Bölümler | Kategoriler | Konular | Üye Girişi | İletişim


NEFSİN KISIMLARI

Allah-ü Teâlâ'ya hamdü senalar ve O'nun resulüne salât-u selâmlar olsun. Ve Peygamberimizin âline, ashabına, hulefâ-i râşidîne de salât-ü selâmlar olsun.

İnsanın nefsi şu dört husustan biri ile ilgilidir.
1 - Emmâre,
2 - Levvâme,
3 - Mülhime
4 - Mutmainne.

Bu mertebelerden Allah-ü Teâlâ yanında makbul olan, mutmainne mertebesidir. Hak nazarında en merdud ve süflî olan mertebe de emmâre'dir.

Allah-ü Teâlâ meşâyihe öyle bir hususiyyet vermiştir ki o sayede nefs-i emmâre'yi terbiye ederler. Bu, O'nun en büyük bir lûtf-u keremidir. Yalnız terbiye etmekle kalmazlar o nefs-i emmâreyi, sırasıyla levvâmeliğe, mülhimeliğe ve mutmainneli-ğe döndürürler. Bundan maksat; "İrciî" hitâb-ı İlâhîsine kabiliyet kesbetmek, Allah-ü Teâlâ'ya hakikî kul ve Resulüne hâlis ümmet olmaktır.

Şimdi sırasıyla bu dört mertebeyi, Allah-ü Teâlâ'ya çağırıl-mayı, bunların mertebesini ve sıfatını bir bir açıklıyalım; böylece, kendi nefsinin derece ve kademesini kendin takdir et. Yeter ki sen kulağını bu tarafa ver ve gaflet pamuğunu kulağından çıkar. Ancak bu sayede anlatılmak istenileni anlıyabilirsin:

Nefs-i emmâre sahibi olanlar şu üç guruptur:
1 - Fâsıklar,
2 - Münafıklar,
3 - Kâfirler.

Hak Teâlâ Kur'ân-ı Kerîm'inde buyurur ki:

Mânası: "Nefs-i emmâremi temize de çıkaramıyorum. Çün-ki gerçekten nefis kötülüğü şiddetle emreder." (Yûsuf sûresi, âyet: 53).

Allahü Teâlâdan azan ve âsî olan kâfir olur, münafık olur veya fâsık olur. Bu hususta kişinin itikadı esastır. Mühim rol oynar. Herkes nefsini emmârelikten kurtarıp mutmainneliğe yaklaştırmaya devamlı gayret etmelidir.

Nefis denilen şey süt emen bir çocuğa benzer. Verirsen içinde binbir gıda bulunan sütü emer. Bundan keser, başka şeyler yedirirsen onları yer ve onlara göre gıdalanır.

İslâm'ı kabul etmiş, Allah'ın birliğine, ezelî ve ebedî olduğuna inanmış, Resûlüllah'a, haşr-u neşre, kitaplara, meleklere, peygamberlere ve Hakkın buyurduklarının hepsinin hak olduğuna, Resûlüllahın (S.A.V.) hak ve gerçek olduğuna îtikat etmiştir. Buna rağmen nefs-i emmâreden vaz geçmemiş kimselerin adı fâsık'tır. Bunun sebebi, nefs-i emmârenin sıfatıyla sıfatlanmış olmalarıdır.

Nefs-i emmârenin sıfatı nedir? şeklinde bir soru akla gelebilir. Biraz sonra bunun cevabı verilecektir. Bu kimseler tevbe edip emmâreye uymaktan dönerlerse Allah-ü Teâlâ onları kabul eder. Günahlarını yüzlerine vurmaz, azab da etmez. Zira onlar, o günahı işlememiş gibi olurlar. Nitekim Resûlüllah (S.A.V.) buyurur ki:

Mânası: "Günâhından hulûsu niyyetle, kalbinden pişman olarak tevbe eden, günah işlememiş gibidir."

Eğer fâsıklar tevbesiz olup îman ile ölürlerse cehenneme girerler ve günahlarının cezasını görürler. Hak Teâlâ'nın dilediği kadar yandıktan sonra çıkıp cennete girerler. Lâ ilahe illallah Muhammedün Resûîüllah demiş olmanın şefaati onları cehennemde bırakmaz ve çıkarır.

Yine Efendimiz (S.A.V.) buyurdular ki:

Mânası: Kalbinde bir miskal miktarınca îman bulunan bir kimseyi o îman, cehennemde bırakmaz, çıkarır.

Yine Efendimiz (S.A.V.) buyururlar ki: Bir kavim cehennemde yana yana kömür gibi olduktan sonra vazifeliler onları alır, Hayat Nehri adı verilen ırmakta yıkarlar. Derileri yeniden vücuda gelir. Yüzleri ayın ondördü gibi olur.

Bunlar için denilir ki:
Bunlar öyle bir taifedir ki Hak Teâlâ onları cehennemden âzâd etti.
Diğer iki taife de kâfirler ve münafıklardır. Bunların hakkında birçok âyet ve hadîsler gelmiştir. Kâfirler ve münafıkları cehennemin esfeline sokar ve orada ebedî kalırlar.

Bu hususta vârid olmuş âyetler:
"Allah, bütün kâfir ve münafıkları cehennemde bir araya getirir." (En-Nisâ sûresi, âyet: 140)
"Münafıklar, ateşin en aşağı derecesindedirler." (En-Nisâ sûresi, âyet: 145)

Kâfir: Allah'ı, kelâmını, resulünü inkâr edenler ile putperestlerdir. Bir kâfir çeşidi daha vardır ki; küfrü îcabedecek söz söyler, tevbe ve istiğfar etmez. Sözünden dönmez. Israr eder. Neûzü billâh böyleleri dünyadan imansız gider.

Münafıklar da iki türlüdür:
1 - Halk içinde oruç tutar, namaz kılar. Kendisi gibi olanlarla beraber olduğunda küfrünü açığa vurur. Bunlar Kaderiye ve Cebriyecilerdir. Hurûfîlerdir. Bâcîler ve Hulûlîler de bu fırkaya dahildir. Bunların ve bunlara benzeyenlerin sözlerini söylemeye değmez.

Hak Teâlâ buyurur ki: "Ancak yalanlayıp sırtını çeviren şakı onun odunu olur." (El-Leyl sûresi, âyet: 15)

Resul (S.A.V.) bunlar ve benzerleri hakkında buyurur: "Üç haslet vardır ki bunların üçü de bir kimsede bulunursa, o kimse dörtbaşı mâmur bir münafıktır." Lâkin bunlardan biri bulunursa o kimsede münafıklığın üç kısmından bir kısmı mevcut demektir. Onu terk ile tevbe etmedikçe münafıklık hasletinden kurtulamaz. Namaz kılmakla, oruç tutmakla böyle bir insan müslüman olmaz. Ben müslümanım demekle, kendini müslüman sanmakla da müslüman olunmaz.

O üç haslet şunlardır:
1 - Söz söylediğinde yalan söylemek,
2 - Va'dettiği halde va'dinde durmamak,
3 - Emanete hıyanet etmektir.

Bir rivayette de, iki haslet vardır ki nifak yâni münafıklık alâmetidirler:
1 - Ahdedip ahdini bozmak,
2 - Bir kimse ile çekişme, çirkin sözler söyleme (sövme
gibi).

Müslüman olan kimseler bu nevi hasletlerden sakınmalıdır. Nefs-i emmâreden sıyrılıp temizlenmedikçe şakilikten kur-tulunmaz ve kurtulmak mümkün de değildir. Zira emmâre-i bis-sû' denilen nefis, kimde mevcut ise onu hayırlı işlerden alıkoyup devamlı şerre teşvik ve sevk eder. Devamlı fısk'a, fücur'a, şekavete ve nifaka çağırır.

Emmârenin mânası emredici, buyurucu demektir. Her kimin ki nefs-i emmâresi beden şehrine buyruk kesilir ve sözünü geçirirse işte o kimse fâsıktır, münafıktır veya kâfirdir. Neûzü billâh.

Aziz olan insanda kemâl ve olgunluk, nefsini bilmek, nefsin merdûd ahlâkını görmek, ahlâk-ı hamîdeyi kendine huy edinmekle olur. İrciî emrine nefsinde kabiliyet kesbetmekle olur. Tâ kendisinde ma'rifet-i Hak hâsıl oluncaya kadar. İnsan olmaktan maksat, Hakkın ma'rifetini hâsıl etmektir. Hak Teâlâ bir Hadîs-i Kudsîde:

"Ben bir gizli hazîne idim. Bilinmeyi istedim. Sonra bu mevcudatı yarattım." (Senedinde ve mevzûiyetinde ihtilâf vardır.)
Bu mahlûkat ma'rifet için yaratılmıştır. Bir kişi yoktur ki O İlâh'ı bilmesin, O'nun vahdâniyyetine şehadet etmesin. Mevcudattan herbirinin kendine göre bir ma'rifeti ve Hakk'ı bilmesi vardır. Ma'rifetten nasib miktarı vardır.

Hakikî ma'rifet, Hakkın zât ve sıfatına mahsus olan ma'rifet insandan başka mahlûkatta bulunmaz, Havassu'l-havas ismi verilen kimseler hakikî ma'rifete sahip olmuş kimselerdir. Bu mevzuda güzel, pek çok lâtîf sözler, bahisler ve sualler vardır.

Ma'rifetin üç mertebesi vardır:
1 - Ma'rifet-i âm: Bu husus, bütün mahlûkatta müşte-
rektir.
2 - Ma'rifet-i Hâs.
3 - Mârifet-i hâs-ul-hâstır.

Üçüncü mertebeye yükselebilmiş kimsede muayene ve müşahede sıfatları hâsıl olmuştur. Bu mertebeye ma'rifet-i hakikî denir. Bu mertebenin hâsıl olması için insanın tamamen kendisinden fânî olması, talipte bilkülliyye mahbûbun tecellî etmesi gerekir.

Ma'rifet gibi îman da üç mertebedir. Kişinin îmanı marifetine göre olur. Ma'rifeti de îmanına göre olur. Bu hususta da söylenecek çok şey vardır.

İmanın bu mertebelerini öğrenip ona göre îmanını taklid-den tahkîka doğru yükseltmelidir. İmanını avam îmanından kurtarıp havas îmanına doğru yüceltmelidir.

İmanın üç mertebesi:
1 - En aşağı avam tabakasının îman mertebesidir. İmanın bundan aşağı mertebesi yoktur. Bu kadarı da olmazsa ona îman denmez. İmanı bu derecede olan cennete girer. Yukarıda da geçtiği üzere Efendimiz (S.A.V.) buyururlar:
"Kalbinde zerre miktarı îman olan ateşte kalmaz, cennete girer."
Yine Peygamber Efendimiz (S.A.V.) buyururlar:
"İman; Allah-ü Teâlâya, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ölüp de dirileceğimize, kıyamet gününe, cennete, cehenneme, hayır ve şerrin Allah-ü Teâlânın takdiriyle olduğuna dil ile ikrar edip kalble inanmaktır."

Bu, avâmın mertebesinde bir îmandır. Bundan aşağı mertebede bir îman yoktur. Yâni bunları inkâr eden kâfir olur. Bundan yukarı mertebe de Havasların îman mertebesidir.

2 - Hâsların îmanı (îman-ı hâs) : Bu da âmentü'nün esaslarını dil ile ikrar edip kalb ile inandıktan sonra sözümüzde, işimizde, ibadetimizde Allah-ü Teâlâ'nın bizi görüyor olduğunu bilip düşünmek, daima, her hâl ü kârda bu duygu ve düşünce üzere olmaktır. Her ne işlerse Allah'ı görür durur. Bu mertebeye îman-ı ihsanı dahi derler.

Resûlüllah (S.A.V.) Efendimizden îman-ı ihsanî suâl olundukta buyurdular ki:
"İhsan: Senin Allah-ü Teâlâ'yı görüyormuşçasına ibadet etmendir. Sen O'nu görmesen de, O seni daima görür."
Efendimiz böyle buyurduğu için bu derecedeki îmana îman-ı ihsanî dense münasiptir.
İmanı havas derecesine erişmiş kimse ibadet ve tâatında Allah-ü Teâlâ'yı görür durur gibi olur. Gizli ve aşikâre her ne yapar ve ederse ihlâsla, Allah'ı hâzır-nâzır bilerek işlerler. Allah-ü Teâlâ'nın ululuğunu öyle fikrederler ki gönüllerine Allah'-dan gayrı hiçbir şey gelmez. Allah'dan gayrı hiçbir şey ile gönülleri safa bulmaz. Oturup kalkmaları, yürüyüp durmaları hep edeb ve hudû' iledir. Konuşurlarken sağlarından ve sollarından haberleri olmaz. Sağında ve solunda erkek mi, dişi mi, hayırlı mı yoksa şerli mi farkında olmazlar. Böylelerin îmanları yakîn üzeredir.
Bundan da yukarı bir mertebe vardır. O da:

3 - Hâs-ul-hâs mertebesidir.
Bunların gönülleri başkalarının hayâlinden dahi arınmıştır. Pâk olmuş ve basiret gözleri açılmıştır. Allah-ü Teâlâ böylelerin ruhuna sıfatıyla tecellî eder. Basiret gözüyle görüp bu tecellîye îman ederler. Vücutlarının her âza ve kısmıyla, elleriyle, ayaklarıyla, göz-kulaklarıyla, zâhir-bâtmlarıyla, saçsakalının herbir kılıyla îman ederler.

