Bölümler | Kategoriler | Konular | Üye Girişi | İletişim


Güneşe Pedal Çeviriyorum

ÇANTASINI DÜZELTİP BİZİM APARTMANA DOĞRU YOLLANIYOR. KAPI GİRİŞİNDE ELİNİ ÇANTASINA DOĞRU UZATIYOR. BİRKAÇ GAZETE ÇIKARIYOR. İÇERİ GİRMESİYLE ÇIKMASI BİR OLUYOR... VE İLERİDEKİ BLOKLARA DOĞRU YAVAŞ ADIMLARLA KAR TANELERİNİN ARASINDA KAYBOLUP GİDİYOR. ANLIYORUM Kİ BU ADAM BİR GAZETE DAĞITICISIDIR.




“Allah’a dayan sa‘ye sarıl hikmete râm ol” M.Akif



Yirmi dört saattir kar yağıyor. Yeryüzü bulutları sağmaya, semanın sütünü toprağa içirmeye devam ediyor. Tüm şehir sokak sokak, cadde cadde bir ak siluete bürünmüş. Kar tanelerinin bürokrasisi yok ve gökler, beyaza boyama serüveninde, çok cömert. Şehri kılcal damarlar gibi saran yollar, şu karşıdaki caminin ihrama bürünmüş kubbesi, ileride iri iri dumanlar çıkaran fabrika, evet her yer aklar ülkesi.

Ben daha dün taşındığım bu evden, bir sabah vakti yerle göğün aşkını seyrediyorum. Göklerde düğün var. Bulutlar bir gelin. Yeryüzü bir yaz boyu buhar buhar göğe ağdı. Ve rahmet terzisi, sonbaharın serin konfeksiyonunda bu buharlardan ilmik ilmik, çizgi çizgi bir gelinlik dikti. Aralık ayı girer girmez bu gelinlik bir yerinden sökülmeye başladı. Şimdi kristaller, maveraî bir terzinin keskin nakışlarından damıtılmış desenleri omuzlayıp toprağa taşıyorlar. Malzemesi buradan giden bir ipek gelinliği gökler, rahmetle boyayıp tekrar yeryüzüne gönderiyor. Artık şimdi taşın toprağın, çimenin dikenin, kurdun kuşun da bir gelinliği var... Gelinlik anavatanına kavuştu.

Sabahın altısı...Gecenin ışıl ışıl stüdyosu yerini gündüze bırakmak üzere. Kar yağan gecelerde, toprak, göklerden ışık dilenmiyor. Güneş sanki karlara gizlenip gece boyu her yeri aydınlatıyor. Bembeyaz zemin, şehrin ufuklarını yekta bir ışığa boğuyor.

Kar tanelerinin saltanatını doya doya seyrediyorum. Ipıssız bir dünya... Ne araba gürültüsü duyuluyor ne de sabahın köründe işe giden insanların ayak sesleri. İstanbul, bir sükûtun rahle-i tedrisinden ak irfanlar devşiriyor.

Tekrar penceremin kenarına geçiyorum. Bir beyaz mutluluk okşuyor yüreğimi... Bana saadet olan bu manzaranın birilerine beyaz felaket olabileceği aklıma geliyor. Adapazarı’ndaki, Düzce’deki çadır kentlerin dramı burgu gibi deliyor ruhumu. İşin bu tarafını hesaba katınca nostaljik seyrimin tadı kaçıyor. “Yağmur yağsın da varsın kerpiççi ağlasın.” Sahiden öyle mi? Hayır hayır. Başkalarının felaketine duyarsız bir nostalji yerin dibine batsın.

Karmakarışık düşüncelerle lapa lapa yağan karları seyretmeye devam ediyorum..

*** *** ***

Kar altında, sırt çantalı bir adam, ağır adımlarla bizim bloklara doğru geliyor. Yürüyüşünde, sanki biriken karları incitmek istemiyormuş gibi bir incelik var. Kar üzerinde yürümenin bir ‘aruz’u var mı yok mu bilmiyorum, ama bu adam bir vezin harikası. Kendisini tanımadığım halde bir anda dikkatimi esir alıyor.

Gövdesi cılız mı cılız, üflesen yıkılacak. Beresi, ayakları, pantolonu, ceketi, montu, çantası tüm bedeni beyazlara bürünmüş...

