Bölümler | Kategoriler | Konular | Üye Girişi | İletişim


Aşka dair.

[centAŞKA DAİR



Ateş-i aşkest ki ender ney fütad

Cuşiş-i aşkest ki ender mey fütad (1/10)

Ney sesindeki kor da aşktan, meydeki coşkunluk da!



Aşk İmiş Her Ne Var Alemde

Mesnevî'deki aşk bahsine başlamadan önce Yahya Kemal'in mühim bir tespitini aktaralım. Büyük şair; "Klasik şiirimiz neredeyse tamamiyle aşktan ibarettir. Ondan aşk konusunu çıkarırsak neredeyse geriye hiç bir şey kalmaz." der. Hemen her şairimiz için doğru olan bu söz sıra Yunus ve Mevlânâ'ya gelince ayrı bir kesinlik kazanır. Zira bu iki büyük aşk havarisi bir beşerin aşk vadisinde ulaşabileceği en ince gönül ürperişlerini yaşamış ve bunları mucizevi bir dille ifade kudreti göstermiştir. Bunların her ikisi için de aşk bir varlık sebebi; hayatın mayası, özü, esasıdır. Aşk hamları pişiren, kırıkları onaran bir kutsal iksirdir. Yunus aşkın ne olduğu ve ondan mahrum kalanın neden mahrum kaldığını şu nefis mısralarla ebedileştirir:

İşitin ey yarenler ışk bir güneşe benzer

Aşkı olmayan gönül misali taşa benzer

Taş gönülden ne biter dilinde ağu tüter

Nice yumşak söylese sözü savaşa benzer



Aşkı Aşk Tarif Eder

Mevlânâ'ya gelince... Aşkın coşturup köpürttüğü bu büyük gönle göre aşkın beşer diline tercümesi imkansızdır. Aşkı yine ancak aşk tarif edebilir. Sevgili okuyucu... Aşağıdaki mısralarda bu büyük kalbin heyecanlı atışlarını duyuyor musun?

Her kirâ câme zi-aşki çâk şüd

O zi-hırs u ayb külli pâk şüd

İllet-i âşık zi-illetha cüdâst

Işk usturlab-ı esrâr-ı Hudâst

Akl der-şerhaş çü har der-gil bihüft

Şerh-i aşk u âşıki hem ışk güft

Afitâb âyed delil-i âfitâb

Ger delilet bâyed ez-vey rû metab

Her çi gûyem ışkra şerh ü beyan

Çün be-ışk âyem hacil bâşem ez-ân

Elbisesi aşkın eliyle yırtılana ne mutlu! O bütün hırslardan ayıplardan kurtuldu gitti. Âşık hastadır ama bu hastalık hiçbir hastalığa benzemez. Aşk âşığa Hakk'ın sırlarını gösteren bir pusuladır. Akıl âşkı açıklamakta balçığa saplanan merkep gibi çaresiz kalır. Aşkı da âşığı da yine aşk açıklayabilir ancak... Aşk güneş gibidir. Güneşin delili yine güneştir. Bir delil istiyorsan yüzünü ondan çevirme yeter. Ben aşk hakkında her ne söylesem söyleyeyim, aşka ulaştığımda söylediklerimin yetersizliğini görür utanırım. (1/21)



Leyla ve Mecnun Ne Anlatır?

Klasik şiirimizdeki aşk insanda başlayıp insanda biten günümüz aşklarına benzemez. O ne tamamen maddi, ne de bütünüyle platonik ve ilahidir. Başlangıçta beşeri olarak başlar ama sudaki taşın halkalar halinde genişlemesi gibi önce mahlukatı kapsar, sonra ilahileşir. Parça buçuğa dağılan sevgi nihayette tek ve mutlak varlıkta birleşir. Bu birleşmeyle aşk-âşık-maşuk üçlüsü de birliğe ulaşır. Bu aşk anlayışı birçok eser arasında özellikle Leyla ve Mecnun hikâyesinde başarılı bir şekilde anlatılmıştır. Hz. Mevlânâ da aşk bahsinde zaman zaman bu hikâyeye göndermeler yapar. Şimdi biz de bu göndermeleri hikâye özeti içinde kullanmaya çalışalım: hikâyede Mecnun'un asıl adı Kays'tır. Mahalle mektebinde Leyla'yı görmüş ve iki çocuk birbirine âşık olmuştur.



Âşık Olmayan Yok!

Bir Mecnun mu Leyla'ya âşık? Hayır! Mevlânâ'ya göre kainatta aşksız bir şey yoktur; her şey her şeye âşıktır: Balık suya, su balığa; gündüz geceye, gece gündüze…Bunun içindir ki bunlar durmadan dinlenmeden birbirlerinin peşisıra seğirtip dururlar. Bu karşılıkla arama âşık ve sevgili için de geçerlidir: "Bütün padişahlar kendilerine kul olanın kullarıdır... Bütün mahlukat kendileri için ölene ölürler. Padişahlar kendilerine alçalana alçalırlar. Her canlı kendisine sarhoş olanın sarhoşudur. Güzeller âşıkların esiridir. Onlar âşıklar için canlarını verirler. Her kim âşık ise onu maşuk bil. Zira âşık ve maşuk birbirinden ayrılmaz. Gerçi susamışlar suya talip iseler de suyun aradığı da susamışlardır. (3/1688)



Bir Netice: Sevdiğin Kadar Sevilirsin

Bazen merak ederiz. Filanca benim hakkımda ne düşünüyor? Dost mu düşman mı, bana karşı göründügü gibi mi değil mi? Yukarıdaki tariflere göre bunu bilmenin en kısa yolu şu olsa gerek: Ben onu seviyor muyum, sevmiyor muyum? Ona olan yakınlığım, uzaklığım ne kadar? Bunların cevabı sorularımızın da cevabıdır. Zira kalp kalbe karşıdır ve duygularımız dağdaki akis gibi geri bize döner.



er][/center]
Prof. dr. Cihan okuyucu

Devamı ,( devam edecek az az ekliyorum ki yorucu olmasın)
Merakı olanlara aşk nedir? hala çözülmemiş ama aşkı yaşayan bilir ;)

Aşk Mektebi

Hikâyemiz bir mektep sahnesiyle başlıyordu hani. Âşığın mektepte ne işi var? Gerçi Mecnun bir mektebe gitmiştir ama bu mektep aşk mektebidir; o mektebin hocası da dersi de başkadır. Âşık da bu mektebin ebedi talebesidir:

Âşıkânra şüd müderris hüsn-i dost

Defter ü ders ü sebakşan rûy-ı ost (3/3870)

Sevgilinin güzelliği âşıkların hocası oldu. Âşıkların defteri, dersi ve meşkleri hep onun güzel yüzüdür.

Kays da Leyla dersine devam ededursun, durumun farkına varan iki aile çocuklarını okuldan alır. Kız ailesinden istenir ama red cevabı alınır. Bunun üzerine Kays'ın gönlüne bir ateş düşer ve bu ateş onu yakıp kavurmaya başlar. Neden?



İnsan Aşkla İnsan Olur

Neden aşk ateştir?.. Aşk oyununda neden çileler, belalar ve ızdırablar vardır?.. Çünkü bütün bu belalar aşığın olgunlaşmasına hizmet eder. Ne gibi mi? Mevlânâ bu duruma herkesin anlayacağı şu örneği veriyor:

"Tencere kaynamaya başladı mı nohut, tencerenin üstüne sıçramaya, yüzlerce coşkunluklar göstermeye koyulur. Niçin beni ateşlere salıyorsun; mademki satın aldın, ne diye bu hallere uğratıyor, baş aşağı ediyorsun, der. Ev hanımıysa kepçeyi vurur da, hayır, der, ateşten sıçrayıp kaçmaya kalkışma, bir güzelce kayna. Seni istemediğimden, sevmediğimden kaynatmıyorum ki, bir tat, tuz elde edesin de, gıda haline gelesin cana karışasın diye kaynatıyorum; bu sınayış, seni horlamak için değil. Bahçede su içer, yeşerir tazeleşirdin hani, o su içmen bu ateşe düşmen içindi. Tanrı'nın rahmeti, kahrından ileridir; bu yüzden de birisini sınaması, rahmetindendir.... A nohut, belalara uğrayıp kayna da ne varlığın kalsın, ne sen kal." (3/160)

Demek oluyor ki aşığın olgunlaşması da ateş çemberinden geçmesine bağlı. Aşk hem zehirdir hem panzehir. O çekilmez bir ızdıraptır ama sonsuz bir zevki de içinde taşır. Bu yüzden âşık bir taraftan inler ama diğer taraftan da bu derdin bitmesini hiç istemez.

