Bölümler | Kategoriler | Konular | Üye Girişi | İletişim


KAPİTALİSTLEŞEN MÜSLÜMANLAR

KAPİTALİSTLEŞEN MÜSLÜMANLAR
Halit Özdüzen
Yüce Yaratıcı insanoğlunu her dönemde servet, devlet ve şöhretle imtihan etmiştir. Servete erişen erkek nefsinin ilk aradığı şeyse daha çok kadın olmuştur. Asrımızda bu imtihan, “masa, kasa ve nisa” üçlüsüyle formüle edilmektedir. Anadolu’daki kadınlar arasında ikinci eş korkusuyla “Allah erkeğin iki yakasını bir araya getirmesin.” şeklinde geliştirilen serzenişli beddua ile insani amaca uygun kullanılmayan servet ve devletin getireceği mutsuzluğa dikkat çekilmektedir.
Yeryüzünün doğal kaynakları Yüce Allah (C.C.) tarafından tüm insanların hizmetine verilmiştir. Doğada insanın yaradılış fıtratına uygun ortam bulunmakta iken, insan egosu o şartları bozucu aşırı biriktirme ve alabildiğine israf ederek heba etmeye başlamıştır. Sonunda zirveye çıkan hırsı, mal ve varlıkları kendi tekeline almak için diğer insanların haklarını kan dökerek gasp etmeye kadar yöneltmiştir. Bu eylemleri bazen bireysel yaptığı gibi, çoğu kez kolektif olarak yapmaktadır. İlkel toplumlarda bunun adına savaş ve talan denilirken, “modern” toplumlarda ekonomi denilerek, “yasal” hale dönüştürülmüştür !...

KAPİTALİZMDE SERVET

Hangi rejim veya sistem altında bulunursa bulunsun, herhangi bir ekonomi için birbirine bağlı üç temel soru sorulmaktadır:
1. Hangi maldan ve ne kadar üretilecektir?
2. Hangi üretim teknolojisi ve hangi kaynaklarla üretim gerçekleştirilecektir?
3. Müteşebbis, sermaye sahibi, toprak sahibi ve emek sahipleri üretimden ne kadar pay elde edeceklerdir?
Kapitalist sistemin uygulandığı ekonomide bu üç temel problem teoriye göre piyasa mekanizması tarafından halledilmektedir. Yine Kapitalist toplumlarda uğraşı alanlarıyla ilgili bazı sınırlayıcı yasalar konulmuşsa da, insanın servetini maksimize etmekte ve verginin yasalardan kaçıramadığını ödemek kaydıyla dilediğince harcama özgürlüğüne sahiptir. Bunun sonucu toplumda servet ve harcamada aşırı dengesizlikler meydana getirmektedir.
Klasik iktisat teorisinde kapitalist sistemin işleyişi temelde dört kuruma bağlanmıştır. Bunlar:
a. Özel Mülkiyet ve Veraset,
b. Rekabet,
c. Girişim Özgürlüğü
d. Fiyat Mekanizması

a) Özel Mülkiyet ve Veraset: Kişinin üretim ve tüketim mallarına sahip olma ve bunları kullanma özgürlüğünü esas almaktadır. Özel mülkiyetin temel işlevi, ekonomik kaynakların nasıl kullanılacağına kimin karar vereceğinin belirlenmesidir. Pek çok ekonomik kararı tek başına birey veya şirket düzeyinde ortaklar almaktadır. Teoride özel mülkiyet, tasarrufları özendirme ve sermaye birikimi sağlama görevini de üstlenmiş olmakla beraber, temelde amacı banka, borsa, hisse senedi ve tahvil yoluyla insanların birikintilerini kapitalist sermayeye aktarmaktır!... Yine teoriye göre, özel mülkiyet hakkı müdahaleye açık gibi görünse de uygulamada güçlü gruplar çeşitli yollarla bu kısıtlamaları aşabilmektedir.
Veraset hakkına gelince, kişiye sahibi olduğu ekonomik varlıklar üzerindeki tasarruf hakkını ölümünden sonrası için planlama hakkı vermektedir. Aslında veraset kurumunun amacı, sermaye bütünlüğünü sağlamaktır.

