi reddederler; tehlikededirler.
Onlarki, şeyhi kabûl ederler; bunlar dahî aynen tehlikededirler.
Yerinde olur ki, Şeyh kabûl edile; amma bu muhâlif sözleri kabûl edilmeye. Orta yol budur. Ya’nî Şeyhin kabûl edilmesinde ve edilmemesinde bu fakîrin seçtiği yol budur. Hakikati hâli en iyi bilen sübhân Allah’tır. (489. Mektup)

Aslında şaşılacak bir durum yok,, İmâm-ı Rabbânî hazretleri, nübüvvet kemâlâtına mazhariyette fazlalık sebebiyle, Velâyet kemâlâtına mahsûs bir kısım ilimleri, Muhyiddîn Arabî hazretlerinin murâd ettiği üzre anlayamamıştır ki doğaldır, nitekim, Hz. Mûsâ dahî Hazret-i Hızır'ın fiillerinin ilmî sebeblerini anlayamamıştı... Fakat, diğer Vahdet-i Vücûd muterizlerinden farklı olarak,, Nübüvvet kemâlâtına mazhariyetinin bir gereği olarak, Muhyiddîn Arabi hazretlerinin bir veliyy olduğu Allah (c.c.) tarafından hazrete gösterilmiştir. Nitekim, Hazret-i Mûsâ'ya da Hz. Mûsâ mes'elelerin iç yüzünü anlayamasa bile, Hızır'ın (a.s.) üstün ilminin haberi,, peygâmber olması sebebiyle bildirilmişti.

İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin bile durumu en fazla hazret-i Mûsâ'ya müşâbîh iken ve hazretten başka da muhakkîk sıfatına lâyık, vahdet-i vücûd karşıtı târihte yokken, Bütün ârif mutasavvif ve evliyâullahı neye dayanarak Nâkıs ve hâkir görüyorsun sayın Tunahan? Sen, kuru iddiâ ile nasıl hazret-i Yûnus ve Mevlânâdan üstün oluyorsun? Hangi gerekçeler ile bu büyükler sayın Tunahan'dan aşağıda oluyorlar?

Vahdet-i vücûd'un ve vahdet-i vücûd ilminin sebebi aşk imiş. "Nasıl ki âşığın sürekli sevgilisini düşünmesi ve hayâlinde sevgilisini müşâhede etmesi,, sevgilisinden başkalarını görmesine engel olduğu gibi ve aşığın dengeli ve doğru kararlar vermesine mâ'nî olduğu gibi, Allah sevgisinde ifrât etmiş bu gürûh,, sayın Tunahana göre gûyâ, aklî muvazeneyi kaybetmiş, Allah'tan başkasını göremez olmuştur ". Ya'nî teori bu...

Sayın Tunahan'ın iddiâsına göre bu gürûhun velâyeti,, velâyetin gölgesinden ibâretmiş... Bunlar, kalbî velâyet ile mahdutlarmış, halbuki kâlbin bâtını rûh, rûhun bâtını sırr, sırrın bâtını hâfî ve hâfinin dahî bâtını ahfâdır... Ya'nî vahdet-i vücûd ehli kalb mertebesinde kalmışlar. Şems, Mevlânâ, Konevî, HacıBayram, Niyâzî Mısrî,, saymakla bitmez, ekser tasavvuf ehli iddiâya göre kalb mertebesinde kalmışlar, sırr ve rûh ve hâfi ve ahfâya vâsıl olamamışlar... Çünkü bunlar hayâlî bir fenâya mazhâr imişler, mutlak bir fenâya erememişler, Mutlak bir fenâya eremediklerinden, ölmeden önce tâmm ölmediklerinden Tevhîd-i Zât ehli de değillermiş, bu yüzden bu zevât "küçük velâyet ehli". (velâyet-i suğrâ) imişler. İddiâ, iddiâ, iddiâ... Bu dolmaları yutanlara artık Sayın Tunahanın mertebesini îzâh etmeye gerek yoktur, hemen anlamışlardır.

Müddeiye nisbetle, dayanağı olmayan dağ gibi iddiâlar... Hakikate nisbetle ise komik iddiâlar. Ne yazık ki, Bu Dünyâ vatanı, hakikatlerin açığa çıktığı bir vatan değildir. Hakikatlerin , görünür gerçekler olarak açığa çıkacağı vatan âhiret vatanı olacaktır. Bu dünyâ vatanı bir algı vatanıdır. Sayın Tunahanın dolmalarını yutanlar için bu dünyâda gerçek, sayın tunahanın hayâlleridir. Ya'nî Bu dünyâ vatanında, müddeilerin iddiâsı komikte olsa hezeyân da olsa, bu iddiâlara inananlar için bu dünyâ vatanında bir gerçeklik hükmünü alır.

