Bölümler | Kategoriler | Konular | Üye Girişi | İletişim


Huzur Bulutları

On bir genç, her gün olduğu gibi, o gün de akşam üzeri Rıhtıma yaklaştılar. Fakat nedense bugün garip bir his vardı içlerinde:
- Bugün sanki biraz farklı olacak, dedi içlerinden biri.
- Sende de mi aynı his var? diye sordu bir diğeri.
- Galiba hepimiz aynı şeyi hissediyoruz, dedi başka bir genç.
- Demek bugün uçmak zorunda kalacağımız hususunda hemfikiriz.

Hepsi birden “Evet” diyerek tasdik ettiler.

Gerçekten de hepsinin içini korku ve heyecan karışımı bir his sarmıştı. O gün herhalde uçmak zorunda kalacaklardı. Halbuki her şey aynı görünüyordu. Güneş aynı yerden batması gereken zamanda batmakta, o tatlı rüzgâr yine aynı hızda ve aynı serinlikte esmekteydi. Ve işte, Huzur Bulutu da her zamanki gibi iki bin metre yükseklikteki uçuruma yanaştı ve yolcularını aldı.

Her akşam on bir genç, bu uçurumun kenarına gelir ve Huzur Bulutuna binerlerdi. Bu yüzden gençler uçurumun bu noktasına ‘Rıhtım’ derlerdi. O gün de bindiler ve bulut üzerinde, her akşam üzeri olduğu gibi, ufka doğru yolculuğa başladılar. Elbette yolculuğun son noktası ufuk değildi. Oraya ulaşamazlardı. Maksat güneşin o tatlı, göz yakmayan kırmızı ışığının sudaki aksini, daha uzun süre görmekti sadece.

Bir müddet sonra geri döneceklerdi. En azından o zamana kadar hep öyle olmuştu. Huzur Bulutunun üzerinde, yüz üstü uzanmış, elleri çenelerinde, ayakları diz kapaklarından itibaren kalkmış ve sallanır vaziyette uzun süre seyrettiler ufku. Sonra, nedendir bilinmez, Huzur Bulutu titremeye başladı. Daha önce hiç böyle olmamıştı.

- Galiba zamanı yaklaşıyor, dedi biri.
- Galiba zamanı geldi bile, dediler.

Evet, zaman gerçekten de epey yaklaşmıştı. Derken uzaktan yaklaşmaya başladı beklenen. Ufuk akşam olmadan kararmaya başladı. Yaklaştı yaklaştı, üstlerinden geçti ve bir anda her tarafı kapladı beklenen kara bulutlar.

- Bu, Nur Dedenin haber verdiği andır, dedi gençlerden biri. Artık uçma zamanı geldi.

Yıllar öncesine gitti hayaller. Nur Dede onları ilk defa Huzur Bulutuna bindirmiş ve onlara demişti ki:

- Yavrularım! Bu buluta gelin, her gün bu vakit binin ve batan güneşi buradan izleyin. Bu bulut üzerinde kendinizi hep emin hissedin. Ta ki o güne kadar.
- Hangi güne kadar Nur Dede?
- Huzur Bulutunun titrediği güne kadar. O gün çok kısa bir sürede göğü kara bulutlar kaplar.
- Peki, o zaman ne yapalım Nur Dede?
- İşte o gün, şu an size öğreteceğim anahtar duayı edin ve uçun. Sadece uçun, yolda hiçbir şeye takılmayın aman, o tatlı rengi görünceye kadar uçun!
- Hangi rengi Nur Dede?
- O renk ki, ne doğuda ne batıdadır, çok gözler görmemiş ve gören gözler tasvir edememişlerdir.
- Peki, nereden bileceğiz o renk olduğunu?
- O kadar tatlıdır ki, görenin içinde şüphe bırakmaz. Onu görünce kapatın gözlerinizi ve dalın o renge.

Evet, o gün gelmişti işte. Nur Dede de yoktu artık. Anahtar sözleri söylediler hep birlikte.

- Ey Sultanımız, yolculuk vaktidir. Sana güvendik, sana sığındık. Bizleri gök denizinin balıkları eyle de yüzer gibi uçalım ve yolda bizleri yıldırma. Sadece Sana dönük olan gözümüzü kaydırma.