Nitekim babası kendisini Kâbe'ye götürüp bu aşk belasından kurtulmak için dua etmesini istediğinde Mecnun'un duası tam aksi olmuştur:

Ya Rab belâ-yı aşk ile kıl âşina beni

Bir dem belâ-yı aşktan kılma cüdâ beni

Yani: Ya Rab, beni bir an bile bu aşk belasından ayırma. Beni onun daimi dostu kıl!

Hz. Mevlânâ Mecnun'un temsil ettiği bu ruh halini şöyle tasvir ediyor:

Cümle rencûrân deva dârend ümid

Nâled in rencûr kim efzûn künid

Z'âteş-i âşık ez-in rû ey safi

Mişeved dûzah zaif ü muntafi

Gûyedeş big(ü)zer sebük ey muhteşem

V'er ne âteşhâ-yı tu mürd âteşem

Gûyedeş cennet güzer kün hemçü bâd

V'er ne kerded her çi men dârem kesâd

Ki tu sâhib-harmeni men hûşe-çin

Men butîem tu vilâyethâ-yı Çin

Hest lerzan z'u cahim ü hem cinân

Ney mer-in-ra ney mer-ânra z'u emân (6/172-3)

Bütün hastalar iyileşmeyi ümid eder, aşk hastası ise derdimi artırın diye feryat eder. Bu sebeple âşıkın ateşi cehennem ateşini azaltır, söndürür. Ona der ki: Çabuk geç, ateşinden ateşim sönecek! Cennet de der ki; rüzgar gibi geç yoksa elimdeki her şeyin değeri düşecek. Sen harman sahibisin, ben ise başak toplayıcı, ben bir putum sen ise Çin (putlar) ülkesi. Ondan Cennet de Cehennem de titrer, ondan ona da buna da aman yoktur. Hasılı aşk böyle zevkli ve belalı bir yoldur. Bu yüzden Fuzuli'nin dediği gibi canı malı tatlı olan o yola heves etmemeli:

İtmesin aşka heves candan cihandan geçmeyen

Can cihan meftununun kârı değildir kâr-ı aşk

Kâbe'de yanık bir gönlün yaptığı dua kabul görmez mi? Elbette görür. Böylece Kays'ın aşkı daha da alevlenir, birken on olur. Ortega Y Gasset'in de tespiti üzere âşıklık bir nevi hipnotizma yahut delilik halidir. Dış dünyadan kopmak ve tek noktaya odaklanmaktır. Kays'da da zamanla delilik emareleri başlar nihayet mecnun (deli) olup çöle düşer. Minyatürlerde çöldeki Mecnun'un bir deri bir kemik çizilmesi anlamlıdır. Zira aşığa bizatihi kendi teni de bir perdedir.



Ten Duvarını Eksilt
Çileler ise bu ten duvarını eksiltir ve âşıkla sevgili arasındaki mesafeyi kaldırır. Bu neye benzer? Aşağıdaki susamışın haline: Bir ırmak kıyısında yüksek bir duvarın üzerinde susamış biri vardı. Duvar susuzu sudan ayırıyordu. Zavallı su sevdasıyla karadaki balık gibi çırpınmadaydı. Kendisine engel olan o duvardan bir kerpiç alıp suya attı. Sudan kulağına bir şırıltı geldi. Bu ses sevgilinin sesini duyan âşık gibi onu mest etti ve kerpiçleri tek tek koparıp atmaya başladı. Bu sırada sudan bir ses geldi:

-Hey! Bana kerpiç atmanın sana ne faydası var!Adam cevap verdi:

-İki faydası var. Birisi şu: Susamışa su sesi yanmışa rebap sesi, yahut Yakup'a ulaşan Yusuf'un kokusu gibidir. İkincisi de atılan her kerpiç yüksek duvarı biraz daha azaltıyor ve seninle aramızdaki mesafe eksiliyor.

Mevlânâ'ya göre bu durum bir nevi "Secde et yaklaş" emrine uymadır. Zira ten duvarı yüksek olursa başını eğemez, yaklaşamazsın. (2/44)



Leyla Kabından Taşıyor

Artık Leyla zavallı Mecnun'un bütün dünyasını doldurmaktadır. Gördüğü işittiği her şey ona Leyla gibi görünmekte, ondan bir eser taşımaktadır. Bir gün avcı elinde bir ceylan görür ve gözlerini Leyla'nın gözlerine benzettiği ahuyu kurtarmak için dal gibi soyunup üstte başta ne varsa verir. Gece Leyla'nın saçını çözmesidir, yıldızlar dişleri ve ay gülümseyişidir. Böylece zamanla bütün âlem Leyla kesilir. Bu ruh hali diğer bir aşk hikâyesi olan Yusuf ile Züleyha'da da karşımıza çıkıyor. Züleyha için de yer gök Yusuf'la dolmakta. Şimdi Hz. Mevlânâ'nın tasvirlerine kulak verelim:

Züleyha aşkın tesiriyle öyle bir hale gelmişti ki çörek otundan öd ağacına kadar her şeyin adı ona göre Yusuf idi. Mum ateşin tesiriyle yumuşadı, dese; sevgili bize alıştı ve yaklaştı, demiş olurdu. Bakınız ay doğdu, ya da; söğüt ağacı yeşerdi dese, yapraklar ne güzel oynamada, çörek otu ne hoş yanmada, gül bülbüle bir sır söyledi, ya da; padişah sevgilisine bir sır söyledi dese; bahtınız ne kutlu dese, tozlanmış yer örtülerini silkin dese; saka su getirdi dese, güneş doğdu dese; dün gece bir tencere yemek pişirdiler, yemek çok iyi pişti dese; başım ağrıyor dese, başımın ağrısı geçti dese bu sözlerin hepsinin ayrı manaları vardı. Birini methetse aslında Yusuf'u methetmiş olurdu. Birinden şikâyet etse onun ayrılığından şikâyet etmiş olurdu. Yüzbinlerce şeyin adını ansa onun maksatı da isteği de Yusuf idi. Acıkınca onun adını anınca doyardı, onun kadehi ile sarhoş olurdu. Bir derdi olsa o yüce adı anınca derdi derhal geçerdi. Aşk halinde dostun adı bütün bu işleri yapar.

Mevlânâ aşağıdaki beyitte de yukarıdaki fikirleri çok güçlü bir şekilde ifade ediyor:

Âşıkânra şâdumâni vü gam ost

Dest-i müzd ü ücret-i hizmet hem ost (5/591)

Aşığın mutluluğu da O'dur, gamı da!.. Hizmetin ücreti de odur, onu ödeyen el de o!