Eğer dağ gibi bu iddiâlar, gerekçe ve delîlleri ile zikredilseydi, gerekli cevapları vermek isterdik.. Türkiyeden ilk astronot çıktı, ben Türkiye'nin ilk astronotuyum demek gibi hiç bir dayanağı olmayan îzâhı olmayan "Sırf iddiâ" içeren bir düşünceye bu aşamada bu kadar cevap vermekle iktifâ ediyor ve gülmekten başka bi şey yapamıyoruz.

1. Birinci Zümre: Ruhunu velayet-i suğraya çıkaranlardır. Bunlar şeriat-ı mutahhareye yapışıkdırlar. Fakat ictihatlarında hakikate isabet edememişlerdir. İsabet etmemelerine sebep muhabbet-i Hak olduğu için hata eden müctehid hükmündedirler. Velayet-i suğra erbabındandırlar. Muhabbette fena ve sekirleri kendilerini mazur kılacaktır. Mevla'nın lutfuna nail olacaklardır.

Birinci maddede, velâyet-i suğra ehli olarak tesbît edilen vahdet-i vücûd ehli, sarhôş oldukları için Allah tarafından mazur görüleceklermiş. Sayın Tunahan Yûnus'u Mevlânâyı cehenneme atmadı, Hızını alamayıp giden İbn-i Teymiyye'den farkını ortaya koydu. Yûnus Emre'nin, Cennetin alt mertebelerinde lûtfa ermesine rıza gösterdi...

İctihâdlarında kim isâbet etmiş kim etmemiş? Eğer Tunahana âid bu yazı, sırf kuru iddîâdan ibâret olmasaydı, isâbet eden ve etmeyen hakkında delîllerimizi ortaya koyar izâhâtımızı yapardık. Mâlesef yazıda, müdâfa yapmaya lâyık bir veri yok... Ayrıca Vahdet-i vücûd ehlinin reisleri olan evliyâullah, önemli meselelerde ictihâd ile meseleleri karara bağlamazlar. Onlar, ilhâm, keşif ve müşâhede ehlidirler. Meselâ Cehennem azâbının, ebedî cehenemlikler için lezzete ve râhâta inkılab etmesi veyâ Firâvun'un îmânının sâhîh olması gibi bir meselede bu büyükler, nazar ve istidlâl yolu ile aklî olarak hükmetmezler meseleyi yâ mânevî olarak görürler (keşif) ya da maddî olarak görürler (müşâhede)... Sayın tunahan Evliyânın hâllerini kendi hâli ile kıyâs etme hezeyânına düşmüş burda...

Ayrıca Evliyânın bir kısmında gözüken sarhôşluk (sekir) hâli, Üzüm suyu sarhôşluğuna benzemez. Üzüm suyu sarhôşluğu uyku hâli ve gaflet ve örtü verirken, mânevî sekir hâli, uyanıklık ve kıyâm hâli verir. Ve ayrıca ma'nevî sekir hâlinin üç mertebesi vardır ki her sekir (telvîn) hâlinin bir de temkîn aşaması vardır... Enteresân olan,, Said Nûrsî ve Süleymân Hilmi Tunahan'ın sürekli evliyâya sekir ve muhabbette ifrât nisbet edişlerinin arka planındaki en önemli sebeblerden birisi de sarhôş olmalarıdır. Onların, sarhoşluğunun hangi sarhôşluk mertebesinin gölgesi olduğuna girmemiz, yazımızın çerçeve sınırlarını aşar...

2. İkinci Zümre: Bu zümre Vahdet-i Vücud, ulum ve maarifi ile çok meşgul olarak meşreb-i tevhid-i vücudiyi kendilerine mal edenlerdir ki, bunların ruhları mertebe-i zılliyete çıkmamış, velayet-i suğraya dahil olmamıştır. Bunlar; ömürlerini laklaka ile geçirip ruhlarını tasfiye, nefislerini tezkiyeden mahrum eylerler. Bu dava ile bu dünyadan "Kel en'am" olarak göçüp giderler.

Böyle büyük iddiâlarda bulunan birisi velâyet dâiresinde olmadığı için ifâdelerinde neyi kasteddiğini ihtimâl hesaplarına göre tâhmîn etmekten başka çâremiz yok. Halbuki veliyyler ve nebîler kardeş gibidirler, çok uzak diyarlarda da olsalar mâ'nâları müşterektir. Şimdi sayın Tunahan Tevhîd-i vücûdî diyerek, vücûdîye mezhebi olan panteizmi ve sırf maddede birliği kastediyorsa, biz panteizmi müdâfa etmeyiz. Tevhîd-i vücûdî ile "varlıkta birliği" kastediyor ise elbette varlıkta birlik, enbiyânın ve evliyânın irfânıdır. Enbiyâ ve evliyâ derecesinde takvâsı olmayanlar dahî bu hakikati anlayabilirler. Enbiyâ ve evliyânın derecesinde takvâsı olmayanlar dahî bu hakikati anladılar ise bu hakikati bilmek suç değildir.