Karşımızdaki bloğa giriyor. Bir iki dakika sonra hemen çıkıyor... Çantasını düzeltip bizim apartmana doğru yollanıyor. Kapı girişinde elini çantasına doğru uzatıyor.. Birkaç gazete çıkarıyor. İçeri girmesiyle çıkması bir oluyor... Ve ilerideki bloklara doğru yavaş adımlarla kar tanelerinin arasında kaybolup gidiyor. Anlıyorum ki bu adam bir gazete dağıtıcısıdır.

Kristaller hâlâ aynı güzellikte zemine iniyor. Pencere pervazlarına bir karış kar birikmiş. Böyle giderse daha da birikecek.. Gözlerime uykunun ağırlığı çörekleniyor; bu kristallerin hiç uykusu gelmez mi diye mırıldana mırıldana yatağa uzanıyorum. Yatış o yatış. Öğle vakti hanım kaldırıyor. Kahvaltı niyetine sofraya oturuyorum. Kapı zili çalıyor. Yüksek perdeden bir “serviiis” sesi koridoru çalkalıyor. Kapıyı açıyorum. Kısa boylu, beyaz saçlı, sıcak tebessümü yüzüne yakışan bir adam, “Apartmanımıza hoş geldiniz beyim, bir ihtiyacınız varsa alayım servis saati” diyor. Kapıcı olduğunu, adının Nihat olduğunu öğreniyorum. Ben de kendimi tanıtıyorum. Görünüşü, sabah, kar altında gazete dağıtan adama çok benziyor. Kıyafeti değişik ama bu o. Bir şey almayacağımı söyleyerek kapıyı kapatıyorum.

Akşama kadar eşimle beraber eşyaları yerleştiriyoruz. Bu taşınma işi bir eziyet... Evde tamir bekleyen musluklara, kapılara, kalorifer peteğine baktıkça moralim bozuluyor. Hepsinin altından kalkmak benim harcım değil. Kapıcıya bir danışayım diyerek bodrum kata iniyorum.

Kapıcı dairesinin zilini çalıyorum; kapıyı on üç, on dört yaşlarında bir erkek çocuk açıyor. “Hoş geldiniz efendim kimi aradınız?” diyor. Babasını soruyorum. Her hâlinden terbiyeli bir çocuk olduğu belli. Sanki büyümüş de küçülmüş.. Babası kapıya geliyor. Derdimi anlatıyorum. “Ben hallederim beyefendi.” deyip elinde kocaman bir malzeme çantası ile dönüyor. Bizim daireye çıkıyoruz.

Dikkat ediyorum, bu kapıcı diğer kapıcılara benzemiyor. Kıyafeti bir kere, çok düzgün. Konuşması, kelimeleri telaffuzu tam bir beyefendi gibi. Koca İstanbul’da ev değiştire değiştire artık insan sarrafı olduk. Benim bildiğim kapıcı, üstü başı dağınık, hayatın yükünü sanki ondan başka çeken yokmuş gibi bezgin, biraz ürkek, biraz taşralı bununla beraber köşesinden kenarından azıcık emlakçı, bazen de kendini yönetici sanan bir sonradan görme falandır. En azından benim şimdiye kadar rastladığım kapıcılar hep böyleydi. Nihat, bu ölçülerin hiçbirine uymuyor.

Önce lavabo musluklarını sonra kalorifer peteklerini onarıyor. On parmağında on marifet, Allah nazardan saklasın. Kısa sürede tüm işleri bitiriyor. Galip bir kumandan nasıl askerlerinin sırtını sıvazlarsa Nihat da çantasını öyle okşuyor. Malzemeleri tek tek yerleştiriyor. Bu ne itina, bu ne incelik, şaşıp kalıyorum. Bizim hanım da bu arada bir güzel sofra kuruyor. Nihat’ı zorla yemeğe oturtuyoruz.

Yemeğin ardından çayları yudumlarken lafı malzeme çantasına getirip soruyorum:

-Bu çantanın kerameti n’ola, sanki koca bir dükkân...

Malzemeleri yerleştirirken nasıl ölçülü ve terbiyeli ise aynen öyle bana cevap veriyor.