Sevgilinin Her Şeyi Sevgilidir
Şimdi şunu sorabiliriz: Leyla neden kabından taşmakta ve kainatta her şey Leyla haline gelmekte? Bunun için hikâyenin amacını bilmek lazım. Amaç Leyla mektebinden geçirilen aşığın bütün mahlukatı sevmeyi öğrenmesi. Zira seven sevdiği ile ilgili her şeyi de sevmek durumundadır. Hikâyede bunun örnekleri veriliyor. Bu sevgi -yukarıda anlatıldığı gibi- önce bir sevgiliye, sonra cümle kuşa kurda yöneliyor ve hepsinin dostluğunu kazanıyor. Öyle ki bir köpek bile bundan nasibini alıyor:

Mecnun bir köpeği okşar, sever, yanında mum gibi erirdi. Biri onu gördü ve köpeğin kötü vasıflarını sayarak yaptığı işi kınadı. Mecnun ise dedi ki: Sen surete bakmadasın. Bu köpek Leyla'nın mahallesini bekçisi. Ben o ayın mahallesini bekleyen köpeğin bir kılını nice aslanlara değişmem. (3/22)

Hasılı Leyla sevgisi kendi etrafındaki her şeyi kapsayacak şekilde genişlemekte ve böylece beşeri sevgi ilahi olana doğru yürüyüşünü sürdürmektedir. Mecnun için bir sonraki durak bizzat kendisini de Leyla gibi hissetmesi, onunla manen birleşmesidir. Şimdi Mecnun'un nasıl Leyla ile bir hale geldiğini Mesnevî cümleleriyle aktaralım:

Mecnun, çektiği dert yüzünden, sevgilisinden uzak bulunduğundan ansızın hastalandı. Özleyiş yalımından kanı kaynadı; sonunda soluk alamayış, tıkanıklık hastalığı belirdi. İlaç vermek için hekim geldi; kan almaktan başka çare yok; pis kanı akıtmak için hacamat gerekiyor, dedi. Oraya hünerli bir hacamatçı geldi. Mecnun'un kolunu bağladı, neşteri eline aldı. Bu sırada huyu husu aşk olan Mecnun, bir nara attı; paranı al da git, dedi, bırak hacamat etmeyi; ölürsem öleyim, bu kocalmış can varsın ölsün. Hacamatçı, sen, dedi, kükremiş aslandan bile korkmuyorsun da hacamat acısından ne diye korkuyorsun? Geceleri aslan, kurt, ayı, yaban eşeği gibi yırtıcı hayvanlar çevrende toplanıyorlar. Mecnun, ben yaralanmadan korkmuyorum, dedi; sabrım taştan meydana gelmiş dağdan da fazladır. Okçuyum, yaralanmazsa esenleşmez bedenim; yaralara aşığım, koşa koşa yaralanmaya giderim. Ama bedenim Leyla ile dolu; içimde Leyla'dan başka bir varlık yok; bu sedef, o incinin sıfatlarıyla dolmuş. Hacamatçı! Korkuyorum ki beni hacamat ederken neşteri, ansızın Leyla'ya vurursun. Gönlü aydın kişinin aklı bilir ki benimle Leyla'nın arasında fark yok!

Demek ki Mecnun/ya da âşık bu durumda kendisini severken bile Leyla'yı/ sevgiliyi seviyor. Aşağıdaki nükte bunun üzerine:



Kendimi Seversem Seni Severim

Bir âşık sevgilisine sordu:

- Kendini mi yoksa beni mi daha çok seversin?

Âşık dedi ki:

- Ben kendimden ölmüş seninle dirilmişim, kendi özelliklerimi yok edip senin özelliklerini kazanmışım. Kendi bilgimi unutmuş senin bilginle alim olmuşum; gücümden geçmiş senin gücünle kuvvetlenmişim. Eğer kendimi seversem seni sevmiş olurum.

Fuzuli de bu fikri aşağıdaki nefis beytiyle özetliyor:

Her ki canı için cananın sever canın sever

Her ki cananı için canın sever cananın sever

Yani: İki türlü sevgi var. İnsan sevgiliyi kendisine ait olduğu için sevmişse hakikatte sevdiği kimdir? Yine kendisi! Buna mukabil kendi canını sevgiliye ait olduğu için severse kimi sevmiş oluyor? Tabii ki sevgiliyi!

Mevlânâ yukarıdaki bahsi daha sonra Hak-kul münasebetine getirerek şöyle diyor:

Her kimde gerçek bilgi aynası olursa o kendini gördüğünde bile

Hakk'ı görmüş olur. Nitekim:"Benim sıfatlarımla çık halka görün, seni gören beni görmüş, seni murad eden beni murad etmiş olur." buyuruldu. Güneşle dolan lal kendini sevse de güneşi sevmiş olur. O halde ister kendini sevsin, ister güneşi. Ama taş lal olmadıkça kendine düşmandır, zira ortada iki ben vardır. O halde taşın kendisine ben demesi layık değildir. Firavun "Ben Hakk'ım" dediği için alçaldı, ama aynı söz Mansur'u yüceltti. O söz Hakk'ın laneti, bu söz ise rahmeti oldu. (5/81)

Kendime Karşı Senden Yanayım
Mecnun hikâyesinde aşığın her şartta sevgiliden yana olmasının tipik bir örneğiyle karşılaşıyoruz. Buna göre çöl beyi Nevfel, Mecnun'a acır ve Leyla'yı zorla almak üzere kabilesine savaş açar. Ancak güçler çok dengesiz olduğu halde savaşı kazanamayınca bu işte bir terslik olduğunu anlar. Bakar ki Mecnun bir köşeye çekilmiş dua etmekte. Duası da şu:

- Ya Rab! Sen Leyla tarafını galip getir!

Sevgiliyi kendine tercih etmenin ne veciz bir ifadesi!

Diğer bir rivayette ise güzelliğin görüntüde değil gözde olduğu şu tipik örnekle verilmekte:

Kara kuru ve çirkince bir kız olan Leyla'yı gören Nevfel der ki:

- Sen gerçekten deli imişsin. Âşık olacak başka kimse bulamadın mı? Benim cariyelerimin en çirkini bile Leyla'dan on kat güzel. İstersen seni onlardan biriyle evlendireyim de bu dertten kurtul.

Mecnun ona şöyle der:

- Leyla senin gözlerinle böyle görünmede. Bir de benim gözlerimle bak bakalım onda neler neler göreceksin.



Neye Acırmış?

Nevfel Mecnun'un bunca sıkıntıyı boşa çektiğini düşünür. Bu bakış zahir gözünün bakışıdır. Batıni gözün bakışı ise farklıdır. Biri verdiğine acır, öbürü ise daha çok veremediğine. Şimdi bununla ilgili olarak şu etkileyici nükteyi aktaralım:

Cenab-ı Hak'la mülakatdan sonra Hz. Musa Tur dağından öyle bir nurla döndü ki kimse yüzüne bakamaz oldu. O da halkın kör olmaması için yüzüne bakılmasını yasaklamıştı. Ancak Hakk'ın tecellisine âşık olan Safura sabredemedi ve bir gözünü kapatıp diğeriyle o nura baktı ve kör oldu. O bir anlık görüş öyle aklını almıştı ki diğer gözünü açıp bir de onunla baktı ve o gözünü de kaybetti. Yol eri de böyledir… Hak yolunda önce ekmek verir sonra şevki artınca canı bile gözüne görünmez. Bir kadın Safura'ya acıdı:

- Vah yazık, iki gözün de elinden gitti, diye hayıflandı. Safura da dedi ki:

- Vah yazık ama şunun için: Niçin binlerce gözüm yok; ta ki her birini tek tek o nura feda edebileyim. (6/115)



Hakiki İnfak

Mevlânâ'ya göre Hak yolunda üç çeşit infak vardır:

Zahit infakı: Dünya lezzetlerini terk edip ibadetle meşgul olmaktır.

Muhibban infakı: Haktan gelen her şeyi isteyenlere dağıtmaktır.

Âşık infakı: Safura gibi her ne varsa, o aşka kurban etmektir.

Şeyh Sadi gösterişsizce can feda etmesi bakımından bu tür infaka model olarak pervaneyi gösteriyor ve aşkını gürültülü patırtılı bir şekilde ifade eden bülbüle çıkışıyor:

Ey murg-ı seher aşk zi-pervane beyâmuz

K'an suhtera cân şüd ü âvâz neyâmed

Ey seher vakti ortalığı velveleye veren bülbül! Gel aşkı pervaneden öğren. Bak kendisini ateşe atan pervaneden bir ses bir seda geliyor mu?



İkiden Bire
Bu hikâyenin sonunda kocası ölmüş olan Leyla çöle Mecnun'un yanına koşar ama Mecnun onu tanımaz. Çünkü artık varlığı

sevgilinin varlığında erimiş olan Mecnun'un kendisi bizatihi Leyla olmuştur. Bu yüzden Fuzuli'nin diliyle ona şöyle söyler:

Ger men men isem kimsin sen ey yar

Ger sen sen isen kimem men-i zar

Yani: Nasıl sen Leyla olabilirsin? Sen Leyla isen ben kimim, ben Leyla isem sen kimsin! İkimizden birisi fazla!