İkinci mertebede adı geçen havaslardan bu mertebedekiler çok üstündür. Bu mertebedekilerin zatî fânilikleri ne şekildir, onu yerinde tedkik edeceğiz inşâallah...

Bu fenaların birkaç mertebesi vardır:
a -Fenâ-yı Ruh, b - Fenâ-yı Suret, c - Var Tarîk'ı.
Dervişlikte öyle hususlar, makam ve mertebeler vardır ki, harfler ve seslerle ifadesi kabil olmayıp ancak dervişlerin lisanıyla ifadesi mümkündür. O hususları işitebilmek için onların kulağı gibi kulağa sahip olmak gerekir.
Bu hususların bâzılarını görmek lâzımdır, işitmekle olmaz. Bâzıları görmekle de, işitmekle de olmaz, tatmak îcabe-der.
"Men lem yezuk lem yedri" Mânası: "Tatmayan bilmez."

Ey kardeş! Avâmın, havâs'ın, havâs-ul-havasın îmanının ne olduğunu şimdi öğrendin. Aslında üçüncü mertebeyi yâni ha-vas-ul-havas mertebesini hiç kimse lâyıkı veçhile anlatıp dile getiremez. Biz aslını ve hakikatini değil, bizim bilgimizin derecesine ve kifayeti nisbetinde anlatmaya çalışıyoruz.
Hak Teâlâ'nm kulları üzerine rahmeti üç mertebedir:

a - Rahmet-i âm,
b - Rahmet-i hâs,
c - Rahmet-i hâs-ül-hâstır.

a - Rahmet-i âm: Yer yüzünde müslüman - kâfir, ins - cin, vahşî hayvanlar, kuşlar ve bütün mahlûkatı ihtiva eder bir rahmettir.
b - Rahmet-i hâs: Bu rahmet, âhirette yalnız mü'min kullara mahsustur. Bu rahmeti Hak Teâlâ âhirette mü'min kullara mertebelerine göre ihsan edecektir.

Bunları söylemekten maksat; ben Lâ ilahe illallah, Muham-meden resûlullah derim, namaz kılar, oruç tutarım, hacca gider, zekât veririm ve tevbe ederim diye mağrur olmıyasın, bunları mücerred olarak yerine getirmekliğine aldanmıyasın. Dinî bakımdan her vazifeyi bihakkın yerine getirdiğine zâhip olmı-yasın. İbadet, tâat yoluna seğirtip tâ bu mertebelere ulaşasın. Senin nefsin, emmârelikte karar kılarsa bu yüksek mertebelerden mahrum kalırsın. İnsanlık menziline erişemezsin. Sa'y ü gayreti elden koymamak gerek. Mücerred ve zahirî ibadetle olmaz.

Hak Teâlâ Kur'an-ı Kerîm'inde buyurur:
Mânası: "İnsanın eline sa'y ü gayretinin neticesinden başkası geçmez." (En-Necm sûresi, âyet: 39)
Bundan maksat ibadet ve tâat yolunda gayret sarfetme-miz, bulunduğu manevî makam ve menzile razı olmayıp daha yükseğine mazhar olmaya gayret etmemizdir. Hak Teâlâ Kur'an-ı Kerîm'inde buyurur ki: "Her kim Hak Teâlâ'nın dîdârmı görmek isterse amel-i sâlih işlesin." (El-Kehf sûresi, âyet: 110)

Amel-i sâlih nedir?
Amel-i sâlih iki kısımdır:

1 - Zahirî ve sûrî olan amel-i sâlih,
2 - Bâtınî ve manevî olan amel-i sâlih.

Şerîatın emrettiği farzları, sünnetleri, âdabları yerine getirmek bu iki kısmın da ihtivası içine girer.

1 - Zahirî ve sûrî olan amel-i sâlihe misâl: Allah-ü Teâlâ'nın mahlûkatından hiç kimseyi incitmemek, mahlûkatın nefsine ve malına zararı dokunabilecek bir fiili işlememektir.

2 - Bâtınî ve manevî olan sâlih amellere gelince; kalbi nefsin fesadlıklarından kurtarıp iyiliğe ve salâh'a götürmek,nefs-i emmâreyi mutmainneliğe çevirmek, bu hususta nefisle mücâhede etmektir.
Nefs-i emmâre ile muttasıf bulunan ve kavm-i fâsık olan kimseler, kâfir ve münafıklardır.

NEFS-İ LEVVÂME:

Bu, zâlimdir. Lâkin mülhime mertebesi arzu edilen ve nail olunması istenilen bir makamdır. Dünyada insanın işi em-mârelikle süflîleşmiş olan nefsini sırasıyla levvâmeliğe, mülhi-meliğe, mutmainneliğe yükseltmeye çalışmak olmalıdır.

İnsan kendini Allah'a ısmarlayıp tâat ve ibâdet üzere olmalıdır. Tâ ki, bu sayede yarınki gamlı ve kederli günlerinde gamsız ve kedersiz olabilsin. Dünya hayatında kişi nefsini bilmeli, onun terbiyesi ile meşgul olmalıdır. Amelini de görüp bilmek, yaramazını ve zararlısını değiştirmek, iyisini ve hayırlısını alıp yerleştirmek ve devamlı bir şekilde bu gayret içinde bulunmak gereklidir. Bu nefs-i emmârenin âfetlerinden sakınmanın en müsbet ve ma'kul çaresidir.

Kişinin ameli, kendisini dünyadan âhirete saadet ve selâmetle iletecek bir aracısı ve vesilesidir. Böyle yapmadığımız takdirde yârın Hakkın huzuruna vardığımızda amellerimiz yüzümüze çarpılır. Zira âhirete vardığımızda amellerimiz Hak Te-âlâ'nın huzuruna arz olunacak. Terazide tartılacak. Arasat meydamnda toplanılacak. İşte bunları düşünüp hesaba katmak lâzım. Yârın pişman olanların durumuna düşebiliriz. Pişmanlık faide vermez. Ancak nedamet ve hasret hâsıl olur. Bu dünya hayatında ameline mukayyed olmayıp iyisini bilip öğrenmeyen kimsenin hâli şuna benzer:

Bir pazarcı bir vilâyete vardı. Nice nice ağzı kapalı çuvalları alıp alıp yığdı. Çuvalların ağzını açıp içinde ne var, ne yok diye bakmadı. Memleketine geldiğinde açıp baktı. İbrişim (ipek) zannettiği şeyler abâ eskileri değil miymiş? Hepsi de bir işe yaramaz. Pazarcı rezil ve rüsvây olur. Utanır, üzülür..

Dünyada nefsini amellerin iyisine sevk ve teşvik etmeyen kötülüklerini ve fesatlarını bırakıp iyilerine ve sâlihlerine yöneltmeyen kimse de bu pazarcının durmuna düşer. O amel yüklerini dünyadan âhirete, kıyamet arsasına götürdüğünde Hak Teâlâ'ya arz eder. Lâkin bütün kötü işleri yüzüne çarpılır, geri çevrilir. Üzülür, ümitsizlik ve korku içinde mahv ve helak olur.

Şimdi ey kardeşim! Amellerinin yükünü ve çuvalını burada iken aç ve içinde ne var ne yok gör. Kötülerini, işe yara-^ mıyanlarım bir daha alma, işe yarayanlarını çuvala bol bol doldur. Nefs-i emmâre ile ilişiği olanları bir daha kapına yaklaştırma. Zira onlar Hak Teâlâ nazarında merduddur. Nefs-i lev-vâme ve mülhimeden hâsıl olanları dahi teftiş ve kontroldan geçir. Onların içinde mâsiva ile kirlenmiş ve lekedâr olmuş olanları bulunabilir. Emmâreden bir miktar dahi olsa kabrinde de rahat bırakmaz kıyamette de. Azaba giriftar olursun.

Bu hususta mürşidin yardımına ve görüşlerine ihtiyaç fazladır.

Kötülükleri bırakmak, onlardan rücu' etmek, mürşid-i kâmilin huzurunda tevbe ettikten sonra bir daha bu çirkin amelleri hiç işlememek gerek...

Nefs-i mutmainneden hâsıl olan ameller ise, başlı başına iyi amellerdir. Hepsi de Hakkın huzurunda ortaya çıkarmaya lâyıktırlar. Gaye emmârelik, levvâmelik, mülhimelik kademelerinden yükselerek mutmainneliğe erişmektir. Zira Nefs-i Mut-muainneliğe varıldığında Hakka en lâyık olur. Hakkın huzuruna dahi çağırılır.

Kur'an-ı Kerîmde buyurulur:

"Ey mutmainne nefs! Dön Rabbine (cennetine) sen ondan razı, o da senden razı." (El-Fecr sûresi, âyet: 28)
Kişi kendi nefsini bilmeli ve onun ıslâhı ile meşgul olmalıdır. Amellerin sevaplı olanına devamla günah olanını terk etmelidir. Böylece dünyevî ve uhrevî âfetlerden sakınmış oluruz. Nefis, bütün ayıplardan kurtaramadıkça Hakkı bilmek kabil olmaz. Nitekim mübarek bir sözde buyurulmuştur:

"Kim ki nefsini bilirse Rabbisini de bilir."

"El-kelâmü yecürrü ilel-kelâm." Mânası: "Söz sözü açar." O halde deriz ki: Önce insan nefsini bilmeli, sonra nefsin mânasını bilmelidir. Mâna-yı nefs hâsıl olmadıkça ma'rifet-i Hak da hâsıl olmaz. Nefsin terbiyesi ile meşgul olmak, riyazet, mücahede ve zikrullaha devam etmek gerektir. İşte bu hususta tekâmül kay-dedebilenler sıfat-ı insandan mâna-yı insana terakki eder. Hakkın sıfatı ancak mâna-yı insanda zahir olur. Ma'rifet-i nefsin hâsıl olması gerektir. İşte sadece o zaman mâna-yı insan hakk-ı mahz gibi görünür. Taleb edenin kendi nefsinden Hakkı temyiz etmesi gerektir. Kendi mânasına Hak dese Hakkı bilmemiş olur. "Men arefe nefsehû" makamına varmamış olur. "Fekad arefe rabbehû" ye gelince; bu hususta çokları hatâya düşmüşlerdir. Zira mânayı nefs-i Hak tasavvur ettiler. Sıfat-ı Hak ile zahir olduğu için "Enel-Hak" dâvasını güttüler.

Şeyh Beyazıd-ı Bistamî Hazretleri der ki:
"Otuz yıl çeşitli mücahedeler, riyazatlar, mezellet yâni hor-luk ve hakirlikle talep ve müridlik kapısında oturdum. Maksadım Bârî Teâlâ'ya nail ve lûtfuna mazhar olmak idi. 30 yıl sonra dostla benim aramda olan perdeyi kaldırdılar. Gördüm ki Bâyezid perde arasında zahir oldu. Yâni demek oluyor ki Bâ-yezid'in Rabbinin sıfatı Bâyezid'de tecellî etti. Sonra öyle zannettim ki istediğim yine kendim imişim. Çünkü gördüm ki bana görünen ancak Bâyezid'dir. Yâni Bâyezid'de görünen Hak sıfatı imiş. Mâna-yı Bâyezidi böylece bildim." dedi.

"Men arefe nefsehû fekad arefe rabbehû."
Mânası: "Kim ki kendi nefsini bilirse Rabbini de bilir."

Muhakkak oldu, dedi. Öyle olsa bir kimse kendi mânasını bilip onun vasıtası ile Hakkı bilmesi, o kimsenin nefsini bilmesi ve ma'rifet kesbettim demesi yalandır. Aslı yoktur. Binaenaleyh: Nefsini bilen Rabbini bilir'in mânası ve sırrı; kim ki kendi mânasını bilir, o kimse Rabbini de bilir, demek olur.

Kim ki kendinin niteliğini bilmez, o kimse Rabbini de bilmez. Kendinden gayrisini hiç bilmez. Bu münasebetle Hakkı da hiç bilmez.

Nitekim demişlerdir.
Kişi ki, keyfiyetini idrâkten âciz. Nasıl olur da kadîm ve ezelden Cebbar olan Allah'ın keyfiyetini bilir?. Bilemez... Kendi niteliğini bilmeyen kimse, o Ganî Cebbar hakkında ne
söyleyebilir?

