Bölümler | Kategoriler | Konular | Üye Girişi | İletişim


Mezhep nedir?

Mezhep nedir?
Zehab – zan ve tahmin den gelen bu kelime, bellibaşlı bir noktaya giden yolun nerelerden ve nasıl geçtiği ve ne gibi kısımlar ve şekiller çizdiği üzerinde bilgiler ve ölçüler manzumesi demek...
Peygamber, doğru yolun doğrudan doğruya açıcısıdır. Onun Zehab-zan ve tahmin ve mezhep kuruculuğu ile alakası olamaz. Peygamberde her şey berrak ve mutlak... Açık havada güneş... Gösterdiği her şey, namutenahi ince çizgilerle işlenmiş bir elmas... Ne <>sı var, ne <>si...
Güneş öyle bir tepe noktasından vuruyor ki, hiçbir şeye gölge hakkı bırakmıyor; gölge, yani şüphe, ayaklar altında... Ne cemiyette en küçük hiza yanlışı var, ne fertler arasında en basit çekişme... Ne de anlayış ve sezişlerde en hafif çelişme... Çünkü insanlara hükmedici kıstas, her ölçüyü zatında toplayan vecd ve aşk...
Hazret-i Ali'nin <> ve <> meselesinde:
Parça <>ün habercisidir.
Hikmetine eş, en ulvi ve esas <>den ve <>ya kadar her şey, merkezde düğümlü bir nakış gibi içiçe, çelişkisiz ve eksiksiz...
Allahın Resulü, delikanlılık çağındaki Üsame Hazretlerini orduya Başbuğ tayin buyurdukları zaman, bata Hazret-i Ebubekir, Ömer, Osman ve Ali, hiçbir olgun Sahabinin yüzünde herhangi bir buruşma ve dilinde bir memnuniyetsizlik ifadesi yoktur...
Sahabilerin hepsi müctehid. Fakat, uzaklaşan, gölgelenen ve sislere bürünen bir hakikati heceleme, sökmeye çalışma, <> etme manasına değil, ölçüleri bilme, ruhuna sindirmiş bulunma, her işe tatbik gücüne ermiş olma manasına...
Kuduz İslam düşmanı (Leone Kaytano)nun:
O ne kuvvettir ki, çevrelediği insanlardan tek kişi bile gevşemedi, kopmadı, dönmedi!...
Dediği, buna rağmen <<çünkü Resuldü!>> diyemediği, böylece tezatların en yırtıcısına düştüğü o cazibe merkezi, işte bu yekpareliğin sancağını getirmişti.
Kainatın Efendisi, sonsuzluk tahtına geçmek üzere hücrelerindeki yatakta gözlerini kaparken hızla gelip başbuğluk sancağını Peygamber kapısının önüne diken delikanlı Üsame işte bu bayrağın temsilcisi....

İLK ALAMETLER
Hazret-i Osman devrinde başladı ve Üçüncü Halifenin, herhangi bir ferdi ve itikadi davranış değil; hissi ve infiali planda bir toplulukça şehid edilmesiyle ortaya çıktı.
Bu topluluk, kelimenin hem <> ve hem <> manasiyle, henüz adını almamış olarak <>zümresinin ilk filizleridir. Ağaçlarını ve dallarını Hazret-i Ali devrinde yetiştireceklerdir ve davranışları mezhebi olmaktan ziyade siyasidir.
Fakat öyle bir siyasi mahiyet ki, artık kitle halindeki vecd ve aşk perçininin çatlak vermeye başladığını ihtar edecek ve ondan sonraki sapıklıklara ilk istidat zeminini kuracaktır.
İnsanlar arasında <<İhtilaf-fikir ayrılığı>> denilen, çok defa aziz ve erdirici, çok defa da sefil ve kaybettirici (fakülte)nin kurtarıcılıktan öldürücülüğe sürüklenmesine mani ferdi ruh ve içtimai nizam...
Işte bütün mesele!....
İhtilaf...
<<Ümmetimin ihtilafı rahmettir.>>
Buyuran Kainatın Efendisi, ruhi kıvam ve içtimai nizamın en üstün ahengi içinde, müspet cephesiyle ihtilafı ne güzel abideleştirmişlerdi.
Orta yere bir çiçek vazosu koysalar, etrafındaki herkes onu başka başka noktalardan göreceğine ve hiç kimsenin gözbebeği içinden bakılamayacağına göre, ihtilaf, insan yapısının zaruri neticesi... Elverir ki, bellibaşlı bir sınırı çatlattığı hissini vermesin ve herkesçe makbul ihtimaller çerçevesinde kalsın... Ayrı ayrı uzuvlarından fili muayene eden körler gibi, toplayıcı ve hakikati kaybetmesin...
Nurun merkezinde her Sahabi bir nur olduğu mevkiindeyken yalnız lügatta ve ihtimal aleminde bilinen ihtilaf, ilk filizlenmesini Hazret-i Osman'ın halifeliğe seçilmesi sırasından gösterir gibi oldu; Haşimi ve Emeviler arasında küçük bir burkuntuya yol açtı; fakat nur oluklarından en büyüklerinin suladığı cemiyet bahçesinde ve Hazret-i Ebubekir ile Ömer'in temsil ettikleri birlik ve bütünlük zemininde hiçbir karışıklığa yer kalmaksızın ukdeler bastırıldı.
Fakat yumuşaklık, edep ve haya madeni Hazret-i Osman devri, kısa zamandan kendisinden önceki sütbeyaz iki devrin ulvi rengine hiçbir leke sürdürmediği halde:
Bu da beyaz ama acaba o beyaz mı? Arada, esası asla bozmayacak şekilde bir (ton) farkı var mı, yok mu?
Diye düşündürecek şekilde birtakım vehimlerin türemesine mani olamadı.
Buna sebep, rikkat ve hassasiyette Hazret-i Osman'ın, kendi aile kadrosuna duyduğu zaaf ve menfi temayülleri tepeleyici bir şiddet seciyesinden uzaklığı...
O, hiçbir isteği kırmayan bir melekti. Ve kullarını imtihan için kötülüklere yol veren Allah'ın takdiri böylesini gerektiriyordu