Ben Sen Oldum
Emir Hüsrev Dihlevi de âşık ile sevgilinin tek can oluşunu şu nefis beyitle ifade ediyor:

Cân-ı men cân-ı tu cânet cân-ı men

Hiç kes didest yek cân der-dü ten

Benim canım senin canın oldu. Senin canın da benimki. Hayret! Bu dünyada iki ayrı bedende bir canı kim görmüştür?

Şair başka bir beytinde de aynı mealde şunları söyler:

Men tu şüdem tu men şüdi men ten şüdem tü can şüdi

Ta kes negûyed badezin men diğerem tu diğeri

Ben sen oldum, sen de ben oldun. Ben tenim sen can. Bundan sonra kim ben ayrıyım sen ayrısın diyebilir?



Leyla Kadehi

Acaba hikâye niçin böyle bir sonuçla sonuçlanıyor ve Leyla devre dışı kalıyor? Çünkü gerçekte Leyla hakiki gaye değil, o gayeye götüren bir vasıta!.. Tıpkı kadehin içkiye ve sarhoşluğa vasıta oluşu gibi. Şarabı içen ve maksadına ulaşan sarhoş kadehi ne yapsın! İşte Mecnun yanındaki Leyla'nın konumu da budur. Aşağıdaki alıntı bu espriyi anlatıyor:



Ben Köprüyüm.

Bir âşık sevgiliyle buluşunca ona:

- Neden geçen seneki kavuşmamızda olan tesirin bu sene yok, diye sordu.

Sevgili dedi ki:

- Ben senin istediğin şeyin tamamı değilim, o şeyin pek azı bende var. Ben sevgili değil sevgilinin eviyim. Sevgili tektir ve sevgili gelişin de gidişin de O'na olandır. (3/54)



Aşkın Nihayeti O

Mecnun'u yakan ateş Leyla'yı da yakar ve her ikisinden de bir iz ve eser bırakmazsa geriye ne kalır peki? Geriye kalan; ebed ve ezel Sevgilisi!

Aşk an şu'lest k'u çün ber-furûht

Her çi cüz maşuk bâki cümle sûht

Aşk öyle bir şuledir ki parlayınca Sevgiliden başka herşeyi yakar.

Tiğ-i lâ der-katl-i gayr-ı Hak berend

Der-niger z'ân pes ki ba'd-ı lâ çi mând

Lâ kılıcı Hak'tan başka herkesi keser atar. Hiç lâdan sonra ortada bir şey kalabilir mi? Kalırsa ne kalır:

Mand illallah baki cümle reft

Şad baş ey aşk-ı şirket-sûz-ı zeft (5/593 vd)

Herşey gider ve geride sadece illallah kalır. O halde aşkın ey aşkta ortaklık kirine bulaşan âşık! Ne mutlu sana, temizlenip kurtuldun.



[center][BİR BAŞKA AŞK HİKAYESİ
Merhum Şeyh Galib aşk edebiyatımızın belki de en güzel örneği olan Hüsn ü Aşk mesnevîsinin başında ilhamının kaynağına şu beyitle işaret eder:

Esrarını Mesnevî'den aldım.

Çaldımsa da miri malı çaldım

Gerçekten konuya yabancı olmayan okuyucularımızın fark edeceği üzere Hüsn ü Aşk ile Mesnevî'nin aşağıda özetleyeceğimiz hikâyesi arasında hem öz hem de bakımından isimler arasında birçok benzerlikler vardır. Zengin çağrışım ve hayallerle süslü bu hikâyenin ana konusu aşk olmakla birlikte bilvesile birçok yan konu da ele alınmaktadır. Biz de özetlememizde ana konu yanında önemli alt bahislere de yer vereceğiz:



Sultan ve 3 Oğlu

Bir sultanın birbirinden değerli 3 oğlu vardı. Bunlar bir gün babalarından, hep sarayda oturmaktan sıkıldıklarından bahisle ülkeyi dolaşmak için izin istediler. Baba onlara izin verirken şu nasihatte bulundu:

- Ülkemde istediğiniz her yeri dolaşın ama Huşruba kalesinden uzak durun. Onun bir adı da Zatüssuver kalesidir ve orada bütün duvarlar insan resimleriyle süslenmiştir. Sakın hevesinize mağlup olup o kaleye doğru gitmeyin.

Efendim, Hüsn ü Aşk'ın da aynen aldığı bu Huşrüba veya Zatussuver isimleri hakkında kısa bir bilgi verelim. Suver; suret kelimesinin çoğulu. Zatussuver kalesi de adı gibi sevgili suretleri/resimleriyle kaplı bir kale. Bunlar öyle güzel ki seyreden aklını yitirmekte. Bu yüzden kalenin diğer adı da Huşrüba, yani "akıl çalan" kalesi. İyi güzel de bu resim kalesinden kasıt ne? Mevlânâ'ya göre bu kale dünyadır, içindeki akıl çelici resimler de dünya güzellikleri, sevgililer. Peki şehzadeler kim oluyor? Onlar da gök tahtından indirilen yüce ruhlar, ebediyet yolcuları. Demek ki mülkün sultanı kullarını hem bu âleme göndermekte hem de onları önceden uyarmakta. (6/136)

Acaba, Cenab-ı Hakk'ın bu dünya kalesini önce güzellerle ve güzelliklerle süslemekten, sonra da şehzadeleri oradan men etmekten muradı ne? Tasavvuf düşüncesine göre bütün güzelliklerin kaynağı birdir: "Nereye dönerseniz dönün gördüğünüz şey Allah’ın cemali!" ayetinde ifade edildiği gibi Cenab-ı Hak altı cihete tecelli etmiş her yeri ayetleriyle süslemiştir. Neden? Güzelliğinin görünmesi için. Nasıl her güzel güzelliğinin görünmesini isterse Hüsn-i Mutlak olan Hak Teala da bilinmek ve görünmek murad etmiştir. Mevlânâ bu görünme isteğine örnek olarak Züleyha'yı gösteriyor:



Züleyha'nın Hilesi

Züleyha istiyordu ki Yusuf'un gözü kendisinden başkasını görmesin. Fakat haramdan kaçınmak çabasındaki Yusuf onunla karşılaştıkça başını çevirmedeydi. Sonunda Züleyha, Yusuf'u icbar için ressamlar tuttu ve onun odasını baştan başa kendi resimleriyle doldurdu. Böylece Yusuf nereye bakarsa baksın zaruri olarak Züleyha'yı görmeye başladı. Tabii her teşbihte bir hata vardır. Züleyha'nın resimlerinin aksine Hakk'ın tecellileri elbette zati değildir, eserlerine akseden kudret ve kemali cihetiyledir. Bunun far- kında olan âşık içtiği suda bile Hakk'ı görür; gafilin suda gördüğü şey ise sadece kendi aksidir.

İyi ama Cenab-ı Hak eşyada kendi güzelliğinin görülmesini istediyse ona bakılmasını neden yasaklıyor? Mevlânâ'nın bu konudaki yorumu ilginç. Buradaki yasak aslında daha fazla dikkat çekmek içindir. Nitekim baba men etmeseydi o kale çocukların aklına hiçbir zaman gelmeyecekti. Zira ülke çok genişti ve bu kale de ülkenin bir ucundaydı. Ama "İnsan men edildiği şeyi yapmaya haristir." Bu sebeple o nasihat hepsinin dikkatini bu kaleye yöneltmiştir. Nitekim İlahi emir ve yasaklar da takva sahiplerini haramdan uzaklaştırırken nefsine tabi olanları kışkırtır ve haramların cazibesini daha çok arttırır.



Peki Bu Suç mu?

Şayet, görünen bütün güzellikler tek ve mutlak güzelliğin farklı görüntüleriyse bunlara kapılmakta ne kötülük var? Burada paradoksal bir durum ortaya çıkıyor:

Cenab-ı Hak hem veriyor, hem men ediyor. Niçin? Sufi düşüncesi durumu şöyle açıklar:

Eşya, eşyada Hakk'ı görebilen için O'na açılan bir kapıdır; ama eşyada eşyadan başka bir şey göremeyen içinse bir duvar. Dolayısıyla bu güzellikler asıl güzelliği hatırlatan, ona ulaşma aşkını veren bir müşevvik olursa makbul, yoksa değil.