İnsanın nefsi yâ emmâredir veya levvâmelikte. Makam-ı mutmainneliğe vâsıl olmayan kimse, bu mertebelere erişip ma'-rifet hâsıl edemez. Tasfiye edilecek hususların tamamen tasfiye edilmesi gereklidir. Hakkın o kimseyi çağırması lâzımdır. Bu da nefs-i mutmainne makamına vâsıl olmadıkça mümkin değildir. O makama münhasırdır.
Nitekim Hak Teâlâ buyurur:
"Ey mutmainne olan nefs! Senden razı ve senin de razı olduğun halde Rabbine dön." (El-Fecr sûresi, âyet: 28).
Hakkı talep edene ve bu yolun yolcusu olmak isteyene evvelâ suret-i nefsi bilmek ve ondan sonra sıfatından mânaya yetişmek lâzımdır. Sonra ma'rifet-i Hak hâsıl olmalı.

Nefs-i Mülhime, Nefs-i Levvâmeden üstün ve yukarıdır. Bunun çeşitli sebebleri vardır; zira nefs-i levvâme bir zaman nefs-i emmâre-i bissû'e uydu idi. Âhirete yarayıcı amelleri, kitabı, sünneti terk edip şeytana uyarak cehennemin yolunu tutmuş idi. Küçük-büyük günahlardan ne bulduysa işledi.

Lâkin Hakkın inayeti imdada yetişti. Nefs-i emmârelikten ayrıldı. Cennetin yolunu tutmak istedi. Cennete lâyık amellerle meşgul oldu. Mürşid de nefs-i emmâreyi nefs-i mülhimeye döndürmek direktifini verdi. Nefs-i levvâmenin iki yüzü vardır: bir yüzü nefs-i emmâreye bakar, diğeri de nefs-i mülhimeye. Nefs-i mülhimenin de iki yüzü vardır; bir yüzü levvâmeye, diğeri mutmainneyedir. Nefs-i mutmainne'nin de iki sıfatı vardır; biri Razıye, diğeri de Marzıyyedir.

Nefs-i levvâme bir bakımdan nefs-i emmâre'den yüzünü çevirmiştir. Lâkin devamlı olarak tekrar meyletmesinden korkulur. Nefis, levvâmelik üzerine karar kılar ve tevbe üzerinde kalırsa bu kimseler o vakit cennete girer. Asla cehenneme girmez. Allah-ü Teâlâ'nın fazlı, Resulünün şefaati ve iyilerin yardımıyla âhirete gidinceye kadar bu hal üzere kalır. Zira bu hususta salâhıyyet yolu da cennet yoludur. Fısk ve fücur yolu ise cehennem yoludur. Öyle olsa dahi bu nefs-i emmâre ve nefs-i levvâme sahipleri yine de onlardan farklıdır. Nefs-i levvâme sahibi, nefs-i emmâreye tâbi olan kimselerden üstündür. Bu em-mârelik derecesinden alâkasını kesmesi lâzımdır ki cennete girebilsin. Nefs-i levvâme de kendisine zulmettiğinden dolayı kendisine âyette zâlim denildi. "Onlardan kendi kendisine zulnı edenler vardır." (Fâtır 32).

Her kim nefs-i emmâresine uyarsa o zâlimdir. Rücu' eder ise bütün günahları afvolunur. Nitekim günahları ne kadar olursa olsun o günahların miktarmca tevbe ettiğinden yerlerine sevab yazılır. Allah-ü Teâlâ Kelâm-ı Kadîminde bu gibilerin günahlarını hasenata tebdil ettiğini müjdeler. "Çünkü bunların kötülüklerini Allah iyiliğe çevirir." (Furkan sûresi, âyet: 70)
Resûlüllah da: "Tevbe eden kimse günah işlememiş gibidir" buyururlar.

Cehennem denilen azgın mahlûk, mü'min kimseye: "Ey mü'min çabuk geç, senin nurun benim nârımı (ateşimi) söndürüyor" der. Zira nefs-i levvâmenin sahibi, üzerinde olduğu amellerin bâtıl olduğunu anladı ve rücu' etti. Bir daha da günah işlemedi. İşlemeye de kast etmedi. İşte o zaman gerçek tevbecilerden olup
"Şüphe yok ki Allah çok tevbe edenleri ve temiz olanları sever." (El-Bakare sûresi, âyet: 222) bu âyetin mealinin müjdesine de mazhar oldu.

Böyle tevbesi kabul olan nefs-i levvâmeli kimse sırat köprüsünden yıldırım sür'atiyle geçer. Allah dostlarından olup günah işlememiş gibi olduğundan âhirette saadet ehlinden olur. Lâkin dünyada iken bu kimselerden keşf-ü keramet hâsıl olmadı. İlhamların zevkini de tatmadılar. Zira nefs-i levvâme keşif ve keramet yeri değildir. Şu kadar var ki mü'min avamının hâslarından oldular. Vallahü a'lem bissavâb. Nefs-i levvâmenin mertebesi yoktur denilişinin sebebi de budur.

NEFS-İ MÜLHİME :

Bunun da mertebesi tektir. Nefs-i mülhime, nefs-i levvâ-meden çok ileri ve üstündür. Sebebi odur ki; nefs-i mülhime sahipleri gerçek günahları işlediler, tevbe edip rücu' ettiler ve geri döndüler. Eğer nefs-i levvâme, levvâmeliğinde devam eder ise umulur ki, nefs-i emmâreliğe düşer, alçalır, âdîleşir. Yok eğer nefs-i mülhimeye çıkarsa yâni riyazat ve mücahedeye başlayıp da devam ederse ve bir mürşidin eşiğine düşerse o zaman, uyanıklık örtüsünü başına örter, şeriat ve tarikat yolunun yükünü yüklenir, tasfiye ve tezkiye kalıbına girip nefisleri temkine ulaştırır. Öyle ki sahipleri mülhime makamına erişirler, yâni ilhâmât-ı Rabbânî ile müşerref ve kalbleri münevver olur. Her nesnenin hakikatini Rabbın ilhamıyla bilirler. İbadet ve tâat lezzetini can ve dimağlarına tattırırlar. Hayr'ı serden seçerler. Eğer bu nefs-i levvâme, levvâmeliğinde devam ederse yâni mülhime'ye çıkmayıp da levvâmelikten emmâreliğe düşerse - Allah korusun - sahibi ehl-i cehennem olur. Yine ça-lışıp gayret ederse tekrar mülhimeliğe erişir. Riyâzât ve mü-cahedesini artırıp dîni bilen mürşidin huzurundan aynlmazsa terakki eder, mutmainneliğe erişir. Nihayet Hakkın huzuruna çağırılır. Bu sebeblerden dolayı nefs-i levvâme kavminin makamından, nefs-i mülhime kavminin makamı yüksektir. Bir kimse nefs-i levvâmelik makamına vardım diye boşverip olduğu yerde saymamalıdır. Artık cennet ehli oldum diye her şey'i boş verivermemelidir. Zira levvâmelik makamı hatarat ve tehlike ile doludur. Nefs-i mülhimenin bunun üstünde bir makam olduğunu anlayıp bu yükseliş için devamlı sa'y ü gayret sarfet-mek gerektir. Mülhimelikten de mutmainneliğe yükselmeye devamlı surette çalışmak lâzımdır. Zira makam-ı aşk, mutmain-nelik makamıdır. Mutmainnelik makamında geceli - gündüzlü riyâzât, mücadele ve mücahede lâzımdır. Ardı arkası kesilmeyen, bitmeyen, tükenmeyen zikir ve virdlerin ardını bırakmamak gerektir. Nefsi, merdûd ve kötü sıfatlardan temizledikten sonra onu sâf hâlinde tutmak ancak bu sayede mümkündür. İnsanlık perdesini basiret gözünden kaldırıp araladılar, direkt olarak hakikatları böylece gördüler. Gayb âleminden gelen ilhamların türlü türlü zevklerini canlarına ve dimağlarına tattırdılar. Salâh ve fesadı bu ilham ile ayırt edip bildiler. Hakkı ve bâtılı ayırt etmekle beraber bâtılı terk ile Hakka uydular, selef-i sâlihîn...

Bunlar nefs-i mutmainnenin küçük-büyük sıfatlarına uydular. Nefs-i mutmainnenin küçük sıfatlarından biri hayâ'dır. Diğerleri ise; cömertlik, şecaat, tevazu' (alçak gönüllülük) yumuşak huyluluk, iyilik severlik, sabır, şükürdür.
Bu mertebedeki kimseler çirkin huylardan kurtuldular. Bunlar nefs-i emmârenin huylarıdır ve şunlardır: Hevâ ve nefsine tâbi olmak, gadab ve öfke, hırs, şehvet, kibri gurur, ucub, riya gibi çirkin huylar...

Nefs-i levvâmenin altı adet yaramaz ve çirkin sıfatı vardır. Bu altı kötü sıfatlarını yukarıda saydık. İşte bunlardan sakınmak ve yine yukarıda sayılan iyi sıfatlarla sıfatlanmak gerekir.

Nefs-i levvâme kavmi vardır. Meselâ Sofiler gibi Bunlar muhabbet ehli değildirler. Zira bunlar ölmeden önce ölüp de haşirden, yâni kıyamet gününden önce kalben dirilmediler.

Eğer o makamın zevkini bulsalardı mülhimelikte kalmayıp mutmainneliğe yükselirler ve devamlı bunun gayreti içinde bulunurlardı.

Nefs-i mülhime kavmi, nefs-i emmârenin yaramaz sıfatlarından bir bakıma kurtuldular. Yaramaz ve çirkin huylarını riyazet od ve âteşi ile yakıp ortadan kaldırdılar. Mücahede ipine de sarıldılar. İyi huyların tamamı ile huylandılar. İbadet, tâ-at ve zikrullah nuruyla münevver oldular, tekrar dirildiler. Ölmekten maksad ise, kötü sıfatlardan kurtulmaya çalışmakdır. İşte bu; nefs-i emmâreyi yok etmek ve öldürmek demektir.

Tekrar dirilmekten maksad ise; iyi sıfatlarla sıfatlanıp bununla müşerref ve müzeyyen olmaktır. Zira nefs-i emmâre kötü sıfatlardan ayrıldığında hemen suyu bitmiş dere misâli ölür, yok olur ve mahv olur. Bunun açık misâli; mal ve makam sahipleridir. Mallarından ve makamlarından ayrıldıkları anda ölürler veya ölmüş gibi olurlar.

Ölmek iki kısımdır. Biri canın ve ruhun bedenden ayrılması, diğeri de biraz önce anlattığımız ölümdür.

Mânası: "Ölmeden önce ölünüz" sözü ikinci nevi ölümün remzi ve sembolüdür.
Nitekim ashab-ı güzîn, riyazet ve mücahede ile nefislerini öldürdüler. Yâni yaramaz sıfatlardan nefislerini kurtardılar. Kıyamet gününden önce tekrar dirildiler. Yâni o iyi huylarla kamilen huylandılar. Basiret gözünden beşeriyyet perdesini tamamen kaldırdılar. Hakkın cemâlini basiret gözüyle müşahede ettiler. Nitekim Hazret-i Ömer: "Kalbim Rabbimi gördü"
dedi.

Hazret-i Ali de: "Görmediğim bir Rabbe ibâdet etmem."
buyurdu.
Bunlar acaip gelmesin, çünki böyle şeyler basiret gözüyle
müşahede edilirler.
Mânası: Kim bu dünyada kör ve amâ ise âhiret gününde de kör ve a'mâ olacaktır. Ve yol bakımından da daha sapıktır." (El-İsrâ sûresi, âyet: 72)

Bundan maksat gönül gözünün körlüğüdür, suret gözünün âmâsı değildir. Yâni; her kim ki dünyada basiret ve kalb gözünü elde edemediyse o kimseye âhiret gününde kalb basireti verilmez. Bu beş duyudan biri olan şu iki gözümüzün bulunmaması mânasına gelmez. Zira bu iki göz klarnette verilmemiş olsa mahrum olanlar kıyametin ahvalini göremezlerdi. Mülâhaza da edemezlerdi. Şu halde âmâdan maksad; basar göz gör-memezliği değil, basiret âmâlığıdır. Göz değil, görüş noksanlığıdır. Allah'ın dâvetine basiret denilmiştir. İşte Kur'an-ı Kerîm'de buyurulur:

"Ey Resulüm! De ki: İşte benim yolum budur. Ben Allah'a bir görüş ve anlayış üzere insanları davet ediyorum." (Yûsuf sûresi, âyet: 108)

Her kim ki, dünyada Hak Teâlâ'yı basiret gözüyle göre-mezse âhirette dahi göremiyecektir.
Bâzı müşkil zannedilen hususlar bulunabilir. Bu mes'ele-lere yeri geldiğinde temas edilip anlaşılması te'min edilecektir.
Mühim olan nefsi yaramaz huylardan kurtarmaktır. Kim nefsini yaramaz huylardan kurtaramazsa onun nefsi de emmâ-relikten kurtulamaz.