b) Rekabet: Teoriye göre kapitalist sistem, çok biçimli rekabet üzerine kurulmuştur. Sosyoliberal yaşantıda kabul edilmiş bulunan “sınırsız özgürlük” kuramı, sistemin rekabet kurumunu doğurmuştur. Rekabetin şartlarını da insan egosu belirlemektedir.
Teori böyle olmakla beraber, kapitalist yapıda oyun bu kurallara göre oynanmamaktadır. Serbest uygulamada tekelci/monopolistler piyasaları delik deşik ederek, her türlü manipülasyonla servetin belirli ellerde toplanmasını sağlamaktadır!... Konuyla ilgili geniş araştırmaları bulunan Akademisyen Mustafa Özel’in tespitleri oldukça ilginçtir: “Kapitalizmde ihtiyaçlar da, onlara sahip olacak bireyler de imal edilirler. Yani ürün ve hizmetlerden önce, ihtiyaç ve insan üretilir! Hiçbir büyük şirket, ürünlerinin tercih edilmesini meçhul tüketicilerin kaprislerine terk edemez. Ürünlerin tasarım ve imal aşamalarında, onu tüketecek kişileri de ruhen ve zihnen hazırlarlar.”
c) Girişim Özgürlüğü: Kapitalist sistem, girişimciler için, devletin sadece bir jandarma rolü üstlenip, kendilerine eksiksiz bir üretim ve tüketim özgürlük alanı açmasını istemektedirler. Sermaye sınıfının: “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler.” sloganıyla kuramsallaşan ilkelerini hayata geçirilebilmek için, devletin amaçlarına hizmet etmesini, aykırı sistem ve düşünceleri tasfiye etmesini isteyerek, bu yolda hedeflerine de ulaşmaktadırlar. Buna bağlı olarak yasa koyucular sistemi muhalif ve tehlikeli gördükleri aydın ve emekçi sınıflardan olabilecek “tehditlerden” koruyacak şekilde yapılandırmışlardır.
d) Fiyat Mekanizması: Kapitalist teoriye göre, fiyatlar arz-talep piyasasında serbestçe belirlenmektedir. “Fiyatların oluşumunda devlet veya başka bir kuruluşun müdahalesi olmamalıdır.” ilkesi bulunmaktadır. Devletin istisnai durumlarda toplumu koruma gibi sosyal nedenlerle(!) fiyatlara hükümetlerce müdahale edebileceği benimsenmiştir. Ancak uygulamada bu kuralın işlemesine karteller izin vermemektedir. Yine uygulamada fiyatı piyasanın arz talep dengesi değil, kapitalist ve seküler yaşamın bir ürünü olan reklam aracılığı ile oluşturulan marka, moda ve prestij dürtüsü belirlemektedir. Dolayısıyla moda ve imaj ihtiyaç dışı tüketimi körüklerken, tüketiciden aynı kalitedeki ürüne ödemesi gereken fiyattan başka marka için “hava parası(!)” da alınmaktadır. İmaj ve prestij dürtüsü, insanların bu bedeli seve seve ve gönüllü olarak ödemesini sağlamaktadır.