Gerçi dünyada bir şeye âşık olmayan insan yoktur. Ama küçük insanlar basit şeylere âşıktır. Mevlânâ aşağıdaki beyitte küçük aşklardan kurtulmanın yolunu gösteriyor:

Nebürred aşkra cüz aşk-ı diger

Çerâ yâri negiri z'u nigû-ter (5/89)

Bir aşkı ancak başka bir aşk geçirebilir. O halde niçin o sevgiliden daha güzeline tutulmuyorsun!

Peki insan bu masiva perdesini kendi gayretiyle aşabilir, daima kullukta berdevam olabilir mi? İlahi bir yardım olmazsa asla!.. Bu yüzden herhangi bir işe başlarken iddialı olmamalı, inşallah (Allah’ın izniyle) demelidir. Oysa şehzadeler yola çıkarken inşallah demeyi ihmal etmişlerdir. Mevlânâ inşallah demenin önemini şöyle vurguluyor:



İnşallahın Önemi
İnsan inşallah demeli, sebep zincirine pek itimat etmemelidir. Zira; bazen okunu sağa atarsın da sola gittiğini görürsün. Kâh ahu avına çıkar ama kendin domuza av olursun. Bazıları bir kazançla hakan olurken niceleri kazanç peşinde eldekini de yitirir, çırçıplak kalır. Hasılı sebepler eşeğin kuyruğu gibi oynar durur, ona pek itimat etme!

/center]

Kalemizi Tanıyalım
Böylece üç kardeşin kalbi yasaklanan kaleyi görme hevesiyle doldu ve oraya doğru yola koyuldular. Kalenin beşi karadan, beşi denizden olmak üzere on kapısı vardı. Beş kapı renk ve koku gibi zahiri hislere diğer beşi ise iç duygular gibi sırra açılıyordu. Üç kardeş kalenin içinde binlerce resim görüp kalakaldılar. Bu benzetmelerle Mevlânâ kapı içinde bir kapı daha açıyor ve insan bedenini fethinin zorluğu bakımından sarp bir kaleye benzetiyor. Beden kalesi dokunma, görme, işitme, tatma, koku alma... gibi beş duyu organıyla dış dünyaya açılmakta, o dünyadan misafirler kabul etmektedir. Ama bu görünür âlem küçük bir dalga ise bir de kenarsız bir umman olan mana âlemi var ki saydığımız duyu organları o âlemden habersizdir. O âleme açılan kapılar ise bizim kalbimiz ve iç duygularımızdır. Dış dünyada her ne varsa beden kalesinde de benzerleri mevcuttur. Aklımız, ruhumuz, kalbimiz dışarıdan içeriye taşınan bu resimlerle dolu. O halde... O halde kale iki manaya geldiği gibi yolculuk da ikileşiyor. İnsan bu dünyada bir yolcu olduğu gibi kendi iç âlemine doğru ikinci bir yolculuğa da çıkmış oluyor. Öyle veya böyle madem ki yolcu yolunda gerek bu güzel re- simler onu fazla oyalamamalı ve Mevlânâ'nın aşağıdaki tavsiyelerine uyarak oradan çabucak geçip gitmeli:



Bu Suret Köprüsünden Çabuk Geç

Z'in kadehhâ-yı suver kem bâş mest

Ta nekerdi büt-tirâş u büt-perest

Ez-kadehhâ-yı suver big(ü)zer me-ist

Bâde der-câmest lik ez-câm nist

Sûy-ı bâde-bahş bigüşâ pehn-i fem

Çün resed bâde neyâyed câm kem

Yani: Bu suretler, şarap içmeye yarayan bir kadeh gibidir. Sen şarap dururken kadehle çok sarhoş olma. Mana şarabı dururken suret kadehine aldanırsan bir nevi put yontucu ve puta tapıcı olursun. O halde bu suret kadehlerinde durmadan geç. Şarap kadeh içindedir ama şarap başka kadeh başka! Sen ağzını şarap sunandan yana aç. Önemli olan şaraba erişmen, yoksa kadehten bol ne var!



Şehzadeler Âşık Oluyor
:

Kaleye gelen üç şehzade orada güzellikte emsalsiz olan Çin padişahının kızına ait bir resim görünce akılları başlarından gitti ve acınacak bir hale düştüler. Bir yandan düştükleri halden dolayı hayıflanıyor ve:

- Yazıklar olsun bize, bizim şimdi gördüğümüzü padişah önceden görmüş ve bizi uyarmıştı. O nasihatı niçin tutmadık, diyorlardı. Peygamberlerle ümmetin hali de böyledir. Din rehberleri akıbetimizi bilip başımıza gelecekleri önceden haber verirler. Ama bu nasihat ancak pek az kulağa girer.

Beride yanık şehzadeler resmin kime ait olduğunu araştırmaya başladılar. Nihayet bir pir onlara şu bilgiyi verdi:

- Gördüğünüz resim Çin kralının kızına aittir. Babası onu kimsenin göremeyeceği bir sarayda gizlemiştir; öyle ki onun damına ne bir kuş konabilir, ne de kimse adını anabilir. Böyle bir sevdaya düşenin vay haline! Hiçbir insan o sevgiliye kendi gücü ve tedbiriyle ulaşamaz, ancak ölü gibi takdire teslim olursa o başka!

Hikâyenin burasında yine bir soluk alalım ve son cümle üzerinde duralım. İnsanı hedefine ulaştıran kendi gayreti midir, ilahi ihsan mıdır? Şüphesiz her ikisi de lazım ama neticede hüküm takdir ve ihsanındır. İhsanı celbeden şey ise kulun aczi. İnsan acziyle tam anlamıyla bir ölü haline gelmeli ki ilahi yardım yetişsin. Mevlânâ bu fikri aşağıdaki örnek hikâyeyle destekliyor:



Sadr-ı Cihan ve Dilenci

Buharada Sadr-ı Cihan isminde cömertlikte benzeri olmayan biri yaşardı. Bu zat bütün muhtaçlara bağışta bulunur ta gecelere kadar altın ve gümüşler saçardı. Haftayı bölmüş, bir günü düşkünlere, öbür günü dul kadınlara, sonraki günleri eşraf yoksullarına, fakir din bilgilerine ve borçlulara ayırmıştı. Herkes kendi günü gelince yol kenarına dizilir; duvar gibi dilsiz, dudaksız onun bağışını beklerdi. Zira Sadr-ı Cihan'ın ihsan için garip bir şartı vardı: Hiç kimse ondan diliyle bir şey istemeyecekti. İstemeyene verir, isteyenden başını çevirirdi. (6/142) Niçin mi? Bu niçini isterseniz Şeyh Sadi'den aldığımız aşağıdaki nükteyle açıklayalım:

Derviş Bulamadım
Devrin sultanı bir işinin olması karşılığında dervişlere bir miktar altın nezretmişti. İşi olunca hizmetçisini çağırıp ona bir kese altın verdi ve şehirde dolaşarak muhtaç dervişlere dağıtmasını emretti. Hizmetçi akşama keseyi ağzı bile açılmamış olarak geri getirdi.

Sultan kızdı:

- Sana bunu dervişlere dağıtmanı söylememiş miydim! Niçin emrimi yerine getirmedin!

Hizmetçi dedi ki:

- Sultanım, çok dolaştım ama ihsanınızı verecek bir derviş bulamadım...

Sultan:

- Nasıl olur, dedi, bu şehirde sadece benim bildiğim 400 derviş var.

- Var ama sultanım, baktım ki gerçek derviş olanlar hediye almıyor, alanlar ise zaten derviş değil. Bu yüzden keseyi olduğu gibi geri getirdim.

Bu nükte Sultanı güldürdü ve:

- Doğru söze ne denir, dedi.