Nefs-i mülhimelik makamı, iyi ahlâklarla ahlâklanmak, basiretin açılıp o açılan basiret ile Hakkı görmektir. Bâtınî kulağın da açılması ve bu açılan bâtınî kulakla ilhâm-ı Rabbaninin işitilmesidir.
Nefis, levvâmelik mertebesinde kalırsa ölü ve hareketsiz gibi olur.
Nefs-i mülhime makamının öyle bir taifesi vardır ki Haktan gelen ilhamların zevkim bilirler, her hâl-ü kârları Haktan yana olur. Bir ses işittiklerinde veya bir beyitlik şiir dinlediklerinde hemen Elestü hitabının zevkini duyup tadarlar. Velev ki bu ses insandan değil de hayvandan, nebattan veya cansızlardan vücuda gelmiş olsun. Hattâ kapının gıcırtısını dahi işit-seler aynı zevki duyarak derhal semâya ve dönmeye başlarlar.

Nitekim Mevlânâ Celâleddin Mesnevide buyurur Neyden dinle ki nelerden nelerden hikâye etmede Ayrılıklardan şikâyet etmede Ayrılık firkatinden parça parça olmuş sîne isterim İştiyak derdini şerh edeyim.
Mevlânâ Hazretleri demircilerin çekicinin sesini dinledi ve sıçrayarak semâya başladı. Bunun sebebi Elestü hitabının zevkim tatmış olmasıdır. Bir beyit veya bir ses işittiğinde ihtiyarının elinden gidip semâya başlaması, kalbiyle ve kalıbıyla cû-şa gelmesi, aşk kazanının altına vurulan bir odun mesabesin-deki o sesin işitilmesi ve o işitilen seste Elestü hitâb-ı İlâhîsinin duyulması ve onun zevkinin tadılması dolay ısıyladır. Mevlânâ döne döne oynadı, taştı.
Safa ehli olan kimseler, şahin kuşuna benzer. O şahini avının peşi sıra bıraktılar. Avını ardınca kovaladı, peşini bırakmadı. Nihayet avını yakaladı. İşte bunun gibi ehl-i saf ânın da nefs-i mülhimeleri esir ve zebun edilmiş haldedir. Bir ses işittiklerinde derhal Elestü hitabını duyar gibi onun zevkini duyarlar. Vecde gelip semâ'ya başlarlar. Bu beden kalıbını harekete getirirler. Maksuda erişmeyince durmazlar.

Bunlar ten kulağıyla dinlemezler. Gönül kulağıyla dinlerler. Bu sebebten ihtiyarları ellerinden gider, Değirmenin çarkı gibi durmadan dönerler. Onların kalblerine erişen varidat sırf Rabbânî değildir. Sırf şeytanî de değildir.
Hakkın taleb edicisi olarak nefsini ıslah etmek isteyen kimselere elbette bunları bilmek gereklidir. Tâ kendinin zevkini, şevkim, vecdini, semâmı ve hâlini bilsin. Başkalarının dahi vecdini, hâlini ve semâmı bilebilsin. Bunların rahmanı ve şeytanî
olup olmadıklarını ayırıp seçebilsin. Rahmani ise, ona uysun, şeytanî ise terk edip selâmete erişsin.

Bu husustaki ilhamlar beş nevi'dir:
1 - Şeytanî,
2 - Nefsanî,
3 - Melekî,
4 - Kalbî
5 - Rabbani.

Nefsânî olan ilhamlar, sırf şeytandandır. Şeytanın vesve-sesidir. Bundan son derece kaçınmak gereklidir. Zira sırf fesattır. Hiç hayır yoktur. Şeytanın ilkasıyladır. Durmadan insanı fısk ve fücura teşvik ile itekler. Eğer olduğu surette insanı kötülüklere itemezse başka kılık ve kıyafetlere girerek yine mel'-anetini işlemeye ve işletmeye çalışıp gayret eder. Tâ ilgilendiği kimseyi kendi mezhep ve meşrebine soksun.

Kalbî olan ilhama gelince; bu hayırdır. İnsanı hakka ve hakîkata, amele, hayıra, rahmet ve hikmete teşvik eder.
Meşayihten birine bir sual sordular. Sağına, soluna ve gönlüne teveccüh etti. Ve derhal cevap verdi, tekrar kendisine:

- Hikmet nedir ki önce sağa, sonra sola teveccüh ettiniz ve cevap vermediniz? Önünüze teveccüh ettikten sonra cevap verdiniz? Diye sorulduğunda:
- Sağımdaki meleğe sordum. Bilmezmiş. Solumdaki meleğe sordum. O da bilmezmiş. Döndüm, gönlüme sordum. Cevap verdi. Ondan aldığım cevabı ben de size söyledim, dedi. (Müftüler sana fetva verseler de kalbinden fetvayı sor)
İşte bu kalbî olan ilham'a ne güzel bir misaldir. Yakîn bir ilhamdır. Gerçektir ve haktır. Bu ilham'm hayrıda vâki'dir. (Tabiîdir ki Kur'an ile dolu kalb burada kasd edilir)
İlham-ı Rabbânî de ilhamın diğer bir çeşidi olup bunun da vukuunda hiç şüphe yoktur.

İnsanlara şeytanın ve nefsin ilhamını iyi bilmek ve öğrenmek gerektir. Diğer ilhamları da bunlar kadar olmamakla beraber bilmek herkes için mühim ve lâzımdır. Bu ilhamlar kalbe doğdukça mürşide söyleyip anlatmak gerektir. Asla nefsin isteklerine uyup şerre tâbi olmamalıdır.

Nefsanî ve şeytanî ilhamların alâmetleri şunlar olup bunları öğrenmek suretiyle aldanmayasm, doğru yoldan gidip maksuduna ve maksûd-u hakikîye ulaşasın. Müellifi de hayır duadan unutmayasın. (Allah müellif den ve İslâmı bilip hizmet edenlerden razı olsun, âmin.)

İnsana vesvese gelir. İnsan o vesveseye tâbi olmak ister. Bu arzu kendisinde artar. Bu fasit işi yapması için nefsi kendini o tarafa teşvik edip iter. Her teşvik edişte bu fâsıklığı başka şekil ve kılıkta insana gösterir. Şayet bir surette fesadını yaptırt-mazsa başka bir surete girmek suretiyle o fesadı işletmeye çalışır. Tâ muradı tamam oluncaya kadar bu şekilde devam eder.

Birinci arzusunu yerine getirttikten sonra ikinciye aynı minval üzere başlar. Bunlardan birincisini yaptırtmaz ve bunda muvaffak olamazsa bundan başkasını da kat'iyyen yaptırtmaya muktedir olamaz.
Mâlik Bin Dînâr (K.S.) bir gün pazarda gezerken canı Yer yemişinden alıp yemek istedi. 10 sene sonra tekrar pazara giderek gönlünün istediği yeryemişini aldı. Bir bez içine koydu. Cübbesinin altına alıp pazardan çıkacağı sırada bir oğlan çocuğu gördü. Çocuk ağlıyordu.

Şeyh sordu:
- Kimin oğlusun?
- Filân kimsenin oğluyum, diye cevap verdi.
- Atan benim dostum idi. Al şu yeryemişini. deyip geçti gitti.
Malik'in nefsi feryâd etti:
- Sen beni helak ettin, zebûnun oldum. Mâlik nefsine cevaben:
- Ben sana bundan sonra da yeryemişi verici değilim, dedi ve ilâve etti: Sen arzu ettiğin şeylerle bir müddet beraber bulundun ve sevdiğin şeylerin kokusunu aldın. Sana bu kadarı
yetmez mi?
Böylece nefsinin arzusuna uymadı.
Bir defasında da Mâlik Bin Dinar'ın nefsi incir istemişti. Bu husustaki arzusu 7-8 sene bütün şiddetiyle devam etti. Kendisini bu husustaki şiddetli arzusu rahatsız ve huzursuz etti.
Dedi ki:
- Ey bedbaht nefis! Gel seninle pazara gidelim. İyice bir gör ve seyret ki bu sana kifayet eder.
Pazara vardı. Gördü ki birisi yaş ve taze incir satar. Malik'in nefsi dedi ki:
- Allah-ü Teâlânın izzet ve celâli hakkı için şu yaş incirlerden alıversene. Yoksa can veririm.
Malik nefsine dedi ki:
- Ey nefis! Benim bir mangırım, bir tek kuruşum yok. Nefsi dedi ki:
- Na'ünlerini veriver. Bir iki gün de na'îinsiz geziver. Mâlik, na'linlerini çıkarıp eline aldı. O incir satan adamın yanma vardı. Dedi ki:
- Şu na'ünlerimi al da bana birkaç tane incir ver.
O incir satan adam na'linlerini alarak fırlattı attı. Ve dedi ki:
- Bu neye yarar ve kaç para eder?
Mâlik bin Dînâr vardı. Na'linlerini aldı. Yürüyüp uzaklaştı.
Öteden birisi incir satana yaklaştı ve dedi ki:
- Ona'linini fırlatıp attığın ve kendisine incir vermediğin kimsenin kim olduğunu biliyor musun?
- Bilmiyorum.
- Şeyh Mâlik Bin Dînâr denilen kimsedir.
Bunun üzerine o incir satan kimse bir âh çekti ve kölesine dedi ki:
- Al şu bir tabak inciri, az önce buradan ayrılan şeyhin ardından yetiş, kendisini ara bul ve ver. Eğer alıp incirden yerse seni âzâd ediyorum.
O köle hemen bir kaba bir miktar incir koyup arkasından seyirtti. Aradı taradı buldu.
Dedi ki:
- Şeyhim siz bu inciri alırsanız ben âzâd olacağım.
Şeyh dedi ki:
- Sen âzâd olacaksın amma, bu defa da ben esir olacağım. Nefsimin istediğini vermem demek o suçu Mevlâmdan istemem demektir.

Mâlik Bin Dînâr ömrünün sonuna kadar incir yememiştir, İşte nefsânî ilhamlar kendisine bu sebepten malûm olmuştur. Bunları yapması, nefsine uymaya kendisini yaklaştıracağından kat'î surette kendini alıkoyduğunu bildirir. Nefislerinin arzularından geçtiklerinden Mevlâya vâsıl oldular. Bunun için devamlı olarak nefse muhalefet gerekir.

Cenâb-ı Hak Kur'ân-ı Kerîminde:
"Fakat her kim de Rabbinin makamından korkmuş ve nefsi şehvetten alıkoymuşsa muhakkak cennet onun varacağı yerdir." (En-Nâziât sûresi, âyet: 40-41) buyurmuştur.

Şeytanî ilhamların alâmetleri:
Bunun alâmeti, şeytanın bir şey'i ilka' etmesidir. Bu ilka-sını men edersin kaçarsın, tekrar şeytan onu başka türlü bir kılık-kıyafet içine sokar ve yeniden ilka' etmeye çalışır. Aslında şeytanın gayesi ilk ilkasını te'mindir. Eğer bin kerre men etsen, bin çeşit şekle sokar sana kabul ettirmeye çalışır. İlka' eden ve ilka' ettiği şey aslında birdir. Değişmez. Eğer şer suretinde beceremez ve kandıramazsa, bu sefer onu sahte bir hayır suretine sokar tekrar sana vermeye sa'y ü gayret eder.

Nefsânî ilham, umumiyetle bir surette tezahür eder ve vesvese verir. Şeytanî ilham gibi, fâsid garazları türlü türlü surete koyup aldatmak bilmez. Lâkin ciddî olur. Muradını almadıkça insanın yakasını bırakmaz. Meselâ: Falan kimsenin nefsi filân şey'i istemiş ve vermemiş derler ve ayıplarlar diye insana vesvese verir.

Mâlik Bin Dînâr (K.S.) 20 yıl yaş hurma yemedi. Şeyh Bâyezid-i Bistâmî (K.S.) ömründe bir defa (hakkın taleb edicisi olalıdan beri) bir hırkadan mâada hırka giymedi. Tek bir hırkası vardı. Ömründe bir dondan mâada don giymedi.

Nefsin arzusu olduğu için şeytan ilhamını türlü türlü suretlere koyarak Hakkın yolunun yolcusu olanlara arz eder. Hak yolunun yolcuları için bu tehlikelerden kurtulmak gayet müş-kildir. Meğer ki Allah'ın lûtfu sayesinde meşâyihin haklı telkinleri imdada yetişsin.