SİSTEMİN AMACI

M. Özel’e göre “Çağdaş insan tüketerek var olduğunu hisseden bir insandır. (Tüketiyorum, o halde varım!) Ama bu tüketim insanın gerçek ihtiyacı olan eşyayı değil, insana ihtiyaçmış gibi benimsetilen nesnelerin tüketilmesidir. Mesela reklamlar size 'bende bir şeyler eksik' duygusunu vermezse başarılı olamamaktadır. İnsanlar lüks bir kol saati, pahalı bir cep telefonu, marka bir eşarp sahibi olmadığı zaman kendini yeni bir çağa girememiş, elit bir toplumun parçası olamamış, aşağılarda kalmış, yarım kalmış hissetmektedir. Böyle olunca insanlara (harcamak için) hiç bir gelir düzeyi yetmez hale gelmiştir.”
Yeryüzünde servetin temeli, doğal kaynaklar ve emeğin gücüyle oluşmaktadır. Kapitalist sistemde servetin ana kaynağını girişimci, tasarımcı, yönetici, üretici ile toptancı ve perakendeci ticaret erbabı oluşturur. Ancak servetin kaymağı daima girişimci ve finans sektörünü elinde bulunduranların havuzunda birikmektedir.
Kapitalizm Protestan coğrafyada yeşermiştir. Bunun nedeni, Protestanlığın kurucusu Luther’in Hıristiyan toplumunda cemaatten çok bireyin haklarını savunmasıdır. Buna rağmen hiçbir Hıristiyan mezhep, liberal kapitalizmin bünyesinde şekillenen sömürüye izin vermemektedir. Kapitalizm her ne kadar Hıristiyan bir toplumda gelişmişse de bu gün için dünya sermayesinin % 80’ni A.B.D.’den kontrol eden, parayı ilah edinmiş, kendilerine göre özel yasaları bulunan, Yahudi kökenli fakat Yahudilikten de uzaklaşmış bir grubun eline geçmiştir. Bu grubun CFR (Council on Foreign Relations/ Dış İlişkiler Konseyi), Trilateral (üçlü) Komisyon, Bilderberg Group’dan müteşekkil üçlü bir örgütsel yapısı bulunmaktadır. Nihai hedefi yeryüzünde, tek devlet, tek bayrak ve tek milletten ibaret bir dünya düzeni olan “Global King”( küresel krallık) oluşturmaktır.
Araştırmacı kaynaklara göre, ülkeler arası operasyonlar IMF, FED (Amerikan Merkez Bankası) Mason örgütleri (P2 locası), İllumminati (gizem tarikatı) vb. örgüt ve kuruluşlar tarafından yapılmaktadır. Ülkelerde temsilcileri olan bu kuruluşlar her geçen gün üye sayılarını artırarak, piramit modeli bir örgütleme oluşturmaktadırlar. Örgütlenmenin prototipini şimdilik AB ve NATO oluşturmaktadır. Önce ABD’de örgütlenen derin yapı, 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Avrupa ve diğer gelişmekte olan ülkelerde varlık göstermeye başlamış, 11 Eylül ikiz kule komplosuyla da yeni bir safhaya ulaşmıştır.