Hırslı Dilencinin Hileleri
:

Hasılı efendim, bizim Sadr-ı Cihan yine bir gün etrafa dağıta dağıta geçerken sıraya girmiş ihtiyar bir dilenci ile karşılaştı. Paragöz ihtiyar haline daha çok acındırmak için:

- Aç ve muhtacım, ne olur bana zekatından biraz ver, diye yalvardı. Bunun üzerine Sadr başını çevirdi ve ona hiçbir şey vermedi. Fakat yaşlı ısrar ediyor, berikinin yolunu bırakmıyordu. Nihayet Sadr:

- Yahu sen ne kadar hayasız bir ihtiyarsın, diye onu azarladı. Beriki ise şu gülünç ama manidar cevabı verdi:

- Sen benden daha hayasızsın. Bu dünyayı elde ettiğin yetmiyor gibi şimdi de öbür dünyaya tamah ediyor ve bu yolda malını harcıyorsun.

Bunun üzerine Sadr-ı Cihan güldü ve ona da bir şeyler bağışladı. Başka bir gün bu sefer fakihlerin/din alimlerinin sırasıydı. Bir fakih mal hırsıyla ona karşı ağlayıp inleyerek yardım istedi ama Sadr hiç etkilenmedi ve geçip gitti. Ondan bir şeyler koparmaya kararlı olan bilgin ertesi gün ayağını tahtalarla sararak topal gibi sakatlar sırasına girdi. Ne var ki Sadr onu bu haliyle de tanıdı ve yine bir şey vermeden geçti. Dilenci ertesi günü yüzünü örterek, sonraki gün kadın gibi çarşafa girerek şansını tekrar tekrar denedi.

Ama her ne yaptıysa fayda vermedi, hangi kılığa girerse girsin Sadr onu seçiyor ve sadakadan mahrum bırakıyordu... Kararlı bilgin nihayet gidip bir kefenciyle anlaştı ve:

- Beni bir kefene sar ve ölü gibi onun yolunun üstüne koy. Ola ki beni görünce gömülmem için yanıma birkaç altın bırakır. Her ne verirse yarısı senindir, dedi. Kefenci söylenenleri yapıp beklemeye başladı. Sadr yolu üzerinde kefene sarılı ölüyü görünce, hayır sahiplerinin alıp gömmesi için üzerine birkaç altın saçtı. Ama kefene sarılı bilgin kefenciye kaptırma korkusuyla bir elini çıkarıp aceleyle altınları toplamaya başladı. Sonra başını ve elini tamamen çıkardı ve kendisini seyreden Sadr'a:

- Bak sonunda sana nasıl oyun oynadım, deyince beriki:

- A inatçı, sanma ki aldandım. Sen ölmedikçe benim sana bir faydam olmadı. Sana fayda veren ölümündür, dedi. (6/142) Mevlânâ bu nükteyle "ölmeden önce ölünüz" sırrına işaret ediyor. Demek ki ihsan ve inayet bu nüktedeki bilgin gibi çok bilmeye değil aksine ölmeye bağlıdır. Ölünce ganimetler böylece kat kat artar. Lakin her ne kadar inayet ölüme bağlı ise de inayet olmadan ölüm de olmaz. Demek ki ihsana vesile olan haller de aslında ayrıca bir ilahi ikramdır.



Neden Söyler Tutmazsın!
Hasılı resim karşısında düştükleri bu perişanlık üzerine büyük kardeş demiş ki:

- Yıllardır biz başkalarına öğüt verir, sabır telkin ederdik, şimdi kendi sabrımıza ne oldu! Elli yıldır kumaş dokurken şimdi ondan kendimize bir parça biçmeyişimiz neden? Sesimiz hep dostların kulağına söylerdi, şimdi susmayalım kendi kulağımız da duysun. Her an baş idik, şimdi neden kuyruk derecesine düştük?

Böylece o, bir şeyi bilmekle yapmak arasında büyük farkı vurgulamış oluyor. Nihayet kardeşler resmin sahibini görebilmek için Çin ülkesine doğru yola koyuldular. Oraya ulaştıklarında sevgiliyi görme ümidiyle uzun süre kalenin kapısında oturup kaldılar. Büyük kardeş artık dayanamadı ve:

- Ben kızını istemek üzere sultana gidiyorum, artık bu yolda ya emelime ererim ya da başımı veririm, dedi. Diğerleri bu yoldan çevirmek için nasihate başladılar ama o:

- Soğuk demiri dövmeye kalkışmayın, bana nasihat beyhudedir. Ben bayrak açacak ve aşkımı ilan edeceğim, dedi ve başını alıp gitti... Büyük kardeş Çin'e varınca sarayın adresini sordu. Fakat danıştığı herkes sultanın hiç evlenmediğini ve çoluk çocuğu da olmadığını söylüyordu. Hatta Padişah bu söylentileri engellemek için:

- Kim benim hakkımda böyle söylentiler uydurur da isbat etmezse onun boynunu vurdurum, diye ferman etmişti. Mevlânâ herhalde bu motifle Kur'ân'daki bir bilgiye telmihte bulunuyor. (6/146) Bilindiği gibi Kur'ân-ı Kerim'de devir müşriklerinin Cenab-ı Hakk'a kızlar isnat ettikleri anlatılmakta ve bu isnatların çirkinliği vurgulanmaktadır. Peki madem padişahın kızı yok, büyük kardeşin çabasının anlamı ne? O bu beyhude çabalamadan ne elde edecek? Hz. Mevlânâ yine bir parantez açarak çabayla elde edilen sonuç arasında daima birebir paralellik olmadığını şu örnekle veriyor:



Kapı Çok Ama Saray Bir

Bir amaç için çalışıp çabalayan kişi âdeta içeri girmek için kapıyı çalıp duran kimseye benzer. Çok zaman onun çaldığı kapı açılmaz ama başka bir kapı açılır ve "Allah onu ummadığı yerden rızıklandırır." Bunun üzerine kul umduğu kapı yerine nimetin başka kapıdan geldiğini vehmeder. Bilmez ki hangi kapı açılırsa açılsın bunların hepsi tek bir saraya aittir. Sözgelimi sen bazen terzilikten kazanç umarsın da rızkın kuyumculuktan çıkar. Fakat hangi meslekten gelirse gelsin sana rızkı veren Rezzak-ı Âlem olan Hak Teala'dır.

Şimdi... Değerli okuyucu diyebilir ki başladığımız aşk hikâyesi ne kadar dallanıp budaklandı, farklı farklı mecralara kaydı. Gerçekten Hz. Mevlânâ klasik şark hikâyeciliğine uygun olarak aynı bahiste konudan konuya geçiyor ve ana hikâyeden uzaklaşıyor. Zira... Zira onun asıl amacı hikâye anlatmak değil, o vesileyle fikirlerini aktarmak ibarettir. Dolayısıyla modern hikâyelerin bütünlüğüne alışmış okur bu dağınıklığı makul karşılamalıdır. Biz de son geldiğimiz noktada amaca ulaşmak için uzun yollar kat eden, çileler çeken büyük kardeşi hala ümitsizce çabalar halde bırakmıştık. Orada büyük kardeş sevgiliyi Çin diyarında aramaktaydı. Oysa insanın uzakta aradığı şey bazen çok yakınındadır. Bilhassa maksat Hak Teala ise o insana kendi kendisinden de yakındır. (6/156) Mevlânâ onu uzakta arayanın haline örnek olmak üzere aşağıdaki hikâyeyi anlatıyor:



Yar Senden Uzak Değil

Miras zengini biri bütün servetini kısa sürede yiyip bitirdi. Mevlânâ'ya göre dini atadan dededen devr alan hepimiz bu mirasyedi gibiyiz. Bize emeksiz olarak gelen o servetin kadrini bilmeyiz. Mirasyedi de fakir olup viranelere düşünce Allah'a yalvarmaya başladı:

- Ya Rabbi, bana ya tekrar mal mülk ver, ya da canımı al. Beni bu yoksullukta bırakma!