Şeytanın insanı hayır ve tâata kılavuzlayıp teşvik etmesi dahi yalandır. İnanmamak gerektir. Yoksa aldatır. Muradına zebûn eder. Bala ağu ve zehir katan kimsenin hareketi bunun en bariz misâlidir. Hayra şerri katar, şerbet gibi içirir. Hayrı gösterir. Şerri sunar. Maksadı Hak yolunun yolcusu olmak isteyen kimseyi dünyadan âhirete imansız göndermektir. Bu se-beble meşâyih-i kiram (K.S.) dediler:

"Dileğimizle cennete gitmeyiz, fakat dileğiyle cehenneme gideriz."
Sultân-ı Ârifîn der ki:
- Beni bir günde şeytan 70 defa hacca davet etti. Hem de yetmiş türlü surete girmek suretiyle.
İnsanın nefsi, insanı devamlı olarak Hak'dan uzaklaştırmanın gayreti içindedir. Onun için nefsin isteğini terketmek hayırlıdır.

B E Y T
Seni Hak'tan ırak eden zebânı tut yahut ğılmân (*)
Geri koyan adüvdür (**). Eğer küfr-ü eğer îmân .

(nefs-i mülhimenin devamı)

İlhâm-ı melekî ve ilhâm-ı kalbî:

İlhâm-ı şeytanî ve ilhâm-ı nefsânî şer olduğu gibi, ilhâm-ı melekî ve ilhâm-ı kalbî de hayır ve iyilikle ilgilidir. Bu ikisinde de tehlike ve korku yoktur.

İlhâm-ı Rabbânî'ye gelince:

Bunun da bir tanecik alâmetinden bahsedelim. Nefs-i mül-himeliği ve bunun makamına eriştiğini bilmek gerek.' Bunu bilip rağbet etmek için hüner ehli ve gerçek talip olmak lâzım. Zira her hayvanın nefs-i emmâresi, kendisini her sabah otlakta bulmasını te'min etmeye kâfidir. Bu hayvanlar bu sözlerden bir şey anlayabilirler mi? Bir zevk alabilirler mi? Şeker yemek için tutu kuşu gereklidir. Karga bundan ne anlasın? Şekeri ne bilsin? Kargaya şekeri versen, bakmaz bile. İllâ leş ve cîfe ister! Bunu bulduğunda burnunu batıra batıra yer. Sonra çıkar bir ağaç başına oturur. Burnunu siler ve kanadını düzeltir. İki yanına bakar ve arasıra kendini bir şahin de zannettiği olur. Gurur ve kibirle oturur.

Şimdi sen iyi bil ki, ilhâm-ı Rabbânî nefs-i mülhimeye gelir. Üç mertebe üzerine üç halde gelir:
1 - İlham,
2 - Hıtâb,
3 - İşaret.

Bunların üçü de ilhâm-ı Rabbanidir. Her birine ayrı ayrı ad konmuştur. İlhâm-ı Rabbânî, nefs-i mülhimeye işaret olarak dahi gelir. Tamamen vasat mertebeye varınca ve mutmainnelik makamına erişince hıtâb gelir. Buna Hıtâb-ı Sarîh derler. Bu hı-tab kendisine gelen kimse seksiz şübhesiz kimseye söylemez Ve kendisine gelen Hıtâb'ın Haktan olduğunu da bilir. İşaret dediğimiz de geldiğinde bunun da Hakdan olduğunu kendisine İşaret gelen kimse bilir, anlar. Lâkin bir bilene anlatmadıkça o mes'elede sarahat hâsıl edemez.

Bu mevzularda meşâyih-i kiram ihtilâf etmişlerdir. Bu ihtilâflardan bir parça bahsedelim. Zîra fâideden hâlî değildir:
Şeyh Cüneyd-i Bağdadî (K.S.) "İşaret Hafî'dedir. İşaret ehl-i hafî'nîndir, lâkin ehl-i hafî de mübtelâdır" buyurdu.
Şeyh Ebu'l-Kiyâs (K.S.) da:
"Muvahhidlerin helaki İşâret-i Hafî'dedir" buyurmuşlardır.
Şeyh Şiblî (R.A.) ise:
- İşâret-i mükerrerdedir, buyururlar.
İlhâm-ı Rabbânî denilen şey bir hıtabdır ki Haktan gelir ve nefs-i mülhimeye ilişir. Onun geldiği gönül, selâmet ve saadete nail olur. İlham gelen kimse dinlesin ve görsün ki eğer kendi nefsinde yedi adet yaramaz sıfatlar varsa, onun nefsi mülhime-lik makamına henüz erişememiştir. O kimsenin gönlüne gelen ilhâm-ı Rabbânî değildir. Cehl ve gayret ile nefsini bu kötü ve murdar sıfatlardan kurtarsın. Zîra Hak Teâlâ Kur'an-ı Kerîm'-inde:

"Ancak Allah-ü Teâlâ'ya kalb-i selim ile gelen kimselere Allah nezdinde faide vardır." (Eş-Şuarâ sûresi, âyet: 84) buyurması işte buna işarettir. Bu yedi kötü sıfattan nefsini kurtaramayana ilhâm-ı Rabbânî gelmez.

İlhâm-ı Rabbaninin bir alâmeti de şudur ki: İlhâm-ı Rabbânî bir gönüle geldiğinde o kimsenin gönlünde Hakkın gayrının zevkini tuttuğu gibi atar. Yediği yemeğin, içtiği suyun hiç safâsını süremez. Halk ile ülfet etmekten, gezmekten, çıkmaktan, vermekten, almaktan, vesaireden hoşlanmaz. Nefsanî şeyler gözden kaybolur. Nefsanî ilhamlar, şeytanî iğvalar o nefse acı ve sevimsiz gelir. Zira o nefse Rabbânî ilhamlar gelmektedir. Bu nevi' kimseler sema' ederse reva ve caizdir. Lâkin nefsinin istek ve arzusuyla olursa haramdır.

Hıtâb-ı Sarîh denilen şey töhmetten ve sekten münezzeh ve beridir. Amma Hıtâb-ı Sarîh bâzı kimselere harf ve ses olmaksızın gelir. Bâzan harf ve ses vasıtasıyla gönül kulağına gelir, söylenir. İki dudaktan çıkan söz gibi değildir.
Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî (R.A.) demiştir ki:
Mânası:
"Ben, çok zaman gönül penceresini can kuîağıyle dinledim,
Fakat her ne kadar konuşmayı işittimse de iki dudağı görmedim..
Bu apaçık olan hıtâb-ı İlâhî gönüle vâsıl olunca ya harf ve ses vasıtasıyla veya harfsiz ve sessiz gelir. Lâkin bu yolun yolcuları bunun Haktan geldiğini bilirler.

Bunun altı tane yol ve tarîki vardır. Dört renktir. Bunlar dostlardan bir nida işittiklerinde şevklerinden bütün vücutlarının azalarından Lebbeyk deyip çağrışırlar. Izdıraba düşerler. Bunların ızdırabmdan bu yolun yolcusuna bir ilim hâsıl olur ki bu sayede bütün müşkülen hallolur. Bu ilham ve hıtablarm nuru vardır. Bunun zahirî alâmet ve nişanlarını bilmek isteyen kimse tecrübeli ve şeriat bilen bir mürşidin eşiğine kendini bırakmalıdır. Bu yol kılavuzsuz olmaz. Bunda söylenecek çok şeyler vardır.

Nefs-i mutmainnelik mertebesi bu nefsin sahibinin Hakka çağırıldığı bir makam ve mertebedir. Bu mertebeye erişebilen nefse, nefs-i sabıka derler. Zira Allah-ü Teâlâ Kur'ân-ı Kerîm'-inde: "Kimi de Allah'ın izniyle hayırda ileri geçendir." (El-Fâr tır sûresi, âyet: 32 buyurduğu, nefs-i mutmainneye işarettir.

Nefs-i sabıka'ya, nefs-i âşıka dahi derler. Bu adın verilişinin sebebi; hâl-i hayatında iken sebkat ettiği içindir.
Nefs-i mülhime ve nefs-i mutmainnelik makamına varınca ekseriya Hıtâb-ı Sarîh erişir. Cezbe-i İlâhî bizzat onun boynuna takılır. O kimsenin bu âleme ve bu âlemde bulunanlara ve insanlara olan aşinalığı ortadan kalkar. Can ve gönül kuşu durmadan Hakdan yana cezbedilir ve çekilir.

Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî (R.A.) buyurmuşlardır ki:
Ben Basra'ya gidiyorum o da durmadan Kullaba çeker.
Nefs-i mülhime ile sıfatlanmış kavim, daima ilhâm-ı Rab-bânî'nin nuruna nazar ederler. Durmadan mutmainnîliğe te-rakkî edip yükselirler. Nitekim:
"Mü'min Allah'ın nuru ile nazar edip bakar" denildi.

Nefs-i mülhime kavmi, kıyamet gününde Arasat arasında bin ayak bir ayak üzerinde iken Muhammed (S.A.V.) ümmetinin âsîlerinden nice binini zebanilerin elinden ve cehenneme atılmaktan kurtarırlar.

Hak Teâlâ izniyle, Peygamber Efendimiz (S.A.V.) yanında Hz. Ebûbekir (R.A.), Hz. Ömer (R.A.), Hz. Osman (R.A.) ve Hz. Ali (R.A.) bulunurlar, ümmeti için düşünürler. Nefs-i levvâme kavmi, yıldırım gibi seğirtip sırat köprüsünden geçerler. Cennete girerler. Nefs-i mülhime kavminin menzil ve makamı nefs-i levvâme kavminden yüksek olmak itibariyle mahşerde onların safâları ve makamları daha güzel ve hoştur.

Ey insanoğlu! Dünyanın hoşluklarından ve seni cezbeden şeylerinden kaç. Nefs-i emmârenin tuzaklarından kurtulmaya gayret et. Nefs-i emmâreye uyanların Allah-ü Teâlâ katındaki horluklarmı düşün ve aklını başına topla. Ve bu nefsi terbiye edip emmâreliğinden döndürenlerin ululuğuna imren. Ey dertsiz kimse! Ne olur bir Hakka dönsen?

Nefs-i emmârenin başını biraz da olsun pişmanlık taşına çal ve vur. Nefs-i nevasından yıka. Onu incitmek yolunda birkaç adım yürü. Umulur ki sana Hak Teâlânm inayet cezbesi karşı gelip seni bu gibi giriftarlıklardan ve darlıklardan kurtarır. Görmüyor musun ki bu nefs-i emmâreye muhalefet edenler nice saadetlere ve yüksek makamlara ulaşmışlardır. Buna uyarak vefat eden kimselerin adını dünyada ananlar onlar için (Rahmetullahi aleyhim) demekten kendilerini alamazlar. Sen de nefs-i emmâreni döndermezsen bari gidip o meşâyihin eşiğine var. Ol fânî kapılardan halâs ve saadet bul.

Ey kardeşim! Kur'an ile hareket eden meşayihi görürsen her biri zamanının bir Sultan Süleymanıdır. Bunlar nefislerini Süleyman devleri gibi zincire çekip dururlar.

Nefs-i emmâre kavminden bâzıları imansız gidip cehennemde ebedî kalırlar. Bâzıları îmanıyla gidip günahı miktarın-ca cehennemde yanıp yine çıkarak cennete girerler.
Nefs-i levvâme sahipleri cehenneme girmeyip sırat köprüsünden yıldırım gibi geçip cennete girerler.
Nefs-i mülhime kavmi, nice bin âsîleri cehennemden kurtarır.
Bu sözümde şübhe etme. Çünki Peygamberimiz (S.A.Y.) buyurur ki:
- Ümmetimin havaslarından yetmiş bin kişi soruşuz sualsiz uçup cennete girerler.
Ömer (R.A.) dedi ki:
"- Sadece yetmiş bini mi yâ Resûlallah ?
Peygamber Efendimizin (S.A.V.) (Ümmetimin haslarından) dediği kimseler, nefs-i mülhime kavmidir. Mutmainne kavmi ise Hâs-ul-hâstır. Bunlardan ileri bir kavim daha vardır ki onlar ise, Sabıklar ve Hakka yakîn olan mukarreblerdir.
Allah-ü Teâlâ buyurur: "(Bir de üçüncü sınıf hayır işlemekte) ileri geçenler (âhiretde) ileri geçenlerdir." (El-Vakıa sûresi, âyet: 10)

NEFS-İ MUTMAİNNE:

Şimdi biraz da bundan bahsedelim. Malûm ola ki, nefis sahipleri emmâreliği terk ile mutmainneliğe girerler.
Nefs-i mutmainne kavmine, Hak Teâlâ niçin (Sâbikun) dedi?