-Bisiklet, nasırlı eller, malzeme çantası benim sigortamdır. Hele bu çantada yok yoktur. Matkaptan tut da her türlü tamir eşyasına kadar her şey bulunur. Musluğu bozulan, elektrikleri arızalanan, şofbeni çalışmayan hep bana gelir. Bu İstanbul öyle bir şehir ki başın dik, alnın açık yürüyebilmen için mutlaka bir ek iş yapman gerekiyor. Düştüğünde tekrar ayağa kalkabileceğin bir mesleğin hazır bulunacak. Sanat ‘altın bilezik’ malum, zor anda bozdur bozdur harca. Yoksa patronun veya yöneticinin iki dudağı arasından çıkacak “işine son verildi” yıkımını başka türlü defedemezsin.”

Nihat malzeme çantasına sigortam diyor ama bence onun en büyük sigortası karakteri, inceliği ve efendiliği.

Nihat’a bisikletin nasıl bir sigorta olduğunu soruyorum. Yarım kalan çayını da içtikten sonra ılık sesiyle başlıyor anlatmaya:

-İnsan, çocukluk tutkularına mecburiyetlerin kördüğümü ile bağlanacağını hiç bilemez. Ben keşke bir bisikletim olsa diye tam yirmi yıl sızlandım. Ama nasip olmadı. Kader bizi bugünlere getirdi. Zorluklar ile boğuşmaktan ideallere vakit kalmadı. İşsiz kalınca bir çocukluk hobimi gerçekleştirdim. Şimdi gazete dağıttığım bisiklet işte böyle bir mecburiyetin hikâyesini taşır.. .”

O konuştukça merak ettiğim meseleler de bir bir vuzuha kavuşuyor. Gazete dağıtan Nihat’mış.. Tahminim doğru, bu sabah aralıksız yağan kar altında gazete dağıtan adam işte karşımda duruyor.

Nihat, gitmek için izin istiyor. Hemen gitmesine razı olmuyorum. Ama ilk günden onu bıktırmak da istemiyorum. Tamir ücretini soruyorum. “İstemez diyor gülerek, öğretmen emeklilerine kıyak geçiyoruz. Siz benim yitik cennetimden kokular getiren postacılarımsınız. Postacı Burak Bey”... Nihat gidiyor. Bir hasrete ışık tutarak, beni kendine hayran bırakarak gidiyor. Nasıl olsa punduna getirip bir güzel söyletirim diye içimden gülüyorum. Neden bilmem, bir şeyler beni bu adamla dost olmaya zorluyor..

*** *** ***

O gece erken yatıyorum. Sabah ezanıyla uyanıyorum. Müezzinin ipekten sedası koca bloklara çarpa çarpa beyaz bir mavera tadı yayıyor zemine. Bu ne muhteşem bir davet Rabb’im. Gel de uyu. Bu fecir musikisi, bir karşı konulmaz hücum insana; kaçmak, duymazdan gelmek mümkün değil. İnsanı mutlaka bir yerinden yakalıyor. Sihirden öte, büyüden fazla, sesten özge bir tesir zerafeti. Bir firdevs kamçısı, bir asrı saadet asası. Camiye gidip cemaata katılmak artık farz. Kalkıp bir güzel abdest alıyorum.

Botları ayağıma geçiriyorum, sonra ver elini cami. Kar yağışı dinmiş. Rüzgârın uğultusu soğuk havanın hediyesi. Daha elli metre yürümeden ayaklarım çivi kesiyor. Aklıma her sabah kar kış demeden gazete dağıtan Nihat geliyor.. Acaba o hiç üşümez, saçlarını örten beresinden ifritten rüzgâr geçmez mi? Gazeteyi çantadan çıkaran elleri hiç donmaz mı? Ve Adapazarı’nda, çadırkentlerde hayat mücadelesi veren çaresiz insanlar. Zihnimde beyaz mutluluk-beyaz felaket arası seferler yapa yapa yürüyorum..

Camiye giriyorum. Elektrik sobasının etrafına iki kişi oturmuş, Kur’an okuyan imamı dinliyorlar; ne göreyim birisi Nihat. Evet ta kendisi. Öbürünü tanımıyorum. Ben de halkaya girip sobaya abanıyorum.

Namazı kılıyoruz. Dönüşte Nihat’la eve yollanıyoruz. Yalnız fırtına durmak bilmeyen uğultusuna devam ediyor.

