Bölümler | Kategoriler | Konular | Üye Girişi | İletişim


Gurbete giden, selâmsız gelmez

İnsan sevdiği bir diyara, özellikle de İstanbul’a uzun zamandır gitmeyince, epeydir görmediği bir dosta kavuşur gibi oluyor.


Her ne kadar İstanbul’un güneşi, ayı, yıldızı, rüzgârı, denizi, ağaçları âşinâ ise de, yine de ilk defa görür gibi baktığınızda, ilginizi çekecek yeni şeyler görebiliyorsunuz. Manzaranın içinde kaybolmamak şartıyla…


Gelelim İstanbul’un iklimine. Bilen bilir. Onu en iyi şekilde Ahmet Hamdi Tanpınar anlatır. “İstanbul’da mevsim, takvimden ayrı yürür” der. O kadar sürprizlerle doludur ki, hatta birkaç yüz metre içinde iklim birdenbire değişiverir. Köprünün bu yakasında başkadır, öbür yakasında başkadır. Bazen pardösü, bazen şemsiye. Ya bir şey fazladır elinizde, ya bir şey eksiktir. İstanbul, dünya cennetidir. O kalabalıklar, o telâşlı koşuşmalar, burada herkesin birbirinin gözlerinin içine baka baka tükettiği ömürler, günlerdir… İstanbul, insan öğüten bir değirmendir. Ömürler, burada su gibi hızlı akar.


Bir insanı alıversek bu kalabalığın içinden, ıssız bir köşeye, bir çöle götürsek, aynı saatler içinde onu orada misafir edebilsek, birden anlayacaktır hayatın derinliğini, dakikaların ve saniyelerin ne kadar uzun olduğunu. Hayatın ritmi karşısında afallıyor burada insan.
Yine de bir sır var İstanbul’da. Gelen, gidemiyor; mıknatıs gibi çekiyor insanı kendine İstanbul.



Minarelerden dökülen ezan sesleri bir başka güzeldir. Parçalı bulutlu mavi gökyüzü bir başka güzeldir. Bir bulutla bile konuşabilirsiniz orada. Şair Refik Durbaş gibi “Sevda ne yana düşer usta?” diye sorabilirsiniz. Gün batımı ayrı güzeldir. Gökler denizle, denizler göklerle konuşur; dinlersiniz.


Eski bir semtinde, eski bir caminin mini minnacık minaresine tünemiş kargayı görürsünüz. İpteki cambaz gibi durur orada. O sipsivri külâhın üstünde nasıl duruyor diye düşündürür sizi.


İncelikli bir göze sahip olmak gerektir İstanbul’da. Alışırsanız, fena…
Karşı tepelerin eteklerine taht kurmuş bembeyaz ağaçları seyredersiniz. “Keşke bu mevsim hiç geçmese…” dersiniz. Yalnız İstanbul’a değil, her yere yakışıyor bahar.


İstanbul’da baharla, çiçeklerle, ağaçlarla ve meleklerle selâmlaşırsınız. Bu sayısız güzellikleri seyre inmişler sanırsınız. Bu bahar, çok bekledik gelsin diye. Ama ne yazık ki kendisine tanınan süre, güzelliklerin resmî geçidi bu kadar. Çok kısa. O kadar güzel ki bahar, “Her gün bahar olsaydı.” diye düşünüyorsunuz. “Her gün çiçeklenseydi keşke ağaçlar, hep öyle kalsaydı...” Ama güzelliğinden çok şey kaybederdi değil mi? Alışırdık bu güzelliğe de. Ülfet ederdik belki de.


Her yer bir başka âlem. Başınızı az ötedeki bir telâşa doğru çeviriyorsunuz. Rızık peşinde cümle âlem. Rızık imtihanı ki, alınteri damlamalı ve helâlinden olmalı.
Yûnus Emre’nin deyişiyle:


“Haram ise vebalindir,
Helâl ise sualindir”


Bize yol gösteren bir işaret levhası olmalı.