Bunlar nefs-i mülhime kavminin üzerine yükseldiler. Dünyaya îtibar etmediler ve aldanmadılar. Âhirete de güvenmediler. Hâl-i hayatlarında iken nefislerini yaramaz sıfatlardan temizleyip arıttılar. Gönüllerini dünya ve âhiret muradlarından bir yoldan götürüp dost muhabbetini gönüllerinin levhasına dünya hoşluklarını göstermediler. Dünya lezzetlerini nefislerine haram ettiler. Hayvanı sıfatlarla sıfatlanmadılar. Beşeriy-yet gözünden kendilerini sildiler. Canlar âyinesini od'lu suyla toprak gıfafından dışarıya çıkardılar. Dost cemâlinin müşahedesinde müstağrak oldular. O şarab-ı lâyezâlîden tatlı tatlı içip mest ve hayran olup âlemde yürüdüler. Bunlar kendilerinden bikülliyye fânî oldular. Dost bekasiyle beka buldular. Bunlarda nitelik kalmadı. Kişiyi vasfeden bunlardır. İbadete kaadir olacak miktar yerler. Bunların şevkleri ziyade olur. Dost bağında bahadırlık ederler. Pervane gibi aşk mumuna kendilerini vururlar. Fânî vücutlarını bakî eylerler.

BEYT
Şunlar kim dost elinden içtiler camı (kadeh)
Onlar bilmediler hâs u âm'ı (ne havas ve avamı tanımazlar)
Onlar dâima uyanık durur lâkin ayılmazlar
Onlar fehmeylemezler subh ile şâm'ı (akşamı sabahı ayırd etmezler)
Onlarda dîn ile dünya tedbiri yoktur
Onların fikri Hak'tır vesselâmî
Onlar varlıklarını Hakka verirler
Onların Hak'ladır dâim kıyamı.
Onlar yecûz'ü, lâ yecûz'ü bilmezler (caizdir, değildir bilmezler.)
Onlar mezheb edinmezdi imâmı.
Onların gönlü alınmış
Unutmuşlar iki cihanı temamı.
Onların varlığını Hak şöyle almış
Heman kalmış onların halka nâmı (sadece adları kalmış.)
Onlara iki cihanda korku yok
Onlar görmeyeler dâr-ül-melâmı (cehennemi).
Onlar iki cihandan geçtiği için
Onlara verdi dâr-üs-Selâmı. (cenneti)
Onlar arşu kürsü her nefeste
Gezip seyrân ederler Rûm'u, Şam'ı (Rum ve Şam memleketlerini gezip dururlar.)
Sebeb, bunlardır bu yerin durmasına
Bu mahlûkun bunlarladır nizâmı.
Bunların sânında geldi Resûl'e
Lâ havfün aleyhim, Hak kelâmı. (Onlara korku yokdur, âyeti onlar hakkında nazil olmuştur.)
Bunları Eşref Oğlu Rûmî'ye sor (yâni müellife sor)
Bunları sana göstere müdâmî.

Ebû Tâlib-i Mekkî (K.S.) der ki:
- Hak Teâlâ Dâvud Peygamber (A.S.)e dedi ki: "Yâ Dâvud! Cenneti nasıl anarsın? Bana âşık olmayı unutursun."
Dâvud (A.S.) dedi ki:
- Yâ Rabbi! Sana müştak olan kimlerdir? Hak Teâlâ buyurdu ki:
- Bana müştak olan o kimselerdir ki, onların gönülleri safî olmuştur. Kederden yürekleri yanmıştır. Benim muhabbetimden ben dahi onların gönlünü kudret elimle nice dilersem döndürürüm. Müştaklarımın gönünü rızadan yarattım. Onların gönüllerinin yolunu kendimden gayrisinden kestim."

Azizim! Bil ki onların nefislerinin istekleri bir bakımdan tamamen yok edilmiştir. İnsanlık maksadı bunlardan bir bakıma ortadan kaldırılmıştır. Bunlar iki cihanda hiç bir şey arzu edip istemezler. Ancak Allah-ü Teâlâ'yı dilerler. Dünyada hiç bir şey ile eğlenmezler. Ancak O'nun adıyla eğlenirler.

Âyet-i kerîme'de buyurur:
"Agâh ol! Muhakkak ki Allah-ü Teâlâ'nın zikri ile kalbler mutmain olur." (Er-Ra'd sûresi, âyet: 28)

Zira bunlar cezbe âleminde kalmışlardır. Bunların Allah'ın dîdârından gayrısına asla meyilleri yoktur. Bunlar bu cihanda bulunur, halk içinde gezer dolaşırlar. Lâkin mânevi bakımdan iki cihandan ötelerde seyrân ederler. Ne zaman ki, bunlar buradan öte seyrân ile sülûk ederler, mâşukluk ve mahbûb-luk makamına yetişirler. Tekrar gerisin geriye âlem-i beşeriy-yete çıkıp inerler. Âlem-i beşeriyyete gelirler. Zira şeyhlik makamı buradadır. Zira sohbetin tamamlanabilmesi için şeyhlerin beşeriyyete karışıp vazifelerini icra ve îfâ etmeleri gereklidir. Onlar Hakkın dileğiyle sohbete çıkıp şeriat tahtına otururlar ve irşad vazifelerini yerine getirirler. Halkı Hakka iletmeye kılavuz olmak için âlem-i beşeriyyete çıkıp yayarlar. Onların zahirleri bir nurdur. Tâatla, zikrullah ile ve güzel güzel huylarla onların zahirleri bir nurdur. Bâtınları da pürnûrdur. Buna sebeb Hakkın muhabbetiyle karar kılmalarıdır. Hakkın muhabbeti şöyle olmuştur ki cihanın saadetinden ve şekavetinden fariğ olup Hakkın muhabbetiyle karar tutmuşlardır. Gönüllerine Hakkın muhabbeti öyle dolmuş ki bir murad dahi onların gönüllerine sığmaz. İşte bundan dolayı bu gibi gönüllere Hakkın kalıbı dediler.

Hak Teâlâ bir kudsî hadîsde bu nevî gönüllerden haber vererek buyurdu:
"Ne arzım, ne semâm, ne arşım, ne kürsüm benim ma'ri-fetimi sığdıramaz, ancak kendinden temizlenen müttakî ve mü'min kulumun kalbi sığdırır ma'rifetimi."
Bu gönüllerin genişliğine nihayet yoktur. İşte bunun için
Allah-ü Teâlâ:
- Gökler, yerler, arş ve kürsüm benim ma'rifetimin makam olamadı, ancak o kimsenin gönlü, gönlünde benden gayrisini barındırmayan mü'min kulumun gönlü...
Yâni demek oluyor ki; benim ma'rifetim o gibi gönüle sığar. Zira o gönül dünya ve âhiret muradlarından arınmıştır.

Allah-ü Teâlâ mekândan münezzehtir. Lâkin bir gönle sığarımdan murad ve maksad; o gönülde ki benim endişemden mâada endişe olsa o gönül safî olup benim cemâlimi gösterici olmaz, demektir.

İrciî emri nefs-i mutmainneye geldiği zaman yâni Hıtâb-ı Sarih gelip ve denilse ki: Ey benim rızam, zikrim, ibadetimle karar tutmuş nefis! Ey gönlü bütün isteklerden kesilmiş ve bende karar tutmuş nefis! Ey zahiri benim güzel huylarımla bezenmiş nefis! Gel, gel. Rabbine gel ki ben seni dünya zindanına şu sebepten koydum ki zahirini ibâdet nuruyla bezeyesin. Benden gayrısıyla aldanmıyasın. Şimdiden sonra bizim huzurumuza gel. Oralar sana yaraşmaz ve yakışmaz. Biz seni dî-dâr nuruyla müşerref ve müzeyyen eyleyelim. Derhal icabet eder ve kâmil insan olduğunu isbatlar...

İşte nefs-i mutmainneye gelen Hıtâb-ı Rabbanide böyle denilir.

Bu yolun yolcusu ne zaman huzur-u Hakka çağrılırsa işte o zaman insan olur.

BEYT
Sen O'nu isterim sanırsın ey dûn! (alçak demektir)
O seni istese otur dün ve gün
O sana gel dese yol geniş olur
Uçarsın kuş gibi ırak az olur.
Sana kim gel demedi, istemedi
Muradı bulmadı nâmurâdî.

Ey kardeş! Bu sebepten dolayı bu âşıkların canları hayatta iken bedenlerinden ayrılıp vâsıl olur. Bâzan bu hıtâb âşıklara dünyada ve kendileri hayatta iken gelir. Amma hiç kimseye bildirmezler. Dünyada göç ettiklerinde o hıtâb zahir olur. Nitekim İbn-i Abbas (R.A.) vefat etti. Bir sevgili ve güzel kuş gelip İbn-i Abbas'ın cenazesinin bulunduğu yere girdi. Onun gibi güzel bir kuşu hiç kimse görmüş değildi. Bir saatten sonra o kuş yine çıktı gitti. Hikmet ne idi? Kimse bilmedi. İbn-i Abbas'ı kabrine koyduklarında şu âyet:

Ey nefs-i mutmainne! Rabbine dön. işitildi. Lâkin okuyanın kim olduğunu hiç kimse bilemedi.
Bu mutmainne nefsin iki sıfatı vardır:
Birisi: Râziyye, diğeri marziyyedir, derler.
Cennetler de iki nevi'dir:

1 - Cennet-i âm,
2 - Cennet-i hâs.

Cennet-i âm odur ki, orada yemek, içmek ve şehvet vardır. Umumî kullar ona müstahak olur.
Cennet-i hâstakiler ise; levvâme, müllıime ve mutmainne kavmidir. Bunlar Hak Teâlânın dîdârına mensub olmuşlardır. Âyette:
"Cennetime gir!" dediği cennet, o güzel cennettir. O hâs kullara tahsis edilmiştir. Onun has kulları bilhassa nefs-i mutmainne kavmidir. Orası lika, müşahede ve visal makamıdır. Orada yemek içmek olmaz.
Peygamberimiz (S.A.V. buyurmuş:
"Bir kimse, dünya meşgalesi için bir vakit namazı terke-derse Allah-ü Teâlâ Hazretleri o kimsenin kabrinden cehenneme yetmiş tane kapı açar."

Bir rivayete göre Allah-ü Teâlâ Dâvud (A.S.)a buyurmuştur:
Ey Dâvud (A.S.)! Zikrim zâkirler için, cennetim mutî kullarım içindir. Yeteri kadar rızkım mütevekkil olanlaradır. Fazla vermem şükredenleredir. Rahmetim muhsinler içindir. Ün-süm müştaklar içindir. Ben ise hassaten muhsinler içinim.
Meşâyih (R.A.) demişler:
Şol gönül ki, burada yâni hayatta iken (Rabbine dön!) sözünün zevkim bilmediyse asla o kimsede îman nuru bulunmadığı gibi amel-i sâlih de bulunmaz.

Bu gibi sözler nefs-i mutmainne kavminden olup da anlayış sahibi kimselere yetişir.
Şimdi zaman azdı. Kardeşlerimizin halleri değişti, tuğyanlar ve münafıklar çoğaldı. Meşâyih kalmadı. Beyler paşalar zâlim oldular. Hâkimler rüşvet yer oldular. İlmi unuttular. Kendi heva ve heveslerine uyar oldular. Müderrisler fâsık oldular. Tefsir, hadîs medreselerde okunmaz oldu. Fikih, din ilmini bilenler azaldı. Vaizler dünya için mescidlerde vaaz edip para kazanır oldu. İlim adamları, beylerin kapısında kendilerine rağbet edilmediği halde bekleşir oldular. Böyle âlimler şeyhlik taslayıp halkın paralarını kendilerine sızdırır oldular. Şeyhlerin o hâle münasip sözlerini ezberleyip camilerde söyleyerek halka kendilerini sevdirmeye ve halkın gözünde kendilerini hakikî şeyh gibi göstermeye çalışırlar. Talebeler dahi arifiz diye mescidlerde zikir edip, uyuyup riyalanırlar. Halkın yiyeceğini gözetir. Geçimlerini onlara yüklemeye çalışırlar, birçok kavimlerin hâli bu merkezdedir.

Ca'fer-i Sâdık (R.A.) Hazretleri kendi müridlerinden ve sevdiklerinden ayrılarak bir zaviyeye girip oturmuştu. Mürid-leri kendisini bulup ve bulunduğu mağaranın kapısına oturmuşlardı. İçlerinden seçtikleri sözcüleri Şeyhe dedi ki:
- Şeyhimiz! Kerem eyle. Gel bizim aramızda yine bize na-sihatlarma devam et. Mübarek nefeslerinizden bizim ölü gönüllerimiz dirilsin. Bizim kurtulmamıza sebep olasınız.
O sultan dedi ki:
- Şimdi bu zaman, tez elden pişman olacak ve sükûtu tercih edecek zamandır.
İmam-ı Ca'fer-i Sâdık'ın zamanı böyle olursa acaba bizim zamanımız nasıldır? Bu zamanda ne yapmalı? Şu kitabımızın telif tarihi, Efendimiz (S.A.) in hicretinden 852 yıl geçmiş bir zamandadır.