Amaçları ekopolitiktir. Kapital elde etmek için siyaset yapmakta ve politik kuruluşları paralarıyla kontrol altında tutmaktadırlar. Amaçlarına hizmet edecek parti ve kişileri iktidara taşırken, önlerinde engel teşkil edebilecek milli (ulusalcı), dini, idealist ve sosyal kuramcı +yapıları tasfiye ederek adım adım hedeflerine doğru ilerlemektedirler. Nihai hedeflerine varmak için gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde sosyal, kültürel, ekonomik ve siyasal alt yapı oluşturulmakta, buna yönelik medya patronlarını, politikacıları, kanaat önderlerini ve aydınları ele geçirmeye çalışmaktadırlar. Esasen çalışmaktalar demek yanlış olur; çoğunu ele geçirmişler bile… Milletler medya aracılığı ile para merkezli maddeci bir sosyal bir yapıya dönüşürken, ellerinde bulundurdukları para ve siyaset sopası ile insanları güdülebilir sürülere dönüştürmektedirler!...
Bu konuda önemli çalışmalar yapmış bulunan A. Akar’a göre “Çoğu aydın için küreselleşme, tarihin kaçınılmaz, sürecin doğal bir evresi olarak algılanmaktadır. Onlara göre küreselleşme: Ekonominin sınırları aştığı, iletişimin küresel çapta yaygınlaştığı bir dünyanın gitmekte olduğu yöndür. Bu anlamda onlar için küreselleşme; arkasında hiçbir siyasal tercihin olmadığı tamamen kendiliğinden gelişen ekonomik bir olaydır. Onların göremediği, söz konusu sürecin bir irade tarafından zorlanması, planlı ve adım adım güncelleştirilmesidir. Böyle düşünenlere göre sürece karşı koyanlar adeta, ’ilkel bir ulusçuluk duygusuyla hareket etmekte, modası geçmiş bir ulus devleti savunmaktadırlar.’ Oysa bu düşüncedekiler ne olduğunu dahi bilmedikleri için boş bir evrenselcilik çığırtkanlığı yapmaktadırlar. Ancak veremedikleri bir cevap vardır: ‘Peki bunlar güzel de, küreselleşmenin arkasındaki siyasi irade nedir?’ Dünya tarihinde bu güne kadar arkasında iradenin olmadığı en küçük olay dahi bulunmadığına göre buradaki irade kimdir? İş buraya gelince kıvırtmalar, kaçak güreşmeler başlamaktadır.” Bu açıdan bakıldığında, Demokrasi de, Liberal kapitalizm de hedeflenen “küresel krallık” için birer araçtır!
Küresel Kapitalizmin ülkelerdeki egemenliği ulus-devletin zayıflaması sonucunu doğurmaktadır. Ancak diğer ülkelerdeki ulusal devletler zayıflarken her ne hikmetse küresel kapitalizmin merkezinde bulunan devlet el çabukluğu ile kâğıdı paraya dönüştürerek gittikçe daha fazla güçlenmektedir. Günümüzde sömürgecilik, artık bilinen, doğrudan siyasi ve ekonomik sömürge egemenliği değildir. Ülkeleri borç batağına sürüklemek, borsa vasıtasıyla manipülasyon ve yabancı yatırımın teşvikini sağlama gibi yeni araçlarla gerçekleştirilmekte, böylece o ülkenin üzerinde sınırsız hâkimiyet sağlanmaktadır. Bir ülkenin ekonomisine hâkim olan güç onun egemenliğine de yasamasına ve yürütmesine de örtülü olarak müdahale ede-bilmektedir.
Ne dersiniz yukarda yazılanlar komplo teorisi mi, yoksa gerçek mi? Bunların onda biri dahi gerçekse (Ne teorisi?) komplonun tam göbeğindeyiz demektir.