Burası Beylikdüzü mü Ağrı’nın etekleri mi belli değil. Avcılar’a git bak, ses seda yok. Haramidere yokuşuna direksiyon kır, rüzgarın ulumaları başlıyor. Rüzgârı dizginleyene aşk olsun. İstanbul’un içlerinde çisil çisil yağmur yağıyorsa, buralarda sanki gök delinmiş gibi doluyla karışık bir fırtına eşliğinde yağıyor ve her yağmur peşinden bir sis bırakıyor.. Mevsim kışsa oralara yağmur, buraya mutlaka kar atıyor; orada kar, yerde bir gün kalırsa burada üç gün kalıyor.

Nihat ve ben tam cepheden esen rüzgâra doğru adım atmakta zorlanıyoruz. Rüzgâr, çatıları karla kaplı apartmanların içinde, yataklarında, dışarıdaki beyaz mutluluktan veya beyaz felaketten habersiz uyuyanları yuhalıyor adeta. Belki de ezanı duymayanları ıslıklıyor. Belli ki oynanan oyundan memnun değil. Hakemin düdüğüne rağmen bir türlü santrada oyunu başlatmayan futbolcuların hakkı ıslık ve kötü tezahurat; ezan bir hakem düdüğü. Evlerdeki insanlar futbolcular.. Rüzgâr, seyirci...

Bunları düşünürken Nihat’ı da kışkırtmak geliyor içimden. Balıklamasına dalıyorum:

-Bu sitelerde binlerce insan, yüzlerce hacı, Hicaz turisti oturuyor. Hani neredeler? Sabah namazında üç kişiydik. Bu rüzgarın yuhlaması boşa değil.

Nihat bu sözlerimden rahatsız oluyor. “Öyle deme, bir sabah namazına geldik diye bizim dışımızdakileri ligden düşürmeye hakkımız yok. Kendi günahlarımız bize yeter.”, diyor.

Hiç beklemediğim bu cevap karşısında sendeliyorum. Beni haristana onu gülistana atan mancınığın sırrını bulmaya çalışıyorum. Bu adam gerçekten “adam”. Benim at gözlüğü nazarlarıma göre onun hoşgörüsü ne kadar engin. Yaşımdan utanıyorum desem yeri...

“Kar , kırmızı yağsaydı acaba nasıl olurdu” diye tekrar sataşıyorum.

-Nasıl olacaktı, o zaman da ‘beyaz yağsaydı nasıl olurdu’ diye sorardın. İnsanoğlu ‘nasıl’ın kapanındaki bir faredir. ‘Niçin’in hikmetine ram olmaz da hep ‘nasıl’lara tenezzül eder. Benim ‘niçin’in zirvesinden ‘nasıl’ın çukuruna yuvarlanma lüksüm yok. Çünkü ‘niçin’ hikmettir; ‘nasıl’ lâf u güzaf..

Yolumuz marketin önünde ayrılıyor. O gazete bürosuna adımlayacak. Her zamanki işini yapacak. Ben ise emekli adam başıboşluğu içinde evde tekir kedi gibi günü tüketeceğim.

Ortalıkta bir başıma yürüyorum. Nihat’ın sözleri bıçak gibi kesiyor adımlarımı. Beynim uyuşuyor. Zar zor ilerliyorum. Burnum soğuktan keşire dönmüş. Rüzgârın ulumalarıyla beraber uzaktan uzağa martıların inleyişleri de kulağıma geliyor. Dört yol kavşağındaki balıkçı dükkanından bana doğru akın akın havalanıyorlar. Beyaz zeminde ak bedenleri, kırmızı kırmızı ayaklarıyla öyle manzarayı tamamlıyorlar ki... Bu arada daha yukarılarda kanat çırpan kargalar gözüme takılıyor. Nihat martı oluyor zihnimde, bense karga. Nihat’ın ince fikirliliği ne kadar kar beyazlığını tamamlayan martı ise ben de bir yığın kabalığımla o kadar kargayım.

Bu düşüncelerle eve geliyorum.

Günler su gibi geçiyor. Kuru soğuklar geride kalıyor. Nihat’la arkadaşlığımız günden güne artıyor. Aramızdaki yaş farkına rağmen bir kardeşten öte dost oluyoruz. Hanımların da arasından su sızmıyor. Ailece birbirimize gidip geliyoruz.