Bu devirde bizlere de uzlet ve inziva lâzımdır. İş vaktinin dışında evde sükût ile oturmak ve bunun itiyadını kazanmak lâzımdır. Bu devirde dünya muhabbeti çoklarımızın gözünü ve gönlünü bürümüş durumdadır. Nefs-i emmârenin çirkin huyları ile huylanılmaya başlanılmıştır. Yaramaz huyları bırakalım. Allah'dan korkalım. Resûlüllah (A.S.) dan utanalım. Kâmil meşâyihin sözünü yanımızda hazır görelim. Halkın durumu bu merkezde olduğundan ben dahi aralarından ayrıldım. Çileye ve uzlete çekildim. Sonra seyahata çıktım. Avam dilinden nice nice nükteler işittim. Cahillerin elinden taslar dolusu ağular içtim. Kardeşlerimin kurtuluşlarına sebeb olur diye bu ümid ve maksadla Türkçe lisanıyla bu kitabı yazdım.

Bu kitapta âyetlerden, hadîs-i şeriflerden, sahâbî-i kirâm'-ın sözlerinden bâzı meşâyih-i kibarın menkıbelerinden, münasip düşen kendi ahvâlimden bahsettim. Ümid ederim ki bu sözleri dinleyen kardeşlerim nefs-i emmârenin pençesinden kendilerini kurtarırlar ve necata erişirler. Esirlikleri sona erer. Bu kitabı okuyup dinleyenler kendilerinin huylarının cehennemlik kimselerin huyu olup olmadığını kıyas ederler. Ona göre kendilerine çeki düzen verirler. Şurasını bilelim ki, insaf ile Allah-ü Teâlâdan korkup, Resulünden utanıp, meşâyihin güzel telkinlerini göz önünde hazır bulunudurup o yaramaz huyları terk edersek necata ve kurtuluşa ereriz. Allah'ın rahmetine, Resulünün şefaatına, evliyâullah'ın himmetine nail oluruz. înşâallah müellif-i hakir Abdullah bin Muhammed el-Mısrî er-Rû-mî el-Kaadirîyi de duadan unutmazsınız.
Bu kitap iki kısım olarak tertip edildi. Adı da Müzekkin-Nüfus olarak kondu.

Zira, bu kitabı okuyan veya dinliyen kimse, içinde olan na-sihatları kabul edip onunla amel eyleyip hareket eden, nefs-i emmârelikten kurtulur. Mutmainnelikte karar kılar, İrciî hı-tâbı gelir. Mürid, muhib veya âşık bu kitabı sıdk ile okusa veya okutup dinlese elbette o kimsenin gönlüne meşâyihin yollarından, netice-i aşkdan nûr hâsıl olur. Kim ki o nurla mücerred olarak kendinden ârî olursa kendisini o sıfat üzere görür. O nûr bunlara delil olup gönüllerinin yüzünü iki cihan muradından Hakka tevcih ettirir.

Bu kitabın iki kısımdan mürekkep olduğunu zikretmiştik. Birinci kısmında; dünyaya olan muhabbeti ve bu muhabbetin sebebinin ne olduğu anlatılmıştır. Dünyayı sevmenin ziyanları, terkinin faydaları, bunun sebebleri bildirilmiştir. Dünyanın misâlinin ne gibi şeyler olduğu anlatılmıştır. Dünyaya fazla muhabbet edenlerin ve devamlı olarak dünyalık servet yığanların misâlinin neye benzediğini bildirdik. Nefs-i emmâ-renin sıfatlarından bahsettik.

İkinci kısımda ise; nefs-i emmârenin nasıl terbiye edileceğini, şeyhliğin ve şeyhlik makamının ve mertebesinin ne olduğunu, müridliğin ne olduğunu, bunun şartlarını, edeblerini, zikrullah ile meşgul olarak çile ve halvet gibi şeylerle meşgul olanın ne olduğunu anlattık. Allah-ü Teâlâ'ya çağırılmayı da yine bu ikinci kısımda anlattık.

MÜELLİFİN MÜNÂCÂTI
İlâha, pâdişâha bî niyaza (isteksiz)
Yüce dergâhına geldim Hüdâya (Ey Allah.)
Benim hâcât ile gönlüm doludur
Velî ııidem, bu gönlüm bed huyludur.
Günah yükünü arkama vurundum
Acz toprağına arkamı süründüm.
Tevazu birle el sana getirdim
Kapına yüz karasını getirdim.
Bilirim pâdişâh-ı bî niyazsın
Sana yalvaranı mahrum komazsın.
Verirsin kullarına istediğin
Bilirsin her kulunun ne dediğin
Yer ve gök ehli hep senden umarlar
Kamusu hazretine yalvarırlar.
Benim dahi günâhım çok elim dar
Kapına geldim ey Settâr u Gaffar.
Getiririm şefî i Mustafâ'yı
Nebiler serveri kân-ı vefayı. (Vefâdarlık merkezi)
Sen anınla olan dostluk hakkı içün O dostunla olan mestlik hakkı içün.
Dilerim Hazretine ere ahım
İşitip hem afvedesin günâhım.
İnayet gözüyle bir dem bakasm
Beni hâşâ ki od'lara yakasın (ateşlere)
Bu îman hil'atin âhir nefeste
Çıkarıp kılmayasın beni hasta
Beni üryan ve rüsvây etmiyesin
Götürüp beni od'a atmayasın.
Zebaniler eline vermeyesin
Kapından horluk ile sürmeyesin.
Şu ki sen îman u ihsan edesin
Anı ondan nice geri alasın.
Küçücük canımız iş bu bedenden
Ayırmagıl bizi yâ Rab îmandan.
Bu eşref oğlu mücrim yüzü miskîn
Kapuna geldim ac ve yalın elkin.
Seni senden ider ol şey'en lillâh (Allah rızası içün)
Ayırma onu dîdârından Allah.
Ki sendendir sanaermeğe çâre
Senin derdinden oldu ûş âvâre.
Visalin lengeri ile durgûr ânı
Dîdârın şerbetiyle kandır ânı.
Ümid sensin iki âlemde ancak Bilirim sensin ey ma'bûd-u mutlak.
Duamı kıl kabul eyle beni şâd
Bihakkı Ahmed ü Mahmûd u Muhammed.

Şimdi ey aziz kardeş! Din yolunda bana yoldaş! Hak teâ-lâ sana tevfîk versin. Benim sana olan vasiyyetim budur ki, bu garîb kitabı eline alasın. Rağbet edesin. Doğru ve gerçek nazarıyla bakasm. Çünki ancak bu takdirde bu kitab seni yücelerin yücesinin katına eriştirebilir. Bunun sebebi olabilir. Bu kitabm içindeki incileri canının kulağma birr ü takva itikadı ile takasın. Bunun içindeki dürler (inciler) vahdet denizinden çıkarılmıştır. Bu kitabın içine dercolunan her söz, Allah-ü Teâ-lânın Kur'an-ı Kerîm'inden, Resûlüllah'ın hadîslerinden, Meşâyihin haberlerinden alınmıştır. Bâzı sözler rumuz ile söylenmiştir. Bu rumuzla söylenenleri herkes anlayamaz. Bunları inkâr edersen sana bir şey gelmez. Ancak küfür veya günah gelir. Bu kitap necat ve kurtuluşa vesiledir. Bu kitaptaki sözlere îtikad ile amel edesin. Nefs-i emmâreden kurtulup, nefs-i mut-mainneye yükseksin. Sana İrciî hitabı gele. Âşıklardan ve âşıkların içindeki evliyadan olasın. Evliyalar içinde sultanlardan olasın. Her ne dilersen dilediğini yapmayı Aîlah-ü Teâlâ sana kolay getirsin. Senin duan ile ölü gönüller dirilsin. Kara yüzler muhabbetinden dirilsin ve ağarsın. Nice açlar senin havandan doysun. İksir-i hakikîyi alıp nice bakırları altın edesin. Nice yarım gönülleri tam edesin. Nice kalbleri gıll-ü gıştan arıtıp pâk edesin. Dilersen bir adımda (Tayy-i mekâna işaret eder.) maşrıka ve mağrıba, Mekke ve Medine'ye varasın ve gelesin. Yer yüzünde ahlâk ve edep üzere yürüyesin. Lâkin bâtında arş-dan yukarı ve lâmekânda (kalben) seyrân edesin. Dünyada dahi merteben bunun gibi olsun. Daha bunun gibi nice kerametleri Hak Teâlâ sana ihsan etsin. Âhirette dahi nice nice boynu zincirlileri zebanilerin elinden alıp kurtarasın (Allah'ın izniyle) Hak Teâlâ sana öyle mertebeler versin ki gözler görmesin, kulaklar işitmesin, gönüllerden geçmemiş olsun.
Resûlüllah (S.A.V.) Efendimiz bir Hadîs-i Kudsî'de buyururlar ki:

"Kullarımdan sâlih olan kimseler için öyle ni'metler hazırladım ki o ni'metleri hiç bir göz görmemiştir, hiç bir kulak işitmemiştir. Hiçbir insanın hatır ve hayâlinden de geçmemiştir.

Fakat ey aziz tâlib ve gerçek âşık, sana emanet olsun ki bu kitabı ta'n edicilerden sakınasın. Her eğri bakıcılardan sa-kınasın. Ve her ta'n edici ve lanet edici bu kitabı okumaya lâyık değildir. Zira herkesin aklı buna erişmez, bâzıları vardır ki sözü anlamaz. İnkâr edenler ya küfre, ya nifaka, ya günâha veyahut da İslâm tarîkından düşmeğe sebep olur, bu kitabı herkese verme ki yaramaz. Zira anlamadığı bir hususu inkâr eder de İslâm dairesinden dışarı çıkar. Neûzü billâh...

Ey okuyucu! Bir söz ki ya Allah'dan, ya Resûlüllahdan, ya ashabından, ya onlara tâbi meşâyihten gelmiştir. İşte bu söze inan. İnanmak kişiyi saadete ulaştırır. İnkârı bırak. İnkâr eden kimseler bu kitabın hedef edindiği saadetden mahrumdurlar.

Hikâye:

Bir gün Şeyh Beyâzıd-ı Bistâmî (R.A.) Bağdad'da mürid-leriyle gidiyordu. Gördü ki Dicle ırmağının köprüsü üzerinde çocuklar oynuyorlardı. Oyuncaklarından birinin ismini Mu-hammed, diğerinin ismini Aişe koymuşlar. Bunları evlendirecekler. Oyunlarının mevzuu da bu. Şeyhi görünce:
- Yâ şeyh! Bizim düğünümüze gel, Hz. Muhammedi evlendiriyoruz, bu Muhammed'dir, bu da Aişe, dediler.
Şeyh Bâyezid gördü ki; Hz. Muhammed'in ve Hz. Aişe'nin adını birer oyuncak çocuğa vermişler. Bunu kerîh gördü. Asasının ucuyla bu oyuncakları alıp köprüden aşağı attı. Geçip gitti, evine vardı, çilehanesine girip oturdu. Murakabeye vardı. Murakabe içinde iken Resul (S.A.V.)in gelip geçtiğini gördü. İleri yürüdü, istedi ki Resûlüllahm ayağını öpsün. Resûlüllah (S.A.V.) hiç Bâyezid'e bakmadı. Şeyh Bâyezid dedi ki:
- Ey iki gözümün nuru, Efendim! Ben kuluna niçin nazar eylemezsin? Hâtır-ı şerifiniz bana gücenmiş midir?
Efendimiz buyurdular ki:
- Beni götürdün, asânın ucuyla suya attın. Çocukların elinden aldın, hiç îtibar ve iltifat etmedin. Şimdi benden îti-bar ve iltifat mı istersin? Bilmez misin ki adıma hürmet bana hürmettir. Sünnetime hürmet bana hürmettir.
Bâyezid anladı ki bu işte hatalı kendisidir. Geri döndü, çocukların oynadığı yere vardı. Onların hatırlarını aldı. Onlara ihsan, ikram ve iyilikte bulundu.