Tevhîd-i vücûdî ya'nî varlıkta birlik denilince asıl sıkıntı sayın tunahan gibi meseleden uzak olan insânların varlığı nasıl algıladıklarıdır. Vahdet-i vücûdun kaçamak eleştiricileri, Mesele hakkında, geçiştirmeci bir üslûp ile değil biraz daha tafsîlâtlı olarak konulara girseler, vücûd (varlık) kavramının ne anlama geldiğini bilmedikleri ortaya çıkar. Meseleden uzak olan bu müddeiler,, vücûd deyince varlık,, varlık tan da sâdece eşyâyı anlıyorlar. Tevhîd-i vücûdîyi savunanların da eşyâyı tanrılaştırdığını, tanrıyı maddeleştirdiğini zannediyorlar. Daha sonra da bu fasît algılarıyla (tasavvurlarıyla) savaşıyorlar. Elbette bu tür çarpık algıların, zihindeki çarpık yansımaların verdiği bozuk görüşlerin Evliyânın murâdı ile bir ilgisi yoktur. Zâten Evliyâyı doğru algılamak ve anlamak bir seviyedir. O seviye sâhipleri i'tirâz ile haddi aşmazlar ya da bir hikmet üzre i'tirâz ederler. Ben İmâm-ı Rabbânî hazretlerinde sâdece bu hikmetleri görebiliyorum, mâlesef diğerlerinde göremiyorum.

Yine,Sayın tunahanın yazılarının muhteviyatı, varlık bahsine girmemizi haketmediği için îzâhata girip lüzûmsuzluk yapmayalım.

Tevhîd-i Vücûdî (Vahdet-i vücûd anlamında),, en lâtiften en kesîfe kadar, nâ mütenâhi bütün görünen ve görünmeyen her çeşit ve muhtelif varlığın Hakk'ın mutlak varlığı ve Zât'ı ile kâim olduğunu, Hakk'ın kayyumiyeti olmadan daha doğrusu Hakk'ın varlığı (mutlak varlığı) ve varlığının aynı olan Zât'ı olmadan diğer bütün varlıkların ayakta duramayacağını vâr olamayacağını,, Hakk'tan ayrı telakkî edildiğinde bütün varlıkların yok hükmünde olacağını bilen bir irfânî bilinçtir.

Vahdet-i vücûd-u Kur'ân ve hadîs ışığında teşhîs ve tesbît bir da'vâ değildir. Kur'ânın bildirdiği bir hakikattir. Bu hakikate uygun olarak yaşamak isteyen, Şerîat-ı Mustafa'ya (s.a.v.) tâbi olur. Velevki bir kul bu hakikati (Vahdet-i Vücûdu) gördü, anladı fakat çok sâlih amel sâhibi olamadı velev ki çok günâh işledi şerîat-ı Mustafa'ya tâmm tâbi olmadı... Tâbi olmaz , eksiklik gösterirlerse elbette ilâhî ihsân ve nîmetlerden mahrûm olurlar. Fakat yukarıda da belirttiğimiz gibi, Allah'ın varlığını ve birliğini bütün varlık çeşitlerinde müşâhede etmek en azından anlamak ya'nî Allah'ı Kâinâttan ayrı tasavvur etmeme anlayışı, kişi fâsık dahî olsa bir suç değildir.

Vehdet-i Vücûd hakikatini görmüş olan kulların elbette önlerinde tehlikeli uçurumlar vardır. Lâkin, Vahdet-i Vücûd teşhîsini yapamamış, bu hakikate erdirilmemiş kullar öyle belirsiz bir tehlikenin içindedirler ki, bu tehlike, şirkin bertâraf edilmesine engel olan bir cehâlettir ki Allah'a vâsıl olmaya engel teşkîl eder. Şöyle açıklayalım, Vahdet-i Vücûd'u idrâk etmemiş bir kul aslâ tâmm olarak rûhlarını tasfîye edemezler. Kendi varlığını (bedenini, aklını, rûhunu, zâtını), Allah'tan ayrı müstakill (kendi başına, bağımsız) bir varlık olarak telâkkî eden bir kul yarı müşrik sayılır. Bu anlayışı ıslâh olmadığı müddetçe,, ölmeden önce tâmm olarak ölemez ve ölmüş satılmaz. Ne kadar nefsini tezkiye etmeye çalışsa da varlığını Allah'tan ayrı zannetme belâsı ve ve varlık günâhı,, onun, Allah'ın gören gözü, işiten kulağı seviyesine yükselmesine engel olacaktır. Çünkü Allah (c.c.) kendisinden başka varlık kabûl etmez. Ve O'nun katına çıkılmaz.