Güneşin saltanatında geçen bir günün akşamı Nihat bana uğruyor. Sevinçten uçuyor adeta.. “Bu akşam bizdeyiz beyim, size söyleyeceklerim var” diyor. Kabul ediyorum.

*** *** ***

Nihat’ın oturduğu daireye tam bir tevekkül havası hakim. Evdeki eşyadan aile fertlerine kadar her şeyde bir huzur göze çarpıyor. Her ne kadar kazan dairesinden gelen kömür kokusu ile zeminin rutubet kokan ekşiliği, ortalığı istila ediyorsa da evin içini kaplayan sadelik bunları ikinci plana atıyor. Yemek yediğimiz oda kütüphane gibi. Duvarlar kitap dolu. Vitrinden bozma kitaplığın tahtaları yıpranmış; komple bir raf, üç dört çeşit kolonya şişelerine tahsis edilmiş. Masanın mazisi de epey gerilere uzanıyor. Masanın üzerinde bir çalar saat... Koltuklara dikkat ediyorum, her birinin rengi deseni farklı. Köşede bir televizyon. O da yaşlı gözüküyor. Kütüphanenin tam karşısındaki duvara, içinde güzel bir hat ile beyitler yazılı iki üç çerçeve asılmış; bu çerçeveler Nihat’ın dünyasını da kısaca özetliyor. Kanaat, umut, sabır... Bir misal:

“Müreccahtır kanaat her zaman her türlü ikbale,
“Bakıp madûne insan, daima şükretmeli hâle.”
İsmail Safa

Yemek yerken gözlerim hep kütüphanede; bine yakın kitap, dile kolay. Bunca yıllık öğretmenlik hayatıma rağmen benim bile bu kadar kitabım yok. Doğrusu kıskanıyorum.

Yemeğin ardından Nihat’ın oğlu Ali, çayları dolduruyor. Ben kitaplığın önündeki koltuğa oturuyorum. Nihat çocuksu bir eda ile bana yanaşıyor:

-Buldum, Burak Bey buldum.
-Neyi buldun?
-Bisikletin kerametini buldum.
-Dinliyorum.
-Ama gülmeyeceksiniz. Film gibi bir şey.
-Tamam sen anlat.

-Bugün bisikletle eve geliyorum. Güneş ikindiden guruba doğru yürüyor. Sırtım güneşe dönük tekerlekleri izliyorum. Asfaltta gölge hâlinde bir başka Nihat pedal çeviriyor. Ben doğuya pedal çeviriyorum güneş mağribî ufuklara. Adeta güneşten kaçıyorum. Ensemde bir ışık demeti, alnımda serin bir firar heyecanı. Bisikletin gölgesi güneşe ters istikamette gittiğim sürece tam önüme düşüyor. Ben asfalttaki gölge ben’i, pedal çeviren Nihat’ı izliyorum. Ben öndeyim. Azametim, kudretim, makamım, şerefim, gururum, zaaflarım. Güneş tam arkamda. Güneşi unutuyorum. Önde giden gölgelerde fâni oluyorum. Gökyüzünü hesaba katmayarak pedal çeviriyorum. Hâliyle dalıyorum. On saniyelik bir fren sesi kulağımda çınlıyor. Tuğla yüklü bir kamyona çarpmaktan kıl payı kurtuluyorum. Aklıma güneş geliyor. Güneşe sırt çevirenlerin kaderi kamyon tekerleklerine vuslat. Sonrası enkaz...

Yoluma devam ediyorum. İçimi bir şüphe gıdıklıyor. Acaba güneşe doğru pedal çevirsem gölgenin hâli n’olur diye işkilleniyorum.. Bu sefer güneşe pedal çeviriyorum; biraz evvel önümde giden “gölge Nihat”, kaypak bir hırsız gibi bisikletin arkasına sıvışıyor. Makamım, mevkim, fani mutluluklarım, umutsuzluklarım, ekonomik kriz, borçlar, faturalar, çoluk çocuğun masrafları, hepsi kayboluyor. Belki beni kovalıyorlar. Kimin umurunda! Önümde cıvıl cıvıl güneş ışıkları. Vitesleri artırıyorum. Bisiklet yılan gibi kaçıyor gölgemden. Güneş ön tekerleğin lastiklerini okşaya dursun, berrak ümitler de yüreğime hücum ediyor. Yıllardır kanaat, sabır, aşk diye diye dilime pelesenk ettiğim meçhul sırrın adını koyuyorum. “Güneşe pedal çeviriyorum.” Kapıcılık yapsam da gazete dağıtsam da sıkıntılarla boğuşsam da helal lokmayı mideme indirdiğim, kara tipiye buluta rağmen yüreğimdeki idealleri üşütmediğim, izzetimle yaşadığım sürece güneşe pedal çeviriyorum. Yani güneşle barışık yaşıyorum.