Artık göğün balıklarıydı onlar, yüzüyorlardı istedikleri gibi. Yükselmeye başladılar. Yükseldiler, yükseldiler. Kara bulutun içine daldılar. Buluttan çıkarken uzaktan yaklaşan Kara Bedevileri gördüler.

Kaçmaya yeltendiler, ama başaramadılar. Bedevilerin reisi, Sultana asi biriydi. O yüzden de sultan için uçanlara tahammül edemezdi.

Yakaladılar gençleri. Yatırdılar kara bulutlar üstüne. Vurdular ha vurdular. Vurdular ha vurdular. Her tarafta reisin o bunaltan sesi. “Sultana asiyiz deyin ve asıl sultan ben olduğumu kabul edin. Şu ayağımın altını öpün. Öpün ki sizi yücelteyim. Kendime asker yapayım, karnınızı doyurayım. Yoksa size vaat ettiğim tek şey işkence. İşte budur cennet ve cehennem bence.” Gençlerden tek bir cevap yükseldi: “Hayır. Biz Sultanımızı sultan biliriz.” “Ben sizi döndürmesini bilirim.” dedi kara reis.

İçlerinden birini seçti. Ayaklarını ve kollarını ayrı ayrı dört ata bağladı ve atları dört farklı yöne sürdürdü. Oracıkta şehit oldu genç. “Yarına kadar iyi düşünün.” dedi reis.

Ertesi gün seçilen genç, reisin ayağını öptü ve onun adamları arasına girdi. Diğer gençler bir gün önce şehit olanın haline elbette üzülmüşlerdi; ama bu gencin haline hüngür hüngür ağladılar. Bir gün sonra seçilen genç de şehit oldu. Gençler “Ey Sultanımız. Yardımın ne zaman? Hepimiz ölürsek yolculuğu kim yapacak?” dediler. Biraz sonra esen sert bir rüzgar yüzünden gençler gözlerini kapattılar. Gözlerini açtıklarında ortada ne kara bulutlar vardı, ne de kara bedeviler. Epey yükselmişlerdi ve artık fezada yüzüyorlardı. Sultana şükrettiler.

Bir müddet yükselince onlarla ters istikamette uçan, her biri tatlı bir sarı ışıkla aydınlatılmış, yiyeceklerle bezenmiş sofralar ve başlarında, onları ellerinde şarap, sofraya buyreden dilberler gördüler. Gençlerden biri “İşte o tatlı renk.” dedi.
Diğerleri:
- Hayır, baksana bu bildiğimiz bir renktir, her biri sadece bir sofra aydınlatmaktadır, her birinde
sadece bir sofra yiyecek vardır ve en önemlisi her biri ters istikamette uçmaktadır, dediler.
- Belki de haklısınız; ama bir parça yer kalkarız, sonra yola devam ederiz.
- Ama Nur Dede hiç durmamamızı söyledi.
“Bu durma sayılmaz.” dedi genç, yaklaştı sofralardan birine, oturdu. Dilber sundu şarabı ve başladı ziyafet. Biraz sonra doydu aslında. Aslında, ilk geldiğinde de aç değildi, ama artık Dilber için yiyor, Dilber için içiyordu. Yolculuğa devam etmeyecek miydi? Elbette edecekti. Sadece biraz dinleniyordu. Dilber verdi o yedi, Dilber sundu o içti. Yedi genç uzaklaşan sofranın ardından çok bağırdılar, ama seslerini duyuramadılar gence. Arkasından gidemezlerdi. Çünkü ters istikamette uçuyordu. Gözden kayboluncaya kadar bağırdılar… Sonra uçmaya devam ettiler.