Bu yalvarış yıllarca sürmüş ama ne fakir usanmış ne de bir inayet kapısı açılmış. (6/158)

İnsan neden bir amaca kolayca varamıyor. Özellikle de Cenab-ı Hak kendisini arzulayarak yola çıkan dervişleri neden kapısında bekletiyor? Mevlânâ şimdi de bu sorunun cevabını arıyor:



Duada Gecikme Sebebi

Cenab-ı Hak katında kulun çabalaması ve yalvarışı makbuldür. Yalvarana hemen icabet etmez; ta ki bu yalvarış sürsün. Zira yalvarma bizatihi yakınlıktır. Bu şuna benzer: Bir ekmekçinin yanına biri yaşlı ve çirkin diğeri genç ve güzel iki kişi gelse ve ekmek istese ekmekçi ne yapar? Yaşlıya istediğini hemen verir ve savar, ama güzel olanı bir bahaneyle oyalar. Önce der ki; "Taze ekmek şimdi çıkacak, biraz bekle." Ekmek gelince bu sefer; "Biraz daha bekle şimdi helva da geliyor…" der. Böylece onu uzun süre yanında tutmak ister. Müminlerin hemen muratlarına ermemeleri işte bundandır.

Uzun zaman dualar eden Bağdatlı müflise de nihayet inayet kapısı açıldı ve bir gün rüyada kendisine şöyle dendi:

"Mısırda filanca yerde gömülü bir hazine var, hemen kalk ve oraya git, senin rızkın oradadır." Sevinç içinde uyanan adam hemen Mısır yoluna düştü. Ama hazine neredeydi, nereyi kazacaktı bilemiyordu. Bu arada eldeki avucundakini de tüketmiş açlıktan nefesi kokmuştu. Gündüz gözüyle dilenmeye utandığı için bir şeyler dilenmek üzere geceyi bekledi. Bir köşede oyalanıp nasıl dilensem diye hayaller kurarken devriye gezen bekçi onu gördü... Meğer o sıralar geceleri sokağa bazı hırsızlar dadanmış, bekçi de onları aramakta imiş. Dolayısıyla yabancıyı gören bekçi ondan şüphelendi ve hırsız zannıyla dövmeye başladı. Zavallı adam feryat edip suçsuz olduğunu söylüyordu ama nafile. Bizim müflis servet hayalleri kurarken başına gelen bu hallere hem şaşıyor, hem de kaderine sitem ediyordu. Bilmiyordu ki kendisine şer görünen bu halin arkası lütuf ve keremdir. (6/159) Erzurumlu İbrahim Hakk'ı merhum ne güzel söylemiştir:

Hak şerleri hayreyler

Zannetme ki gayreyler

Arif anı seyreyler

Mevla görelim neyler

Neylerse güzel eyler

Ne var ki insan başına gelen bir felaketin aslında felaket değil bir kerem olduğunu ancak işin sonunda anlayabilir. Mevlânâ bu duruma şu örneği veriyor:



Hayır mı Şer mi?:

Cenab-ı Hak bir gün Azrail'e:

- Canını aldığın insanlar arasında en çok kime acıdın, diye sordu. O da:

- Ya Rabbi, ben emir kuluyum, ne emredersen itirazsız onu yaparım.

Ama bazen gençlerin canını alırken, keşke Rabbim bunların yerine benim canımı alaydı, diye düşünürüm. Hele bir keresinde emrinle bir gemiyi batırmıştım da insanlar bölük bölük denize gömülmüş, geriye sadece bir tahtaya tutunmuş olan küçük bir çocukla anası kalmışdı. O sırada annenin de ruhunu almamı emrettin. Ben derhal emrini yerine getirdim ama onun derdi hala içimde yara olarak kaldı, dedi. Allah Teala buyurdu ki:

- Peki, şimdi sen de o işin sonunda ne oldu dinle... Ben dalgalara o çocuğu ağaçlar, reyhan gül ve sümbüllerle dolu bir sahile bırakmasını emrettim. O sahil nice çiçekler, türlü türlü meyvelerle ve arı duru pınarlarla doluydu. Yüzlerce güzel sesli kuş çocuğa ninni söyledi, gül yaprakları ona yatak oldu. Güneşe; "onu incitme!" rüzgara "hızlı esme!" buluta "yağmur yağdırma!" şimşeğe de "çakma!" diye buyurdum. Çevrede yeni doğum yapan bir kaplan vardı; ona çocuğu emzirmesini emrettim. Böylece çocuk orada bin naz ve niyazla büyüdü. (6/180)

Mehmet Kaplan'dan Bir Hatıra

Bu sözler bana merhum hocamız Mehmet Kaplan'ın bir sözünü hatırlatıyor. Bir gün derste her nasılsa söz o vadiye intikal edince şöyle demişti:

- Çocukluğumda ayakkabıcı olan babamın yanında çalışıyordum.

Amacım büyüdüğümde onun yerine geçmekti. Babamın beklenmedik vefatı bütün hayallerimi yıktı. Ne işi yürütecek yaştaydım ne de bana sahip çıkacak kimsem vardı. Ortada kalakalmıştım. Nihayet bazı yakınlarım çareyi beni şehirdeki yatılı bir okula yazdırmakta buldu. Böylece hayatım umulmadık bir mecraya girdi ve ben şimdiki ben oldum. Eğer babam ölmeseydi ihtimal ki onun mesleğini sürdüren bir ayakkabıcı olarak kalacaktım. Demek ki o zaman en büyük bir felaket zannettiğim o vefat benim için ilahi bir lütuf imiş.



Anahtar Bekçide:

Dönelim hikâyemize… Dayak yiyen müflis bekçiye yalvarıp yakarıyor, suçsuz olduğuna yeminler ediyordu. Nihayet bekçi durdu ve;

- Madem ki suçsuzsun, gece vakti burada ne arıyorsun?

- Hadi söyle de anlayalım, dedi. Adam Bağdat'tan niçin geldiğini, rüyasını ve define meselesini anlattı. "Yalan insana şüphe verir, doğru ise itminan" hadisi uyarınca bu sözlerdeki doğruluk bekçiye tesir etti ve adamın suçsuz olduğunu anladı. Nitekim her söz pazardaki akçeler gibidir, kimi sahte, kimisi sahicidir. İşi bilen kişi bunları birbirinden ayırır. Hasılı bekçi bizimkini konuşturup onun sözlerindeki doğruluk kokusunu alınca dedi ki:

- Tamam sen hırsız değilsin, bunu anladım; ama fazlasıyla ahmaksın. Hiç insan bir rüyaya kapılır da ta Bağdat'tan buraya kadar yol zahmeti çeker mi? Ben de kaç kere rüyamda Bağdat'ta filanca mahalle ve filanca evde bir hazine var diye gördüm ama böyle bir hayal peşinde oraya kadar gitmedim, dedi. Müflis baktı ki bekçinin tarif ettiği mahalle ve ev kendi mahallesi kendi evi! Hemen Cenab-ı Hakk'a şükürler etti ve bekçiye:

- Gerçi sana göre ahmağın tekiyim ama kendime göre pek akıllıyım, pek hoşum ben, dedi.



Kendimi Biliyorum Ya!

Nitekim adamın biri gurbetteki bir fakiri:

- Burada kimse seni bilmiyor, diye küçümsemişti. Beriki dedi ki:

- Ben kendimi biliyorum ya! Halk beni bilmese de olur. Ya eğer tersi olsaydı... Onlar benim yerime görse ve bilseydi de ben kör ve bilgisiz olsaydım, halim nice olurdu. (6/162)



Yanılmamız da Rahmet Sebebi:

Bağdatlı böylece hem şaşırarak hem sevinerek evine doğru yöneldi. Kendi içinden "Meğer gafletle üzerinde oturduğum hazineyi görememiş ve fakirlikten ölmüşüm. Ama benim bu sapıklığım da neticede bir hayra sebep oldu…" diyordu.

Nitekim münkirlerin amacı da dini horlamaktır ama bu durum nice mucizelerin zuhuruna sebep olmuştur. Eğer kötü inkar etmese mucize ve bürhan nereden zuhur ederdi? Nitekim cahiller peygamberleri kınayınca Cenab-ı Hak mucizelerle onlara lütufta bulunur. Firavun Musa'yı takip etmese ne Musa'ya o mucizeler verilir, ne de kavminin de şüphesi zail olurdu. Hatalardan sonra büyücülere erişen lütfu gör. Kâbe'yi alçaltmak için gelen Ebrehe'nin gayretinin onun şanını yüceltmekten başka işe yaramadığını hatırla. Öyle ki Mekke yoksulları onun getirdiği altınlarla zengin oldu. Oysa Ebrehe asker götürdüğünü sanıyordu, meğer götürdüğü altınmış.