Film bitti. Biraz saçma sapan bir senaryo gibi görebilirsin. Ama ben böyle buluşları hiçbir şeye değişmem.

Nihat havasında. Anlaşılan o ki dolu dolu bir muhabbet daha bu akşam bizi bekliyor. Altta kalmamak için;

-Kar, boran fırtına bastırdığı, güneş haremine çekildiği zaman neye pedal çevireceksin? diyorum.

Tüm ciddiyetini takınıyor. Yumru yumru elleriyle, ağarmış saçlarını göstererek başlıyor konuşmaya:

-Dışarıda kar, fırtına bastırmış çok mu. Benim başıma çoktan karlar yağdı. Babamın diyalize bağlandığı, benim de fakülteyi ikinci sınıfta bıraktığım sene saçlarıma ilk kar düştü. Bir sene içinde biriken karlar o gün bugün hiç erimedi. Bu saçlar varken uzaklarda kar tipi aramak beyhude. Ama ben içimdeki güneşi hiç kaybetmedim.

Şu gökyüzüne bir baksak; buluta, kara, tipiye, yağmura rağmen maviliğini asırlardır muhafaza ediyor.Sen iç dünyana öyle bir mavilik nakşedeceksin ki bulut da gece de kaplasa maviliğin bozulmayacak. Yürek beyim yürek! İnanç ve umut, bir mavilik insana. Dört değil on mevsim bile geçse maviliğimiz sabit kalabilmeli. İşte ben bunun için bulutlu havada da güneşe yani umuda pedal çeviririm.

-Neyin umudu?

-Herkesin güneşten süzülmüş bir umudu, bir gayesi vardır. Bu, küçük çaplı bir gayecik olabileceği gibi memleket ufuklarını şaha kaldıracak büyük manevralar da olabilir.

-Siyasete mi atılacaksın?

- ‘..….. neme gerek telli zurna’ Ben evvela bu apartmanın kapıcılığını adamakıllı bir becereyim kâfi.

“Hadi sordun ben de söyleyeyim. Her şeyden önce bir öğretmen olmak istiyorum. Yaşıma başıma bakıp da gülme lütfen. Herkes bir hedefe ok atıyor. Ben seneler evvel içimi yakan bir hasret ateşinin alevlerinden hâlâ çıkamadım. Bugüne kadar feleğin çemberinden geçtik. Girmediğimiz iş, çıkmadığımız kapı kalmadı. Hastalıklarla, mahrumiyetlerle bayağı piştik. Yıllar yılları kovaladı, çoluk çocuk boy verdi; gel gör ki çocuklukta yüreğime diktiğim öğretmen olma filizi bir türlü boy vermedi. Ne zaman güne başını kaldırsa vakitsiz hazanların tokatıyla yere düştü. Bereket köklerini uzattığı toprak kaypak değilmiş de büsbütün kendini hazana teslim etmedi.

Of ki of! Nereden açtık bu meseleyi. Biraz da siz anlatın; şuracıkta güzel güzel çay yudumluyoruz. Benim kederlerimle hasbihâli bulandırmayalım.... ”

Baktım Nihat’ın gözleri buğulanıyor. Yarasını kanatmak istemiyorum. Bir yandan da onu boşaltmak, sitemlerini özlemlerini sağmak için tam fırsatı diye içimden geçiyor. Onurunu kırmadan Nihat’ı Nihat yapan melalin şifresini çözmeyi arzuluyorum. Cılız bedeninde irfan ufuklarını tarayan dinanizmine hayranım.

Bir çay daha yuvarlıyor. Nihat’ı bırakmaya hiç de niyetli değilim. “Öğretmenlik hasretinde kalmıştık” diye giriyorum söze..