İNSANCA KAZANÇ VE HARCAMA

İnsanlığı tahrip eden kapitalizm, yukarıda değinildiği gibi, bireylerin bütün değerlerini dışlayarak, onu değersiz bir varlığa dönüştürmektedir. Tekeline aldığı medya ve reklamlar vasıtasıyla prestij adıyla alevlendirdiği benlik ve nefsani arzuları kışkırtıp, gösterişi ve israfı alabildiğince körükleyerek insanı dengesiz harcamalara sürüklemektedir. Bunun sonucunda insan yeme, içme, giyinme, takıp takıştırma ve seks yapmaktan başka bir özelliği olmayan mutsuz ve tatminsiz bir varlığa dönüşmektedir.
“Kapitalizm Kuşatmasındaki İslam” isimli makalemizde de değindiğimiz gibi “Işıklı pano ve billboardlar yoluyla alabildiğince reklam ve promosyon bombardımanıyla karşılaşan insan beyni görsel, sözel ve yazılı basın vasıtasıyla moda ve imaj safsatalarıyla alabildiğince tüketime yöneldiğinden, geleceğini ipotek altına alacak borç yükünün altına girmektedir. At yarışı, şans oyunları, içki, kumar ve fuhuş gün geçtikçe artan trendlerle kapitalizmin vazgeçilmezlerinin üst kurumları arasında yerini korumaktadır. Son yıllarda büyük şehirlerde kadın kadına ve erkek erkeğe yaşam yanında, homoseksüel, biseksüel ve lezbiyenlik Sodom Gomore şehirlerini aratmayacak kadar sokağa dökülmüştür. Her geçen yıl fuhşa sürüklenen genç kız ve erkeklerin yaşı düşerek buluğ yaşının altına inerken, uyuşturucu kullanan çocukların da yaşı ilköğretim seviyelerine kadar inmiştir. Böylece kapitalizmin temel attığı ülkelerde aile yaşamı sonlanırken, hayvani bir yaşam isteklileri şehirleri alabildiğince ele geçirmeye başlamıştır.” *
İslam inancına gelince, insanlara aşağıda göreceğimiz gibi özel mülk ve servet hakkı tanımıştır. Ancak bu hakkın kazancında toplum yararına bazı kısıtlamalar bulunmaktadır. Sınırlara riayet etmeden elde edilen kazancın haram ve kirli olduğu belirtilmektedir.
Harcama konusunda Abdullah Kuloğlu’nun tespitlerine göre “ Malın kullanımında Yüce Yaratıcının, insanların ve diğer canlıların hakları bulunmaktadır. Mülk Allah’ındır; yani servet ve bize sunulan mal emaneten bize teslim edilmiştir. Dolayısıyla mal aracılığı ile elde edilen hâkimiyet, ona malik olana verilmiş bir emanet olarak asıl sahibinin rızası şartı altındadır. İslam inancına göre dünya ahirete tarladır. Biz dünya üzerinde tasarruf hakkımızı ahiret yolculuğuna hazırlık şartlarını iyileştirmek olarak açıklamaktayız. Bu açıklamanın gösterdiği şudur ki; refah, insanın insan olma memuriyetini gerçekleştirebilme imkânlarının çokluğu, bolluğudur. Bunun iktisadi anlamı, “bereket”tir.” Ahiret inancı taşımayan seküler yaşam içerisindeki insanların imtihan ve hesap verme kaygıları olmadığı için helal ve haram demeden dilediklerince kazanç ve harcama yapabilmektedirler. İyi de ben Müslüman’ım diyenlere ne oluyor?!...

İSLAMIN EKONOMİ MESAJLARI
İslam’ın ekonomik önerileri satır başlıklarıyla şöyle özetlenebilir:

1. ÇALIŞMA: İnsanlara çalışmayı şart koşan İslam, emeğe büyük önem vermiştir. İslami değerler içinde yükselen küçük işletmeci ve müteşebbisi emek kategorisinde değerlendirirken, sermaye ve doğal kaynaklar mal olarak nitelenmektedir. Emeğe verdiği değerin göstergesi olarak Kur’an’da yer alan “İnsana emeğinden başkası yoktur.” ayetiyle, â€œİşçinin alın teri kurumadan ücretini veriniz.” hadisi şerifi yanında, onlarca ayet ve hadis emeğin yüceliğini belirtmektedir. Her birey, gerekli eğitimi alarak kendi yeteneklerine göre iş edinme hakkına sahiptir. Çalışma hayatında toplumculuk şuuru hâkimdir; bu nedenle çalışmak, ibadet olarak kabul edilmiştir. Bunun nedeni İslam kardeşliğidir. Kardeşlik şuuru, toplumsal dayanışmayı da zorunlu kılmaktadır.
2. YÖNETİM: İslam toplumunun günümüze kadar süren bir devlet geleneği vardır. Devlet ahlak ve hukuk kurallarına bağlı toplumsal barışı ve eşitliği sağlayan adaletli yönetim sergilemek konumundadır. İslam şekli olarak herhangi bir yönetim tarzı belirlememiş, ancak belirttiği ilkeleri doğrultusunda, meclise dayalı devlet, hükümet ve toplum adına onu denetleyebilecek özerk yargı sistemi önermiştir.
3. ÜRETİM: Üretim ihtiyaçlara göre şekillenmektedir. Akılcı bir mantıkla incelendiğinde, “Kaynaklar ihtiyaçları karşılamada yeterli; ancak insan açgözlü ve doyumsuzdur.” Merkezi otorite ve toplumdaki âkil insanların görevi, üretimi planlamak ve adaletli bölüşümü sağlamaktır.
4. İSRAF YASAĞI: İsraf yasağı üzerine şekillenen üretim tarzı, beslenme, eğitim, sağlık, giyim, kuşam, barınma gibi temel ihtiyaçlar yanında, özürlü ve yaşlıların rehabilitasyonuna yöneliktir. Üretimi aksatmayıp israfa kaçmamak kaydıyla, seyahat ve tatile yönelik konaklama ve barınma tesisleri ile buna bağlı ulaşım vasıtaları da bu üretim tarzına uyumlu olarak ekonomide yerini alabilir.