Bir müddet sonra, parıl parıl parlayan, altından dağlar gördüler. Önce gözleri kamaştı, sonra altısı yola bakınca kendilerine geldiler. Biri ise yolu unutmuştu. “Aman Allah’ım bu ne tatlı renk!” dedi, gözleri kamaşmış genç. “Bildiğin sarı.” dediler diğerleri. Gözleri kamaşmış genç, biraz kendine geldi ama yine de “Bakın bu ters istikamette uçmuyor.” dedi. “Ama duruyor.” dediler diğerleri. “Sadece biraz alayım, hemen geliyorum.” dedi. Aldı bir miktar ve uçmaya başladı. Arkadaşlarına gülüyordu için için, “Uçmaya mani miydi ki bu altınlar?”. Diğerleri beş parasız uçuyordu, oysa o hem zengindi, hem de uçuyordu. Yeterli bulmadı aldıklarını, döndü biraz daha aldı, bir miktar daha uçtu. Aslında daha fazlasını da taşıyabilirdi. Döndü, bir miktar daha aldı. Acaba ne kadar almıştı. Durup saymaya başladı. Hata yaptı , tekrar saydı. Arkadaşlarına gülüyordu için için, “Uçmaya mani miydi ki bu altınlar!?”. Diğerleri beş parasız uçuyordu, oysa o hem zengindi, hem de uçacaktı birazdan. Hata yapmadı, ama emin olmak için bir daha saydı. Farklı çıktı, yine saydı. Arkadaşlarına gülüyordu için için, “Uçmaya mani miydi ki bu altınlar!?”. Diğerleri beş parasız uçuyordu, oysa o hem zengindi, hem de uçacaktı birazdan. İyi ama arkadaşları neredeydi... Neredelerse neredelerdi!..

Altı genç, yollarında yüzen büyük bir ada gördüler. O an itibariyle alt tarafındaydılar adanın. Adaya yaklaşınca, kenarlardan sarkıp, onlara bakan insanlar gördüler. Onları bekliyormuş gibi bir halleri vardı. Ada seviyesine geldiler, seviyenin biraz üstüne çıktılar. Ada üstünde biraz yüzdüler. Muazzam bir kalabalık onları alkışlıyordu. Her biri için birer kürsü hazırlanmıştı. Her kürsünün etrafında resmi giyimli, sırıtkan simalı adamlar, giyimlerine yakışmayacak hareketlerle, altı genci halka tanıtıyordu. Halk ise, onların ne dediklerine çok önem vermeden, devamlı alkışlıyordu. Mutlu oldukları çok belliydi. “İşte bu gerçek bir imtihandır, biz bu kürsülere çıkamayız, yolumuza devam etmeliyiz” dedi gençlerden biri. Diğer beş gençten dördü ona hak verdiler. Beşincisi ise farklı düşünüyordu. “Olur mu canım, bakın nasıl da alkışlıyorlar bizi. Biz onların efendileriyiz.” dedi. “Bu adayı çok yanlış resmettin. Gel bir de ben resmedeyim. Bu halk o kürsüler etrafındaki adamların kuklaları. Kürsüler etrafındaki adamlara ise kürsüye çıkacak adamlar lâzım. Yani kürsüye çıkanlar halkın efendisi değil kürsü etrafındaki adamların köleleri olacaklar.” dedi arkadaşı; ama nafileydi. Çünkü genç kürsüye çıkmıştı bile.

“Beni dinleyin halk!” dedi genç. Bir alkış tufanı koptu. Gencin çok hoşuna gitti. Bir müddet konuştu, yolculuğundan bahsetti. Devamlı alkışlanıyordu. Aslında ne dediğini umursayan pek yok gibiydi. Etrafta ara vermeksizin şarkılar çalınıyor, eğlenceler tertip ediliyordu. “Neyse ben uçayım artık.” dedi kendi kendine. Biraz uçtu, fakat hayır, daha fazla uçamıyordu. Kürsü etrafındaki adamlar bir ucu kendilerinde diğer ucu gençte olan zincirlerle bağlamışlardı onu. Birine yaklaştı: “Ne yapıyorsunuz?” diye sordu. Halka gülücükler dağıtıp biraz önce onu alkışlayan adam birden sertleşti: “Bana bak. Sen bu kürsüyü bedava mı zannediyorsun? Öyle çık, istediğini söyle, sonra git. Bir ücreti var elbette!” “Nedir ücreti?” diye sordu genç şaşkın şaşkın. “Biz istediğimiz zaman bu kürsüye çıkacak ve bizim istediğimizi söyleyeceksin. Biz de seni hem kahraman, hem de zengin yapacağız.” dedi kürsü etrafındaki adamlar. Zamanla o da alıştı bu hayata. Bazen sevdi bazen iğrendi. Ama her istendiğinde kürsüye çıktı ve halka ‘Ben sizler sayesinde varım’ diye başlayan bir konuşmayla kürsü etrafındaki adamların istediklerini söyledi. Kürsü etrafındaki adamlar da halka gülücükler dağıtarak, halkla beraber onu alkışladılar. Başka birini bulunca da onu kürsüden uzaklaştırdılar...