Madem başladık, diyor devamı da gelsin. “Laleli yokuşunu bilirsin değil mi, Edebiyat fakültesi binasını? Hani kocaman duvarlarıyla Beyazıt’a çıkan yolu kışla gibi denetleyen bina. Demin bahsettiğim filizlerimden en gürbüz olanının kırıldığı yer işte orasıdır. Uzun hikâye... Lise boyunca buranın hayaliyle yaşadım. İstanbul’da okuyordum. Ailem köyde o zamanlar. Bir evli ablam, bir ben, iki kardeşiz. O köyde, ben İstanbul’da. O, kavuşamadığı edebiyat muallimliğini benim mürüvvetimde görmeye inanmış lise mezunu şair, bense İstanbul ufuklarında ablamdan aldığım ilhamla kitapları toza dumana bulayan, romansa roman, hikâye ise hikâye, şiirse şiir kütüphaneleri harmanlayan delikanlı.

Ablamın yalvarışı hâlâ kulaklarımda çınlıyor: “Laleli yokuşuna tırmanamazsan yani fakülte binasına bir üniversite talebesi olarak giremezsen, iki elim yakanda olsun.” Allah’tan fakülteyi kazandım. İkinci sınıfa kadar her şey yolunda. Hatta asistan olmayı bile düşünüyorum. Ablamın şiirlerine edebî tenkitler döşüyor, dahası Fuzulî’den Baki’den dem vuruyor, mektupları bu gibi meselelerle dolduruyorum.

Ben, fakülte yollarını adımlıyorum. Dedim ya kader işliyor. Virajlar düz yollara, ovalar rampalara kavuşuyor. Meçhulden nasipsiz insanoğlu imtihandan imtihana yaprak gibi savruluyor.

Tam final imtihanları başlıyor ki köyden yürek burkan haber geliyor. “Babam ağır hasta. Acil gel.” Gidiş o gidiş. Ne Isparta’sı kaldı ne Antalya’sı. Nihayet Bursa’da bir arkadaşın da yardımıyla babamı hastaneye yatırdık. İş böbreklere varmış. Babam diyaliz makinesine bağlandı . Sen bilmezsin o diyaliz ne menem bir alettir. Bir para ejderhası. Bir kıyamet masraf. Gel de çık işin içinden. Aile perişan. Anam zaten şeker, tansiyon derken ayrı bir dert. Gelir yok.

Bu arada bizim final sınavları geçti. Hâliyle sınavlara giremedim. Zaten yıkılmışım, hepten tükendim; Okul defterini kapamak zorunda kaldım. Bursa’da iş aramaya başladım. Bir ayakkabı fabrikasında işe girdim. Köyden eşyaları getirdik.

Oof beyim of. Ne Laleli yokuşu kaldı ne asistanlık, ne de ablamın şairliği... Hepimiz bir mezara döndük. Okuldayken romanlardan hikâyelerden dram sahneleri okurdum; yüreğim cız ederdi. Kitaplar insana pişmiş soğan yediriyor; halbuki soğanın acısını, yiyen değil doğrayan bilir. Allah’ım ne günlerdi.. Bugünlere kavuşturan Yaradan’a milyon kere şükürler olsun.

Bu arada evlendim. Diyeceksin ki bu sıkıntıda ne evliliği? Nasip işte. Hanım da bencileyin taşlı dikenli yollarda boğuşuyormuş. Çeyiz olarak kitaplarını getirdi. O da edebiyat hastası. Bundan pahalı çeyiz, can sağlığı.

Sonra bir erkek çocuğumuz oldu. Babamın adını verdik. Babam bilsen ne kadar sevindi. “Allah bana bir oğul balı bağışladı ya, ölsem de gam yemem” dediğini bugünkü gibi hatırlarım Oğul balı, Ali’dir. İzdivacı biraz da babam için erkene aldım. Mürüvvetimi görsün istedim.

“Atanın devesini alma duasını al.” demişler. Babamı memnun etmek için elimden geleni yapıyordum. Kanaatle gelen huzur sayesinde geçinip gidiyorduk. Küçük mutlulukların sahibi olabildiğimiz, ulaşamayacağımız zenginliklerin esiri olmadığımız için hayat bize gülebiliyordu.