5. TÜKETİM: Müslüman kazanırken fazla hırs sahibi olmayacağı gibi harcamalarında da ölçüyü kaçırmamak konumundadır. İsraf yasaklanmış olduğundan ihtiyaçlara göre harcama yapılabilir. Bu nedenle birey ve şirketlerin elinde tasarruf edebileceği bir meblağ bulunacak, bununla da esnaf, tüccar ve sanayici sermayesini artırarak daha geniş yatırım imkânı bulacaktır. Emekçinin birikimine gelince, adil ellerde kolektif kardeşlik şuuru içerisinde belirli bir müessesede hisse tarzında toplanarak, yeni yatırım ve üretime dönüşünce, toplumun refahını yükseltilecektir.

KAPİTALİST SİSTEMDE YAŞAMAK
Kapitalist ve ülkemiz gibi kapitalistleşme aşamasındaki toplumlarla, petrol zengini topluluklarda bazı bireylerin servetleri artıkça yaşam standartları da artarak, lüks tüketimde korkunç yarış başlamıştır. Birçok yazar ve düşünürün dikkatlerini çeken ve medyada da tartışılan yaşam tarzına kaba çizgilerle göz atarsak; hafta sonu sabah brunchı Londra’da aldıktan sonra oradan Kanarya Adaları’nda denize girip, akşam Fas gecelerinde eğlendikten sonra ülkesine uçan, lüks yatı, arabası ve hatta uçağı bulunan eşlerine ve odalıklarına milyarlık hediyeler alan, köpek ve kedilerinin aylık masrafları on binlerce liralarla ifade edilen, kollarda servet sayılacak saat ve mücevherler taşıyan, işyeri için gökdelen ve toverları, mesken için şehir dışında deniz ve orman manzaralı villa ve malikâneleri seçen, çocuklarını denizaşırı ülkelerde okutan, gardırop odalarında dünyaca ünlü markalar veya modacıların tasarımları ayakkabı –çoğu giyilmemiş ve giymeyecekleri- giysiler bulunan, halka tepeden bakıp, onları uşak ve köle gören “zenginler” türetmiştir. Çoğu kez kendilerini “çağdaş ve modern” diye adlandırırken, bu yaşama karşı çıkanları da “bağnaz, gelenekçi ve tutucu” bulmaktadırlar.
Son yıllarda bu kervana kendilerini “İslamcı” ve dindar olarak nitelendiren insanların da katıldığını görmekteyiz. Müslümanların sahip oldukları kapital ve zenginlikte gözümüz yok! Olmadığı için de şükretmekte ve Allah’tan(CC) serveti adil Müslümanlara vermesini niyaz etmekteyiz. Ayrıca İslam Dini herkesin fakir olma ve karın tokluğuna çalışıp yaşama zorunluluğu da getirmemiştir. Gönül ister ki herkes belirli bir standart hayata sahip olacak geliri elde ederek kaliteli ve insanca yaşayabilsin. Ancak nerede? Ülkemizde dâhil olmak üzere kapitalizmin çarkları sayesinde bazıları zenginleşip “devlet olurken” çoğunluk fakirleşerek modern dönemin kölelerine dönüşmüştür.