İnsanları tek tek tanımak zorlaşıyor burada. Hedefe yaklaştıkça adımlar daha da hızlanıyor.
Camilerin son cemaat yerlerinde, namazlarını eda etmeye çalışan yolcular. Biri gelip biri giden yolcular… Ellerinde büyük küçük poşetler, eşyalar dolu yolcular. Kendini bekleyenlere kavuşmayı bin can ile arzu eden yolcular… Ne de çok yükleri var. Belki karınları da aç, belki bir yudum suya da muhtaç. Ama İstanbul’un tatlı telâşı, insana açlığı da unutturuyor. Kendine mahsus bir hayat tarzını öğretiyor gelen yolculara.


İstanbul’da yaşayan için, iki şık var. Ya sen bu şehri alacaksın, ya bu şehir seni alacak.
İstanbul, acîp ve garip bir şehir. Anlatılmaz, burada yaşanır ancak. Baksanıza, rıhtımda koskoca gemi bile sahilde onun ritmine uymuş. O köşeye mahsus bir eşya gibi duruveriyor orada.


Dalgaların içerisinde bir inip bir çıkan balıkçı teknesi müstesna. O küçük tekne oyunu bozuyor işte. Gözleriniz oraya gidip odaklanıveriyor. Yaşlı bir balıkçı. Birçoğumuzun cesaret edemeyeceği çok şey var onda. Islanmayı göze almış, güneşte kavrulmayı göze almış, ipincecik bir elbise içinde yaşamayı da, hasta olmayı da… Rızkın denizin derinliklerinden çıkıp gelmesine, oltasına takılmasına sayılı dakikalar var. Heyecanla bekliyor, nasibini arıyor. Yüzünde güller açmasına az bir zaman var sanki. Çalışırken, her insanın ayrı bir güzel olduğunu okuyorsunuz yüz hatlarından. Allah ile, rızık ile alâkası olanın o derin çizgilerini okuyorsunuz.
Şu İstanbul’da acayip işler var. Çok şeyler var insana ders veren.



İhtiyar bir anne meselâ, yanında da kızı. Birbirlerine ziyadesiyle muhabbetliler. Çehreleri ne de nuranî. İmreniyorsunuz samîmî ve içten konuşmalarına.


Kavuşup ağlayanlar, ayrılıp ağlayanlar… Sahiller, vapurlar, trenler bu manzaralarla dolu. Aynı vasıtaya binip aynı yöne gidenlerdeki sevinçli hâl dikkatimi çeker hep. Bilmem, sizin de dikkatinizi çeker mi?


Evet, bindiğiniz vasıta nereye giderse gitsin, içinde yaşadığımız dünya gemisi ahirete gidiyor.


İnsanlar bir geminin içinde ya da bir aracın içinde bir yerlere gidiyorlar. Şehirleri, ülkeleri, evleri, sokakları arşınlıyorlar. Ama kaç kişi farkında acaba dünya gemisinin sür'atle, saniyede otuz kilometreyi aşan bir hızla, göz açıp kapayıncaya kadar mesafeler kat ettiğinin ve uzay boşluğunda Allah’ın kontrolünde bu yolculuğuna devam ettiğinin?


Uçaktan atlarken paraşütüne güvenen insan, uzayda atılı duran dünyada kime güvenmelidir? Kime olacak ki Allah’tan başka?
İnsan olmak, hayatı yaşamak değildir sadece. Hayatı herkes yaşıyor. Niçin yaşadığını fark etmektir, hayatın bir oyun olmadığını, kendisinin ciddî bir yolcu olduğunu fark etmektir. Bir yerden bir yere giderken bilet aldığını, az da olsa bir bedel ödediğini ve yolculuğunun mutlaka bir karşılığının olduğunu bilen insanın, dünya üzerindeki altmış yetmiş yıllık seyahatinin de bir bedelinin, bir karşılığının olduğunu hatırlaması gerekiyor.


Hatırlaması gerekiyor dedik, ama hatırlayamadığımız anlar da az değil. Manzaranın içine gömülünce, onun bir parçası oluveriyor insan.
Gürbüz Azak Bey öyle derdi:


“İstanbul’da bir gün kalan, bir kitap yazar.”

Yıllar yılı kalanlar ise ne yapar, onlara sormak gerek.
Alışmak fena.



