Bölümler | Kategoriler | Konular | Üye Girişi | İletişim


Reyyan

MERAKIM BATSIN, MERAKLANMIŞTIM. YAKINDAN BAKINCA BİR KISMI BÜYÜK BİR KISMI KÜÇÜK HARFLERLE YARIM YAMALAK OKUNABİLEN “RABBİM BENİ REYYAN’A YAZ” SÖZLERİNİ SEÇTİM. BİR KIZ İSMİYDİ BU BE! KAFAM ÇIFIT ÇARŞISINA DÖNDÜ BİRDEN.


Kara sinek, ahşap sehpanın üstündeki fesleğenin açık yeşil yapracıklarından kalktı, elimdeki tatlı tabağının çevresinde birkaç manevra yaptı. Yaklaştı, uzaklaştı. Kat kat baklava diliminden aşağıya, beyaz porselen zemine doğru akmış, hamur kırıklı, ceviz parçacıklı şerbet gölünün sahiline kondu, hemen kalktı. Tekrar kondu. Ürkütmemek için tabağı hareketsiz tuttum. Oynatmadım.

Arka kısmı kara tüylü şişman kara sinek, elimde kımıltısız tuttuğum baklava tepesine yaklaştı. Yassı kafasının altından çatallı, ucu yassı hortumunu çıkardı. Sarımsı şerbet deryasından nasiplenmeye başladı. Somurdu, somurdu. İçine çektiği yerin tadı hoşuna gitmemiş gibi, biraz uzağa, biraz yakına yer değiştirdi. Ha babam somuruyordu. Nevalesi bitecek gibi değildi. Bir kara sineğin cirmi ne ki, yediği ne olsun! Şerbet deryasından hiç eksiltemedi. Geri çekildi. Ön ayaklarıyla antenlerini sildi, yalandı. Arka ayaklarıyla kanatlarını sıvadı. Sırtının kambur kısımlarına kadar masajı ilerletti. Banyoda kendi sırtını keselemeye çabalayan şişman birine benziyordu.

Sineğin sabun köpüklü lifi ulaştırmaya çalıştığı yerde, İki kürek kemiğimin arasında bir dirsek darbesiyle şimşeklendim. Ne olduğunu anlamak için refleks hareketiyle geri döndüm. Abim ağzını yamuşturmuş Bruce Lee tavırlarıyla bana bakıyordu. Dirseği hâlâ doksan derece hamle pozisyonundaydı. Kare donmuştu. Film ilerlemiyordu. Ben konuşmasam o sadist zevkinin doruklarından inmeye niyetli değildi. Açık çenesiyle dişlerini gösteriyordu:

- Heayth! Kamburlaşma!

Sırtımdaki sinirler, dirsek yumrusunun indiği yerden omur tırtırlarımın çevresine acıyı damar damar yayıverdi. Birkaç saniye sonra da o bölge alev alev yanmaya başladı. Sanki bir kürek kızıl köz getirmişler de oracığa basmışlar gibiydi.

Abim annemin gönüllü kolluk kuvvetiydi. Annemin benim için geliştirdiği bazı beden düzeltme teorilerini pratiğe aktarırdı. Bunu zevkle yapardı. Takışmaya değmezdi.

Annem bu sıralar duruşuma takmıştı. “Kambur olacak bu oğlan kambur.” diyordu. Gelip geçerken sırtıma bastırıyor, oturuşumu düzeltiyordu. Elinin uzanamadığı zamanlarda gözbebeklerini yuvarlıyor, bakış zoruyla bana dik duruş öğretiyordu.

Ortalıkta sinek minek kalmamıştı. Ben de deminki zarkanatlı gibi tabaktaki nasibimi bitirmeden kalktım. Montumu alıp fırladım sokağa. Sokakta gelip geçen insanları kamburu çıkanlar ve dik duranlar diye iki grup hâlinde görmeye başladım.

Şu bakkal bu kadar başı önünde miydi? O pideci çırağı niye bu kadar dik yürüme çabasında ki? Saçlarını da o biçim geriye jölelemiş. Kime ne ispat edecek? Ya şu orta yaşlı amca daha babam yaşında; ama neredeyse iki büklüm. Bu gözle bakınca, kendimi kamburlar, dik yürüyenler, dümeni eğriler, sırtı bombeliler ve oklava yutmuşlar cumhuriyetinde gibi hissettim. Gönlüm ezik, gururum incinmiş bir şekilde gezdim kaldırımları.

Canım sıkıldıkça, sevinçli bir şey oldukça, anlatacağım bir mesele olunca ya da hiç yoktan Ekrem Abiler’e gider olmuştum. Sağ olsunlar geri de çevirmezlerdi. Değil geri çevirmek, her zaman el üstünde tutarlardı bizleri, alabildiğine gönülden davranırlardı.

Canım sıkılmıştı. Abimin dirsek acısı sırtımda, asıl ağırlık yüreğimde, Ekrem Abiler’e yollandım. Zili çaldım, içeri girdim. O gün yeni bir abi gelmişti eve. Misafir değilmiş, artık burada kalacakmış. Kalacakmış ama bana biraz garip geldi. Adı Raif’ti.