Ali bu arada büyüdü. Babamın hastalığında tek eğlencesi, diyebilirim ki Ali oldu. Sonra ülkeyi sarsan “kriz canavarı” bizim işyerine de uğradı. Fabrika toplu halde sepet havasını çalmış da haberimiz yok. Bir bahar sabahı işyerine vardığımızda bütün işçiler hepimiz işsizdik. İki yüz işçi yetim kaldık. Düşünsene dışarda bahar, evde hazan. Bu hazana iki ay içinde babamın vefatı da eklenince iyice çöktüm. İki büklüm idim, oldum dört büklüm!

Yeryüzünün yeşile bezendiği, Bursa ovasındaki ağaçlara su yürüdüğü, menekşelerin çimenliklerde caka satıp çayırlara mor kokulardan mabedler inşa ettiği nisan günleri işten atıldık.

“İstanbul’a nasıl geldin?” diye soruyorum. Heyecanlı heyecanlı anlatıyor:

-İşsiz kaldıktan sonra, Bursa’da bir halk otobüsünde karın tokluğuna muavinlik yaptım. Otobüs sahibinin evine bir iki defa tamirata gittim. Adam işi beğenmiş olmalı ki bana İstanbul’da kapıcılık teklif etti. Burada dairesi varmış. Yeni bir blok olduğu için kapıcı da lazım. Ben derhal kabul ettim. Laleli yokuşu hasretimi dindirmem için büyük bir fırsattı. Bir hafta içinde taşındım. Bir senedir kapıcıyız anlayacağın. Bu yıl ÖSS’ye gireceğim.

Biz muhabbete dalmışken çöp saati de geçiyor beyim. Sen bizim Ali ile sohbet ede dur. Ben on beş yirmi dakika sonra buradayım.

Bu esnada bizi dinleyen Ali, çakmak gözlerini babasına nişanlıyor. “Çöp servisini ben yaparım babacığım”, diyerek yıldırım hızıyla kapıdan çıkıyor.

*** *** ***

Ali gözümde büyüyor. Baştan ayağa saygı, tepeden tırnağa edep dolu. Sohbetin mecrasını hafiften değiştirmiş olmak için “Bu çocuktaki cevher nereden geliyor” diye Nihat’a takılıyorum. “Dedesinden aldığı on senelik sevgidendir, diyor mülayim bir tebessümle.

-Kapıcılıkla nereye varabileceksin, bu apartmanın kahrını çekmek seni usandırmıyor mu, diyorum. Nihat adeta gürlüyor.

-Ben iradenin tarif ettiği cennete talibim. Gökten paraşütle itildiğim, kanatların bana ait olmadığı bir inişle kavuştuğum cennneti değil, yalın ayak, idrakime batan dikenlere basa basa, yolculuğumun farkına vara vara, zorun rüyalarını ayaklarıma çarık yapa yapa, yârlarda tanıştığım ölüm egzersizlerinden zevk ala ala, yolumu kesen köprüsüz nehirlerden kulaçlarıma tevekkülün verdiği güçle geçe geçe vardığım bir cenneti istiyorum. Bu da ekonomik özgürlük ile mümkün beyim ...

Nihat’ın sohbetine doyum olmuyor. Lakin saat bir hayli geçti. Bugünün yarını da var. İzin isteyip evime çıkıyorum.

*** *** ***

Gece bir battaniye gibi İstanbul sokaklarını örtüyor. Beylikdüzü uyuyor. Marmara denizi uyuyor. Yalnız gökyüzü uyanık, yıldızlar uyanık, ay uyanık... Kanepeye şöyle bir uzanıyorum. Nihat’ın sözleri odaya üşüşüyor. İçimden, beni sarhoş eden cümleleri tercüme etmeye çalışıyorum. Beceremiyorum. Öyle zannediyorum ki Nihat’ın üslubu bir kır pınarına benziyor. Suyundan her önüne gelen içemiyor.

Uykuya peşkeş çeken kirpiklere direnmeye çalışıyorum. Aklımda hep Nihat. Bir kriz fotoğrafı olan Nihat. Felaketlerle suyu çekilmiş değirmene dönen, fakat azmi iradesi ve inancıyla bu susuz değirmene elektrik getirip değirmenlik fonksiyonunu ona yeniden kazandıran Nihat. Her şeye rağmen şevkini yitirmeyen Nihat. Buluta hazana aldırmadan güneşe pedal çeviren Nihat.


Hüseyin Karaca

emeğine sağlık kardeşim teşekkürler...

ilginize ben tşk ederim...


Hikaye & Kıssalar.

MollaCami.Com