Öğretmen heyecanını yitirince, öğrenciye anlatacağı bir şey kalmaz. O da sınıfın bir parçası oluverir. İnsan hayatın bir parçası olunca, hayatın o büyük anları ve mânâları kayboluveriyor.


Nerede olursak olalım, nerede yaşıyorsak yaşayalım, dünyamızın problemi bu: İnsanın yolcu olduğunu unutması.


Tam bu noktada peygamberler ve onların getirdiği mesajlar devreye girer: “Dikkat et, yolcusun” derler. Kaldığın, bildiğin, gittiğin yerler neresi olursa olsun, senin şu anda içinde bulunduğun o dünya gemisinin varacağı liman, ahiret limanı olacaktır.


Hangi şehirde olursak olalım, gözümüzü açmayı talep edelim Rabbimizden. Hele İstanbul’da yaşıyorsak, bu duâya daha fazla ihtiyacımız var tez elden.


Günah, her yerde günah, her çağda günah. Sevap, her yerde sevap, her çağda sevap. Hiçbir asır, hiçbir zaman, hiçbir mekân, Allah’ın koyduğu yasakları değiştiremedi, kaldıramadı.


İnsan, nereye giderse gitsin, yolcu olduğunu unutmamalı, yolculuğun getirdiği rehavete kapılmamalı. Yani “Biraz olsun sevabım var” deyip, “Biraz günah işlemekten ne çıkar?” tuzağına düşmemeli. “Kimse bilmiyor, kimse tanımıyor beni bu şehirde.” diye düşünmemeli. Bilen var, gören var, Allah var.


Yolculuğun insan üzerindeki hakkı, insana hakikati fısıldamalı. Vicdanında şuur lambasını yakmalı. Metrobüste de yolcusun, kayıkta, uçakta, evde de yolcusun. Tramvayda da yolcusun, karada da, denizde de, havada da… Dünyanın dışına da çıksan, kâinat yolcususun.
“Böyle bir yolcu şimdi ne yapmalı?” derseniz, iyisi mi, Bediüzzaman Hazretleri’nin o güzelim yolculuğunun rehberi olan Âyet’ül Kübrâ’yı o yolcunun kendimiz olduğunu düşünerek okumalıyız.

“Şu güzel bahar mevsiminde, yolculuk bizim nemize gerek?” demeden, kendi nefsimize okumaya çalışalım. Yolculuğa bir de bu gözle bakalım. Ne dersiniz?

***

Eskiler ince insanlar. Bu incelik gitgide kayboluyor. Annem bu sabah İstanbul’dan dönüşümü “Hoş geldin” cümlesiyle kutlarken, rahmetli babacığımın İstanbul dönüşlerindeki hatırasını yâd edip kendisine Hacı Bekir’den akide şekeri ve pişmaniye getirdiğimi söyleyince, rahmetli Hüseyin amcamızdan bir güzel bir söz nakletti. “Gurbete giden, selâmsız gelmez.” dermiş o cömert adam. Gurbetten gelenlere: “Selâm var mı?” dermiş. “Yani bir hediye var mı?”


Bizden hatırlatması. Nereye giderseniz gidin, eliniz boş dönmeyin. Maddî ya da manevî. Sizi bir bekleyen var. Bu yolculuğunuz ahiret ise, zaten eliniz boş gidilmemesi lâzım. Eğer dönüşünüz, geldiğiniz yere doğru ise, orda bekleyenler var, ümitlerini boşa çıkarmamak gerekiyor. Çam sakızı, çoban armağanı da olsa.


Ne güzel söyler Tahir’ül Mevlevî. Mezar taşına da yazılmıştır bu:

“Eli boş gidilmez gidilen yere

Boş gelmedim ya Rab, ben suç getirdim

Dağlar çekemezken o ağır yükü

İki kat sırtımla çok güç getirdim…”



Evet, dünya gurbetinden ahirete dolu dolu gidenlerden ve dönenlerden eylesin Mevlâm.
Efendimiz’e (asm) sonsuz salât-u selâm ile…




Selim GÜNDÜZALP


Yazarlardan

MollaCami.Com