Raif Abi’nin garipliği duruşundaydı: Basbayağı kamburdu. Sırtında küçük bir basketbol topu saklı gibiydi. Kamburluğu kalıcı değildi. Sanki kendi isteğiyle kamburlaşıyor gibiydi. Tipine baksanız süklüm püklüm, içine kapanık bir mıymıntı derdiniz. Oysa konuşması, sohbeti, muhabbeti hiç de öyle değildi. Şen şatır bir sohbet adamıydı. Yaşar Kemal’in sırım gibi delikanlı İnce Memet’i sofra başında nasıl yumak kirpi gibi yumuk yumuk, tortop oturuyorsa Raif Abi de o dalyan cüssesine rağmen kamburunu çıkardıkça çıkarıyor, Victor Hugo’nun Quasimodo’su gibi yamuklaştırıyordu bedenini. İlginç bir kişilikti vesselâm!

Her zaman yanında bir hadis kitabı taşırdı. Kütüb-i Sitte’den miydi, Buhari’den miydi, şimdi hatırlayamayacağım. Belki de Riyazüssalihin’di. Bu cildi yıpranmış kitabın vişne çürüğü ipi hep cennet bahsinde dururdu. Bu bahsin hadislerinden birinin altı kırmızı tükenmez kalemle çizilmiş, çizginin üstünden birkaç defa gidilmişti: “Cehennem nefsin hoşuna giden şeylerle, cennet de nefsin hoşuna gitmeyen şeylerle çevrilidir.”

Raif Abi’nin sağ elinin orta parmağında kalın denebilecek bir gümüş yüzük dururdu. Temizlik konusunda titiz biriydi. Tuvalete giderken saatini, yüzüğünü üşenmeden çıkarır, abdestini aldıktan sonra bunları yeniden takardı.

Bir gün kendisi lavaboya uğramışken saatini aldım, evirdim çevirdim, markasına baktım. Yüzüğünü aldım parmağıma taktım. Biraz bol geliyordu bana. Çıkardım. Üstünde çapraz çizgiler vardı. İç tarafını inceledim. Belli belirsiz çizgiler vardı orada. Bu silik çizgiler bazı kelimelerin kargacık burgacık harflerinden başka bir şey değildi. Harfler elle yazılmıştı. Belki de bir bıçak ucuyla falan kazınmıştı, gümüş yüzüğün iç kısmına.

Merakım batsın, meraklanmıştım. Yakından bakınca bir kısmı büyük bir kısmı küçük harflerle yarım yamalak okunabilen “Rabbim beni REYYAN’a yaz” sözlerini seçtim. Bir kız ismiydi bu be! Kafam çıfıt çarşısına döndü birden. Aklımdan envai türlü şüphe geçti. Raif Abi dediğimiz kişi anasının gözüymüş meğer.

Bu küçük dedektiflik macerasından sonra, Raif Abi’nin benim gözümdeki kamburumsu mahcup görüntüsüne, çevresinden bir gönül ilişkisi saklayan utangaç bir âşık silüeti eklendi. Bu bakış değişikliği, ona olan muhabbetimde epey azalmaya sebep oldu. Nasıl olmasın, adam düpedüz bizi aptal yerine koyuyor, bu melek gibi abilerin arasında yuvalanıp dışarıda fıstıkçılık yapıyordu. Safi bakışlı bu insanlara nasıl da ehli kalp bir veli gibi görünüyordu. Pes doğrusu!

Bir gün Ekrem Abiler’in evinden kendi evime çıkmak üzereydim. Çay sohbetinin son demleriydi. Bilirsiniz çaydanlıktaki çayın miktarıyla sohbetin demlenmesi ters orantılıdır. Zaman ilerledikçe sohbet koyulaşır, kıvamlanır. İsteseniz de ayrılamazsınız çay tepsisinin çevresinde oluşan muhabbetin çekim gücünden. Laf ballandıkça ballanır, söz tatlandıkça tatlanır.

O zaman da laf lafı açmıştı, herkes öncekinin bıraktığı yerden alıp diğerine teslim ediyordu lafı. Bir bayrak yarışıdır gidiyordu. Ben de sırası gelince annemin kambur duruşum hakkında söylediklerinden, abimin sırtımı düzeltmek için uyguladığı dirsek darbelerinden yakındım. Yaşadıklarımdan, hislerimden söz ettim. Bir genç olarak bana karışılmasından ne kadar sıkıldığımı paylaştım. Paylaştım paylaşmasına da nereden bilirdim söylediklerimle oradaki birini, Raif Abi’nin kambur sırtını dürtüklediğimi.

Raif Abi, kendi kamburunu da ilgilendiren bir sohbetin ikliminde olduğunu sezmişti:

Olsun be kardeşim, dedi olsun, burada kambur derler adama amma mahşer meydanında harama bakmayanlar içinde anılır adın, harama bakmamak için sokakta başını öne eğerek gezenler grubunda çağrılır adın. Hem haram görüntülere bakmayanları cennetin Reyyan kapısından alacaklarmış içeri.

Gözleri dolu dolu olmuştu. Dokunsan ağlayacaktı. İşlemcisi düşük beynimle ben neye uğradığımı şaşırmıştım. Kafama dank etmişti koca bir şey. Yeni anlamıştım yüzüğün içindeki “Rabbim beni REYYAN’a yaz” cümlesini, bu cümledeki Reyyan’ın ne manaya geldiğini. Yanarım da bu cennetlik abi hakkında böyle düşündüğüme yanarım.

Raif Abi gözyaşlarına sahip olmaya çalışarak ekledi:

- Sen yeter ki bakışlarını sokaktaki haram görüntülerden koru! Bunun için başın önde yürümüşsün, kamburlaşmışsın, tipin kaymış, ne zararı var! Cennetin Reyyan kapısından alırlar seni, işin gümüş olur o zaman!


Şemseddin YAPAR

emeğine sağlık kardeşim teşekkürler...

ilginize ben tşk ederim...


Hikaye & Kıssalar.

MollaCami.Com