Arkadaşlarını adada bırakan beş genç, uçmaya devam ettiler. Bir müddet sonra, her tarafı kaplayan tatlı renkli bir ışık gördüler. Bu öyle bir renkti ki, ne doğuda gören olabilirdi ne batıda, ne de kimseye tasvir edebilirlerdi. Yumdular gözlerini daldılar o ummana...

Bir müddet sonra gözlerini açtılar ve o tatlı rengin, hâlâ, her tarafı kapladığını gördüler. İçleri huzur doluydu ve bu huzur, çocuksu bir heyecan veriyordu onlara. Bir müddet uçtuktan sonra çatısı yere eğik, mahcup ve mahzun duran bir hane gördüler. İçeriye girdiler. İçeride haneye uygun bir zât vardı. Hemen tanıdılar mahcubiyetinden. Bu olsa olsa meşhur ataları olabilirdi, bir günaha tövbe için bir ömür, başı önde dolaşmış ataları.Tövbe dersi aldılar ondan. “Hep başın önde midir?” diye sordu beş genç. “Hayır, şu yöne rahat bakarım.” dedi ve gençlerin uçmakta olduğu yönü gösterdi. “O yönde ne var ki?”. “Bir günahın olabilecek en büyük sebeb-i hikmeti; cennetten arza yolculuğun olabilecek en tatlı meyvesi, o yöndedir Efendiler Efendisi. Benden işlenmiş bir günaha tövbe dersi aldınız. Gidin ondan alın gerçek dersi. Affedilmiş, olmamış günahlara nedameti.”

Artık tasalanma öyleyse ey atamız
Düşsen de nedametin tatlı meyve vermiş sülbünden

Mahzun haneden ayrılıp yollarına devam ettiler. Sonsuz bir merdiven gördüler yolda. Merdivenin dibi bir kuyuya iniyordu. Kuyuda bütünüyle bir halk, Zorbalara kölelik yapıyordu. Eli asalı nurani genç, kral zorbaya “Bırak halkımı gitsinler!” dedi. O bırakmadı. Genç asasıyla zorbaları karanlığa boğdu. O an birçok harikalar gösterdi halkına, halkı da gördü, ama hep gözlerini çevirdi. Halkını aldı genç ve merdivende yükselmeye başladı. Nedense hiçbir basamağı beğenmiyordu halkı. Bir sonraki basamağı, hep oldukları basamaktan memnuniyetsizliklerinden dolayı istedi halk. Her memnuniyetsizlik, merdiveni aşağı çekiyordu. Basamaklarda yükselen halk, hakikatte hep alçalıyordu. Anlamıyorlardı elbette merdivenin alçaldığını. Boş mekanda referans noktaları yoktu halkın. Tek bir referans noktası vardı: Memnun olunmayan basamak. “İyi ki o basamaktan kurtulduk” cümlesini hep “Bu ne biçim basamak?” sorusu izledi.

Beş genç anlıyorlardı merdivenin alçaldığını. Çünkü onlar merdivenin üstünde değillerdi. Uzakta belli belirsiz başka merdivenler görünüyordu habire yükselen. Anlayamadılar bu işin sebeb-i hikmetini. Asalı gence yaklaştılar. Bakamadılar yüzüne nuraniyetten. Asalı genç peçeyle örttü yüzünü.
-Ey asalı genç! Biz bir şey anlamadık bu olanlardan. Anlaşılan bu makamda dersi senden alacağız. Bize dersini lütfet, dedi beş genç.