Hikâye :
Hz. Ömer'i, köleleri bâzan aldatırlardı. Namaz kılarlar, mescide gidip cemaate dahil olurlardı. Hz. Ömer hangi kölesini namaz kılarken görse derhal âzâd ederdi. Hz. Ömer, onların yalandan namaz kıldıklarını, niyetlerinin ne olduğunu bilirdi. Lâkin bilmesine rağmen yine de âzâd ederdi. Azadlı kimseler de âzâd olduktan sonra namaz kılmazlardı. Bunların Hz. Ömer'i aldatmalarının sebebi kendilerinin âzâd edilmesi idi.
Bir gün Hz. Ömer'e dediler ki:
- Yâ Ömer! Kölelerin seni aldatıyorlar. Kendilerinin âzâd edilmesi için ve sırf bu maksadla namaz kılıyorlar.
Hz. Ömer dedi ki:
-Aldanırsam ben Rabbimle aldanayım. Aldatırlarsa beni Rabbimle aldatsınlar. Zira dostla aldanan aldanmaz.
Hikâye :
Ebu Leys (R.A.) hikâye ederek anlatır ki:
- Bir yıl Bağdad'ın zenginleri hacca gidiyorlardı. Bağdad-da bir salih fakir vardı. İşitti ki hocalar hacca gidiyorlar. "Ben de onlarla beraber hacca gideyim diye niyetlendi. Onların malı varsa, benim de Allah'ım var. Mevlâm beni besler. Benden ihsanını eksik etmez. Ben Mevlâm'a sığınıyorum. Böyle giderim", dedi.
Şehrin dışına çıktılar. Şehir halkı ve ileri gelenleri bu hocalarla helâllaştılar. Fakir herkesten ileride bulunuyordu. Komşusu olan bir hoca, katırı ile kendisine yetişti ve fakir komşusuna hitaben:
- Sen de mi hacca gidersin? dedi. Fakîr:
- Evet, ben de hacca gidiyorum. Rabbimin evini ziyaret etmek istiyorum. Allah nasib ederse...
Hoca onu alaya alır ve der ki:
- Bineğin yok, azığın yok, bari birkaç bin altının var mı? Fakir cevab verir:
- Allah beni besler. Âlemin rızkını veren odur. Hepimiz onun hazinesinden yeriz. Hoca biraz buna güldü. Fakir de biraz hızlı yürüyerek hocadan ayrıldı. Bir daha hocaya görünmedi. Mekke'ye vardılar, tavaf eylediler. Döndüler. Mekke şehrinden çıktılar.Hoca gördü ki fakir de yine tavaf eylemiş, Allah'ın evini ziyaret etmiş, evine dönüyor. Hem de sağ salim olarak. Hoca fakire uzun müddet baktı, hayret etti. İleri vardı ve dedi ki: "Komşu vardın beyti tavaf ettin mi?"
Fakir, hocaya cevap verdi:
- Allah-ü Teâlâya şükrolsun ki, benim yüzümün karasına bakmadı. Bana o mübarek makamı nasib eyledi. Geldim, tavaf ettim, sağ salim yine evime dönüyorum.
Hoca dedi ki:
- Komşu! Sana da Berat verdiler mi? Fakir:
- Nice berat verirler? diye sordu. Hoca fakire cevab verdi:
- Allahın evini ziyaret edene Tamûdan âzâd olduğuna dair berat verilir. İşte bizim berâtımız, diyerek fakiri kandırdı. Fakir ağlayarak Beyt-i Şerife döndü. Hoca ve arkadaşları zavallıyı aldattık diye gülüştüler.
Fakir vardı Kâbenin önüne başını eğdi, yüzünü yerlere sürdü, ağladı ve inledi. Şöylece düâ etti:
- Ey âlemleri yaratan, ezelî ve ebedî olan Allahım! Sen her şey'e kadirsin, ganî pâdişâhsın, ihsanın bütün kullaradır. Kullarının bir kısmına berat vermişsin ki Tamudan âzâd ola-lar. Orada incinmeyeler. Ben kuluna berat verilmedi. Yoksa ben âzâd olmadım mı? dedi. Kendinden geçti, bayıldı. Gördü ki bir kişi geldi ve ona:
- Kaldır başını yâ Fakir! Al beratını ve yoldaşlarına eriş, dedi.
Fakir biraz bekledi ve kendine geldi. Gördü ki elinde hiç' dünya kâğıtlarına benzemeyen bir kâğıt var. Kokusundan fakirin cam mest oldu. Kâğıdı öpüp başına koydu. Yüzüne gözüne sürdü. Bağrına bastı. Koynuna soktu. Yine arkadaşlarına
yetişti. Bunu arkadaşları gördüler, yanlarına geldiğinde gülüştüler.
- Aldattık, dediler.
- Cehennemden âzâd olma belgesini aldın mı, diye sordular.
Fakir:
- Aldım, dedi.
Komşusu olan hoca derhal ileri atıldı:
- Getir, görelim, dedi.
Fakir, elindeki kâğıdı hocaya sunuverdi.
- Yâ hoca! Seninkiyle beraber sakla, dedi.
Hoca gördü ki bu kâğıt yeşil, yazısı beyaz, nurdan olan kokusu canları mest eder. Bunu bu şekilde görür görmez hoca hayretler içinde kalarak feryâd etti. Kendini katırdan aşağı attı, aklı başından gitti. Bir zaman sonra doğruldu, aklı başına geldi. Kâğıdı aldı, öptü, yüzüne gözüne sürdü, âh etti:
- Vâh benim geçen ömrüme! Boş ve yok yere çürütmüşüm. Keşke ne olaydı ben de bu fakir gibi, bir fakir-i sâdık ola idim. Onun erdiği saadete ben de erseydim, bu fakir sadakati sebebiyle ne mertebelere ulaştı, ben bütün malımı mülkümü versem bu kâğıttakilerin bir noktasını alamam.
Âh eyledi. Ağlayıp göz yaşları döktü. Bu kâğıdı elbisesinin arasına koydu, evlerine avdet ettiler. Fakir hocaya dedi ki:
- Yâ Hoca! Benim beratımı sakla ki öldüğüm vakit kefenimin arasına koyup kabrime benimle birlikte koyasın.
Hoca beratı aldı, sandığına koydu. Ticaret için oradan ayrılıp gitti. Hoca ticarette iken fakir vefat etti. Beratı hocanın sandığında kaldı. Fakiri yıkadılar, kabrine koydular. Birkaç ay geçtikten sonra hoca evine geldi, Fakir'i sordu:
- Öldü, sen sağ ol, dediler. Hoca ağladı, feryâd etti.
- Zavallının bende emaneti vardı. Emanetini yerine getiremedim. Vasiyyetini tutmamış oldum. O âhirete göçtü, beratı bende kaldı. Bana ısmarlayıp emanet ettiği beratını yanma koyamadım dedi ve bir müddet ağladı:
Vaktâ ki evine geldi, sandığı açtı, beratı aradı. Gördü ki berat gitmiş. Bulamadı yine ağladı. Dedi ki:
- Gidip kabrini açayım, bakayım. Ola ki bir kimse beratını alıp ona vermiş olabilir.
Doğruca fakir'in mezarına vardı, kabrini açmak istedi. Bir ses geldi ki:
- Kabri açma! Biz ona o beratı veririz. Dışarda bırakmayız.
- Hoca bu sesi işitti, kendinden geçti, bayılıp düştü. Yattığı yerde ölmüş olan Fakir'i gördü. Fakir kendisine şöyle sesleniyordu:
- Ya hoca! Allah sana selâm etsin. O berat bana geçti. Çok şükür. Münker ve Nekir meleklerine gösterdim. Beni sorgu suâle tâbi tutmadılar. Amma bana bu beratı senin sebebinle verdiler.
Hoca evine döndü, Fakir'in ruhu için hatimler okuttu. Yemekler pişirip dağıttı ve sadaka verdi.
Aklımızı başımıza alalım. Hokkabazlar ve lâyık olmaıyan-lara değil böyleleri için Allah yolunda infakta bulunalım.
Buyurulur ki:
Mü'mini doğruluğa götürmek bütün müslümanlara düşen bir vecibedir.
Hak Teâlâ şu âyet-i kerîmesinde buyurur ki:
"Ey mü'minler! Hoşunuza gitmediği halde din düşmanları ile savaşmak üzerinize farz kılındı. Olur ki bir şey hoşunuza gitmezken sizin için o hayırlı olur. Ve bir şey de sevdiğiniz halde o, hakkınızda şer olur." (El-Bakare sûresi, âyet: 216).
İnkâr iyi değil, hususan enbiyanın sözünü inkâr küfürdür.
Ve evliya sözlerini inkâr da hiç iyi değildir. Nitekim Mevlânâ
Celâleddin-i Rûmî Hazretleri buyurur ki: "Sıdk-ıtû rehber-i tû." Mânası: "Senin doğruluğun kılavuzundur." Hak Teâlâ (C.C.) Hadîs-i Kudsîde buyurur: "Ben kulumun beni zannettiği gibiyim." (Yâni beni nasıl zannederse o çeşit muamele görecektir. Binaenaleyh hüsn-ü
zandan ayrılmıyalım). Suâl olunursa ki:
- Bu kitapta niçin bu kadar meşâyih sözlerini kaydediyorsun?
Cevaben derim ki:
- Meşâyih, yer yüzünde Allahü Teâlâ'nın askerleridir. Allah'ı istiyen talihlere yardım ve meded etmek için nefis, hevâ ve şeytanın elinden talihleri kurtarmaya çalışırlar. Ne zaman ki taliblerin gönlüne bir vesvese şeytan tarafından veya bir az-gın nefis tarafından gelse elbette şeyhlerin menkıbelerini dinlemek o vesveseyi gönülden giderir. Öyle tâlibler vardır ki ürker, korkar ve riyazet ve perhiz etmez. Şeyhlerin sözünü dinlemek, taliblerin ürkekliğini ve korkaklığını giderir.
Bu sebepten demişlerdir:
Şeyhlerin kelime ve sözleri yer yüzünde Allah'ın askerleridir.
Hem de şeriat potasında eriyen Meşayihin sözlerini dinlemek kişiye muhabbet getirir. Gönlünden Allah-ü Teâlâ sevgisinden başka sevgileri götürür.
Hak Teâlâ buyurur:
"Ey Rabbımız! İmana çağıran münâdînin çağrısını işittik. Rabbinize îman edin" diyordu. Biz de inandık." (Âl-i İmran sûresi, âyet: 3)

Şeyhlerin sözlerini sıdk ile dinlemek, onlara muhabbet etmek ve onları sevmek herkese nasib olmaz. Zira Allah'ın velî kullarına muhabbet; insanı saadete ulaştırır. Allah'ın dostlarını sevmekte Allah-ü Teâlâ'nm muhabbet eseri vardır. Çünki Allah dostlarını seven Allah için sever. Herkes bu muhabbeti hâsıl etmeye ve kemâle erişmeye gayret etmelidir. Zira evvelâ bunu hâsıl etmek lâzımdır. Sonra ancak kemâle erişilebilir. Bunun misâli şudur ki; yer altında kalan bir toplum orada kaldığı müddet bir hiçten ibarettir. Ne zaman ki yer yüzüne çıkar, o zaman, günden güne kemâle erişir.

Allah dostlarının eşiğinde bulunmak, onlarla beraber olmak, onlara hizmet etmek, onların terbiyesinde bulunmak ve himmetlerini elde etmek, kişinin kemâle ermesine en güzel bir vesiledir. Çünki, Mürşidler güneş gibidir. Müridin gönlünü terbiye ederler. Nitekim Şeyh Sultan Ebu Süleyman-ı Dârânî'den (R.A.) sordular ki:
- Bu mertebeye nasıl ulaştın?
"Erenlere hizmet edip onların himmetlerini almakla" diye cevap verdi.
Yine sordular:
- Şeyhlerin eşiğini bekleyip hizmet etmekle mücerred olarak mürîd'i terbiye olunup kemâl'e erişebilir mi?
- Mücerred olarak şeyhin huzurunu bekleyip O'nun eli altında olmak ve telkinlerini dinlemek yetişir. Meşayihin güneşine karşı durmak hamları pişirir. Gönlü diriltir, hayat budur. Fakat her şey'in hakikatim bilen ancak Allah-ü Teâlâ'dır, diye cevap verdi.

Kaplumbağa yumurtasını yumurtladıktan sonra onların karşısına geçer ve 40 gün onlara nazar eder. 40 günün sonunda o, kemâle erişir. Canlı birer yavru olarak karşısına çıkarlar. Şeyhin müridine himmet ve nazarı da kaplumbağa - yumurta misâli gibidir. Şeyhin 40 gün hizmetinde bulunup o'nun himmet ve feyzini alan müridin kalbi canlanır, gönlü dirilir ve yeni bir hayata kavuşur.

Bu yazı Eşrefoğlu Rûmî'nin Müzekkin Nüfus isimli eserinden derlenmiştir.

teşekkürler...emeğine sağlık..

rica ederim kardeşim, ilginiz için ben teşekkür ederim.

Allah cella celaluhu sizden razı olsun Yağmur kardeşim. Çok kıymetli bir paylaşımdı.

Amin, Allah sizden de razı olsun sevgili gözyaşı kardeşim

Allah razı olsun kardeşim,
bu çok değerli bilgileri bizimle paylaştığınız için.

Amin, Allah sizden de razı olsun sevgili DOLUNAY kardeşim, vakit ayırdığınız için ben teşekkür ederim


Allah cella celaluhu sizden razı olsun Yağmur kardeşim. Çok kıymetli bir paylaşımdı.

Amin, Allah sizden de razı olsun sevgili janwes kardeşim

Allah razı olsun kardeş...Gerçi hepsini okuyamadım ama, kıssaların hepsini okudum....


Tasavvûf

MollaCami.Com