Bir yazısını bu konuya ayırarak bizi de gayretlendiren bir hanım yazarımız (Ece Arı) feryadını şöyle kaleme dökmüştür: “Komşusu açken, tok yatan bizden değildir, diyebilecek kadar duyarlı ve hasırda uyuyacak kadar mütevazi bir Peygamberi olan bu insanların, israfın tavan yaptığı şa’şaalı iftarlarda, Burc El Arab otelinde tatillerde, Rolex marka saatler kollarında iken ya da bir İtalyan restoranına binlerce TL hesap ödeyerek, sorumsuzca har vurup harman savururken, Somali’de, Irak’ta, Filistin’de, Lübnan‘da, hatta çok uzağa gitmeye gerek yok, Hakkari‘de, Şırnak’ta aç yatan, acılar çeken insanların vebalinin üzerlerinde olduğu hatırlarına geliyor mudur? Dünyaca ünlü modacıların tasarım kıyafetleriyle boy gösterisi yaparken, Irak’da tecavüze uğrayıp kendini yakan kefensiz kadınların haberleri vicdanlarına sızı veriyor mudur?... Medyanın ağzına “İslami Sosyete” diye sakız olan bu insanlar, taşıdıkları Müslüman sıfatına layık olmak adına, hayatlarına çeki düzen vermelidirler. Çünkü Müslümanlar, sosyal sorumluluk sahibi olmak, yaşadığı topluma ve dünyaya karşı duyarlı olmak zorundadırlar. Aksini iddia ediyorlarsa da, özde değil, sözde Müslümanlardan olduğunu kabul etmek durumunda kalırlar.” Yazar Ali Bulaç’dan yaptığı alıntıda ise: “Bir Müslüman büyük servete sahip olsa dahi servetini dilediği gibi harcama hakkına sahip değildir. Çünkü Kur’an açısından baktığınız zaman, ferdin veya bir kurumun elinde olsa da zenginlik, aslında topluma aittir.” diyerek son noktayı koymuştur.
Yazımızda son söz olarak şu soruya cevap arayarak bitirelim. “Günümüzde Kapitalizmin dışında başka bir ekonomik model geliştirilip uygulanabilir mi? Liberal Kapitalist ekonominin kaleleri erdemli insanlar tarafından en azından düşünce ve fikir düzeyinde kuşatılıp, zararları topluma yeterince anlatılıp benimsetilmeden çok zor gözükmektedir! Ancak, soframızdaki hormonlu ve GDO‘lu ürünler, DNA‘mızı etkileyip ideal ve insani değerlerimizi tamamen çökertmeden, toplumsal ve bireysel yeni arayışlara girerek, yaşadığımız toplumlara bunları iletmek zorundayız; aksi halde yarın çok geç olacaktır !..

KAYNAKÇA (sırasız)
* ” Kapitalizmin Kuşatmasındaki İslam” makalemiz yazılı basında ve birçok internet sitesinde de yayınlanmaktadır.

1- HEİLBRONER Robert L .”İktisadi Sorun” Çeviren Demir Demirgil Çağlayan K. İst.1974
2- IŞIKLI Alpaslan “ Kumarhane Kapitalizmi” Otopsi Yay. 2002 İst.
3- DEMİRGİL Demir, “Ekonomi Ders Notları” Boğaziçi Ünv. Yay. İst.1975
4- AKAR ATİLLA ”Derin Dünya Devleti” Timaş Yay. 2002 İst.


Sizin Makaleleriniz

MollaCami.Com