Asalı genç onlara sabır, şükür ve gençlik dersini verdi ve şöyle bitirdi cümlelerini:
-Benim halkım olana şükretmediği için merdivenleri hep aşağı inmektedir. Uzakta görülen merdivenler, Efendiler Efendisine tabi olanlardan, değişik çağlarda gelenlerin merdivenleridir. Ondan sonra her bir çağda ona tabi olanlar olacak. Onlar, bulundukları basamağa şükrederler. Her bir şükür, merdiveni yükseltir. Böylece onlar yorulmadan yükselirken, bir gözleri de hep bu merdivendedir. Alçalan merdiveni gördükçe yükseldiklerini anlarlar. Haydi siz gidin gerçek dersi ondan alın.

Uçmaya devam etti beş genç. Büyük bir ateş gördüler yanmakta olan. Yaklaştılar ateşe. Tüm şeytanlar, onlardan aşağı kalmayan insanlar, şeytanlıkta şeytanla yarışan reisleri kontrolünde odun taşıyorlardı ateşe. Sadece bir güvercin, kendisiyle alay eden şeytanlara aldırmadan, gagasıyla su taşıyordu ateşe. O su söndürmezdi elbette ateşi. Hikmet Sultana aitti. Dilerse ateşi söndürecek, dilerse ateşin içinde görülenlere, ateş ortasında bir gülistan sunacaktı. Dışarıdan bakan dostlar, ateşin içinde hali nasıl acaba diye üzülürken, içeride bir dost, Sultanın nimetine şükretmekteydi. Beş genç bu dosta yaklaştı ve ‘Ey dost, anlaşılan bu makamda dersi senden alacağız’ dediler. Dost onlara dostluk dersi verdi: ‘Dostluk sadece Hakka ibadet etmek ve sadece ondan yardım dilemek, sadece ona güvenip yeni doğmuş bir çocuğu çölde terk etmek, sırf onun rızası için genç evladını kurban etmeye razı olmaktır. Ama unutmayın ki Halillikten de ötesi vardır.’ ‘Nedir o ey Halil?’ ‘Habiplik’ ‘Peki Habip kimdir?’ ‘Efendiler Efendisi, kurban olmaya razı bir oğul dalından gelen en tatlı meyve. Siz gidin dersi ondan alın.’

Uçmaya devam ettiler. Bir müddet sonra gördüklerinden Habip ufkuna ulaştıklarını hemen anladılar. Çöl ortasında bir gülistan gördüler. Merkezde güllerden gül bir zat, etrafında kokularını ondan alan her biri ayrı ayrı merkez olan gül insanlar, nurdan halkalar teşkil etmişler. Her bir halkada güzel dersler yapılmakta. Teker teker katıldılar bu halkalara ve böylece halka halka merkeze ulaştılar. Merkezdeki zatın nuraniyetinden anladılar elbette onu Efendiler Efendisi olduğunu. Nice güzel dersler aldılar ondan. Efendiler Efendisi onlara bir kitap hediye etti, kainatın gizli anahtarlarını keşfetmeleri için. Okumaya doyamadılar. Ayrılmak istemediler oradan. Fakat Efendiler Efendisi onlara
- Dönün, dedi. Dönün ve Huzur Bulutları teşkil edin. Halkamızı genişletin.
- Senden nasıl ayrılırız Efendimiz.
- Merak etmeyin ben Huzur Bulutlarını tek tek ziyaret ederim. Huzur Bulutları huzurunu benden alır.
- Peki biz seni neden göremedik efendimiz.
- O zaman hamdınız, gözünüz bu tatlı renge kördü. Artık olgunsunuz, bundan sonra görürsünüz.

Sevinçle döndüler. Efendiler Efendisinin soluğundan Huzur bulutları yaptılar insanlar için. İnsanlara huzur ortamı ve Efendiler Efendisine huzura hazır insanlar sundular


Murat GÜVERCİN

teşekkürler...emeğine sağlık..

ben tşk ederim ilginize...

teşekkürler emeğine sağlık....


ben tşk ederim ilginize...


Hikaye & Kıssalar.

MollaCami.Com