Ya'nî zikredilen bu ikinci zümre, dağ gibi dayanaksız iddiâlarda bulunan, kendisini Yûnustan ve Mevlânâdan üstün zannedendenlerden daha avantajlı ve efdâl olabilirler. Çünkü amellerin değişmesi (terakkî etmesi), görüşlerin değişmesinden (terakkî etmesinden) daha kolaydır. Bu ikinci zümre, Şerîat-ı Mustaf'a ya tâbi olurlarsa önleri açıktır. Diğerleri uymaya çalışsalar da hem uymaları hem de menzîlleri sınırlıdır.

3. Üçüncü Zümre: Bu zümre ne birinci ne de ikinci zümrenin ahval ve efaliyle muttasıf değildir. Bunlar kendi nefis ve hevâlarına göre tevil ve te'sir ederek işi, Vahdet-i Vücud derecesine çıkarırlar.Bu suretle kendilerini teklifat-ı rabbanî haricine çıkararak ibâhat, ilhâd ve zındıkiyyet derecelerine yuvarlanırlar. Mevla'nın emirlerine yapışıp nehiylerinden kaçınmazlar. Bir taraftan her haltı yaparlar, diğer taraftan (kendilerini) zümre-i havastan ve irfandan gösterirler. Bunlar birer cani, birer katil, birer kutta-i tarîk-i hak ve hidayet yolunun yol kesenidirler. Allah şerlerinden ümmet-i Muhammed'i muhafaza etsin..."

Yukarıda tasvîr edildiği üzre her haltı yapanın ve İslâm şerîatı ile kendini mukayyed tutmayanın, Evliyâ irfânı olan vahdet-i vücûd ilimlerini irfân düzeyinde doğru anlaması pek mümkün gözükmüyor. Bu zümrenin vahdet-i vücûd ilimlerini yayması,, dikkat edin amel etmediği için değil, bu ilimleri o haller ile anlaması mümkün olmadığı için anlatması,, kabul ediyorum ki sakıncası faydasından daha fazla olan bir fiildir. Pek mümkün değil ama, eğer doğru anlamış ve anlatıyorsa buna karşı çıkmak yine nefsânî bir iş olur. Bu karşı çıkış, Sigara ve içki içen bir tıp doktorunun hastasına "sigara içme" demesine karşılık. Hastanın doktora tepki vermesi gibidir. Bu durumda hasta haksızdır, çünkü doktor doğru söylemektedir.

Yol kesme noktasında da görüşümüz şudur; Eğer Yûnus, Mevlânâ, Sadreddîn, Hacı Bayram ve Mısrî emsâli vahdet-i vücûd ehli büyükler Allah'ın veliyyleri iseler ki öyledir. Bu yazının müellifi,
üçüncü maddede zikredilen zümreden daha büyük ve etkili bir yol kesicidir.


• „Ey İslâm Cemaatı! Biz hayatta olduğumuz halde, Vahdet-i Vücud'a gidilebileceğini mi zannediyorsunuz? Böyle bir zanna kapılmayınız, çünkü biz hayattayız.“

İşte iddia, işte da'va ve işte hakikat yolu kesiciliği....

• „Size ta'lim edilen Hak yolundan ayrılmayın. Vahdet-i Vücud ve sair nuru sönmüş tarîklere aslâ rağbet etmeyin."SÜLEYMAN HİLMİ TUNAHAN(K.S)

Eğer Peygamberimizin (s.a.v.) rûhaniyeti ile hayatta iken bir münâsebeti ve mükâlemesi olsa idi, Velâyet nûrunun ve bu nûrun ilmî izdüşümü olan "Vahdet-i Vücûd Telâkkîsinin" sönmeyen bir hakikat olduğunu bilirdi... Çünkü her devirdeki gerçek mürşîd-i kâmiller, istidâtları nisbetinde,, berzâh'a mahsûs hayât ile diri olan Hazret-i Muhammed (s.a.v.) ile yetki ve emir alışverişinde bulunurlar. Bu gibi sözler, Mürşîd-i kâmillik noktasında ehliyetsizliğin delîlleridir.

Not: Tashîh için daha sonra bir daha gözden geçireceğim inşAllah.

kim neyi neye cevap veriyor?

yazının başlığı hatalı ki içeriğinde düzgün bir cevap olsun!!


Alternatif Bakışlar

MollaCami.Com