Bu ara hikâyelerden sonra biz yine evvelki aşk hikâyesini bıraktığımız yere geri dönelim. Çin sultanının kızına kavuşulmayacaksa zavallı aşığın çektiği bunca sıkıntı ne olacak? Bu zahmetin bir karşılığı bulunmayacak mı! Aslında böyle bir karşılık var. Aşkın karşılığı bizatihi kendisidir, aşığa verdiği sonsuz zevktir. Bu babda yine Mevlânâ'ya kulak verelim:



Âşık İçin Aşk Her Şeydir

Rûz-ı o vü rûzi-i âşık hem o

Dil hem o dilsûzi-i âşık hem o

Mâhiyanra nakd şüd ez-ayn-ı âb

Nân u âb u câme vü dârû vü hâb

Hemçü tıflest o zi-pistân şir-gir

O nedâned der-dü âlem gayr-ı şir

Dâne güm şüd ângehi o tin buved

Tâ nemürdi zer nedâdem in buved

Âşıkın günü de gündeliği de odur. Gönlü de odur, gönül yangını da. Nasıl ki balık için su hem ekmek, hem su, hem elbise, hem ilaç ve hem uykudur. Âşık memedeki süte esir olan çocuk gibidir, iki âlemde de sütten başka bir şey bilmez. Ancak tohum kaybolursa ağaç biter, sen de kaybolmalısın ki sendeki aşk ortaya çıksın. 'Sen ölmedikçe altın vermedim' sözünün sırrı işte budur." (6/152)

Aşağıdaki alıntıda Hz. Mevlânâ hem aşktaki nihai gayeyi hem de küçük isteklerin büyük kapılara açılışını şu veciz ifadelerle ortaya koyuyor:

Gaye Sensin Allah'ım

Birisi, ekmek almak için ekmekçi dükkanına koştu; fakat ekmekçinin güzelliğini görünce de can verdi gitti. Birisi, hava almak için gül bahçesine gitti; derken bahçıvanın yüzü, ona seyir seyran yeri oldu. Hani kuyudan su çeken bedevi gibi, o da Yusuf'un yüzünden ab-ı hayatı tattı. Musa, ateş elde etmeye gitti; öylesine bir ateş gördü ki ateşten vazgeçti. İsa, düşmanlardan kurtulmak için sıçradı; o sıçrayış onu dördüncü kat göğe yüceltti. Buğday başağı,

Adem'e tuzak olmuş da varlığı, insanlara başak kesilmiş. Doğan, yem için tuzağa yönelir; derken padişahın bileğini, elini bulur; devlete, ikbale ulaşır. Çocuk, babası kendisine ihsanda bulunacak, kuş alacak ümidiyle mektebe gider, hüner, bilgi elde eder. Abbas, kin güderek Ahmed'i kökünden söküp atmak için aslı olmayan kendi dinine güvenip savaşa gelmişti; halifelikte o, onun oğulları, kıyamete dek dine arka oldular; halifeliğe şeref veriyorlar. Ben de bu kapıya, bir şeycik istemek için geldim; fakat dehlize girer girmez yüceldim, başköşe oldum gitti. Ekmek ümidiyle armağan olarak su getirdim; fakat ekmeğin kokusu beni cennetlerin başköşesine götürdü. Bundan önce kendi kanatlarımla uçuyordum; şimdiyse hareketim, adalet sahibi padişahın eliyle. Gelip geçici oynayış benden uçtu gitti; fakat şimdi hareketim, kımıldayışım, ölümsüz; çünkü O'nun eliyle, O'ndan.



Sırrın Sonu Sükut

Büyük kardeş Çin padişahına varınca maksadına da ermiş oluyor. Mevlânâ diyor ki: "Artık susmak gerek, zira bin defa da söylense bundan ötesi anlaşılmaz. At ve eğer denize kadardır, orada bineğin tahtadan olmalı. Bu binek karadakilere faydasız ama denizdekilere rehberdir. Sükut sırrın narasıdır. Kimi naradan sağır olur, kimi ise sukuttan usanır. Biri rüyasına binlerce nara atar, bağırır, ama yanında oturan bundan habersizdir. Ve asıl bu habersiz kişi uykuda ve sağırdır. Tahta binek sükuttur ama onu da kıran tamamen denize gark olur, artık bunu şerh imkansızdır vesselam..."



CEVHER BEYİTLER-XV

95



Aşk nedir ?:

Pürsîd yekî ki âşıkî çîst

Güftem ki çü men şevi bidânî (C.2/önsözden)

"Biri bana: Âşıklık nedir? diye sordu. Dedim ki: Ben ol da bil. "Sen âşıklığı nasıl bilebilirsin ki o bilgi kitaptan defterden öğrenilmez. Ateşi mangalda balı da kavanozda görmek bilmek değildir. Çünkü bu bilgi zevk bilgisidir; onu tatmayan bilmez. Bildim diyenin bilgisi sadece zandır. Madem öyle sen düşmeyi düşenden öğren, yanmayı pişmişten sor. Aşkın kokusunu da aşığın yanık nefesinden kokla. Bu işaretlerden yola çık ve aşkı bilmek için âşık ol.



96

Aşk denizinde akla yol:

Pes çi bâşed aşk deryâ-yı adem

Der-şikeste aklra anca kadem 3/4770

Aşk nedir? Bir yokluk denizi! Ayak karada yürür, denizde değil. Akıl bir bağdır, olaylar arasında ilgi kurar. Ancak yokluk denizinde varlık yoktur ki sebep sonuç olsun. Bu yüzden aklın ayağı oraya basamaz. Aşka ulaşmak için ilk engel sensin, kendi varlığın, kendi aklın. Denize dalmak için bir libas gibi kendi varlığından soyunmalı, aklını kenarda bırakmalısın. Hasılı akılda aşk şarkısını söyleyecek dil dudak yok.

97

Sevgili cennetindir:

Her kücâ dilber buved hod hemnişin

Fevk-i gerdûnest ney zîr-i zemîn 3/4555

Eğer âşıksan şunu bil! Yükseklik alçaklık, değer ve değersizlik sevgiliye göredir. İstersen çukurda ol ona yakınsan bil ki yerin gök tahtı. Şayet onsuz isen göklerde de olsan say ki yerin zir-i zemin. Neden? Çünkü sevgiliyi gören başka şey göremez. Sevgili cennettir ve cennet sevgilinin bulunduğu yerdir, sevgilisiz cennetse cehennem. Ona sahip olanın eksiği yoktur, onsuz olanın ise varlığı bir vehim. O halde sen mevkiye makama bakma, sevgiliyi yanına getirmeye bak.

98

Gam aşığın helvası:

Aşıkânra derd ü gam helvâ şeved

Nâkesânra lik an belvâ şeved 3/3050

Gam ve keder, neşe ve sevinç sahibine göre değişir. Aşkın yolu belalıdır, dikenlidir ama âşıkların başı o belayla hoştur; ayakları o dikenle yaralanmaya teşnedir. Aşksız kendine âşıktır.Eli ayağı sevgiden de sevgiliden de kıymetlidir. Bu yüzden aşkın dert ve belasına sabredemez. Âşık ise sevgilinin her şeyine âşıktır. Ondan gelen zehir aşığa panzehirdir; çekilen dert devanın ta kendisidir.

99

Aşığın gözüyle bak:

Bakma ol kendi gözünle hûba sen

Tâlibân çeşmiyle bak matlûba sen 4/75

Güzellik gözdedir, nesnede değil.. Bir şeyi güzel gösteren istektir, aşktır. İsteksiz bakışa güzel de çirkin görünür. Bu yüzden Leyla’yı sen başka görürsün Mecnun başka görür. O halde güzele kendi aşksız gözünle bakmayı bırak, Mecnun’un tutuşmuş gözleriyle bak.




Tasavvûf

MollaCami.Com