IBN-İ SEBE
Baş örnek (prototip) Yahudi İbn-i Sebe Hazret-i Osman devrini tam da kendi mel'anet (strateji)sine uygun bir zemin kabul edip sağ ve sol aşılamalarını sürdürürken bazı büyük Sahabilerin tam ayarlı hakikat görüşlerini de ilerideki ifrat tecellilerini kollayarak destekliyor, öbür taraftan da Hazret-i Ali'yi mübalağa yolunda mecnun hayallere zemin hazırlamayı ihmal etmiyordu. Mesela, ileri derecede Sahabilerden ve servet sahiplerinden Talha, Abdurrrahman İbn-i Avf, Abdullah İbn-i Ömer gibilerin en doğru görüş olarak:
- Zekatı verilen mal, saklanmış ve hareketsiz bırakılmış olsa da bir toplama ve biriktirme ifade etmez. Zekatı verilmeyen mal ise meydanda ve harekette de olsa toplama ve yağma fiilini belirtir.
Şeklindeki ölçüleri, işi, isabetli, fakat vecd dışı bir telakkiye sürükleyebileceği için, Kur'an ve ayarı bozmak isteyen fırsatçıları memnun ediyordu. Onların işine gelmeyen Ebuzer Hazretlerinin teslimeyette daima fazlaya kaçan ruhuydu. Nitekim Ebuzer bir gün kendi davasına karşı Hazret-i Osman'ın şu sözlerine muhatap oldu.
- Ya Ebuzer; halkı züht ve takva yolunda baskı altına almak hikmete uygun düşmez. Benim üzerime düşen, Allahın emirleriyle hükmetmek ve halkı adalet ve itidal dairesinde bir güdüme bağlamaktır. Bir emrin fazlasını yapıp yapmamakta insan serbesttir.
Ebuzer mukabele etti:
Zenginler paralarını dağıtarak mürüvvet ve sadaka göstermedikçe biz onlardan razı olamayız!
Orada hazır bulunan Kaab-ül Ahbar şöyle bir laf edecek oldu:
Farz borcunu ödeyen, vazifesini yerine getirmiş olur!
Ebuzer parladı:
Behey Yahudi oğlu! Sen kim oluyorsun ki, böyle bahislere burnunu sokabiliyorsun?
Ve elindeki asayı Kaab'ın başına indirdi. Kaab yaralandı ve halifenin ricası üzerine Ebuzer'i bağışladı ve onu kısastan kurtardı.
İbn-i Sebe', Ebuzer Hazretlerine el atmakta gecikmedi. <> tabiriyle <> arasında herhangi yersiz ve nefsani bir tefsire yol arama ve bir ayrılık kapısı açmak için Şam'da, Ebuzer'e dedi ki:
Muaviye'ye şaşmıyor musun? <> tabirinin kullanıyor! Gerçekten her şey Allahındır; fakat <> tabiri muamelede esas iken <> demek acaba niçin ve ne maksadla?... Yoksa hazinenin serbetiyle müslümanlar arasından alaka kesiciliğe doğru mu gidiyor?
Ebuzer <>tan görünen bu telkin karşısında ürperdi; bu laflardan ilahi kudreti nefsani menfaat uğrunda istismara yeltenici bir idare ölçüsüne ait tehlikeli bir mana kokladı ve hemen Muaviye'nin huzuruna çıktı:
Öyle mi? Sen devletin müslümanlara ait parasına <> diyormuşsun; öyle mi?
Yanlış mı, mal Allahın değil mi?
Her şey Allahın; fakat senin idarendeki mal, Allahın müslümanlara ait olarak sana verdiği değil mi?
Muviye, aşk ve heyecan içinde kaynayan , fıkırdayan Ebuzer'i sakinleştirmek için her zaman ki büyük zekasıyla şu (formül)ü buldu:
Peki, bundan sonra <> derim.
İbn-i Sebe', adım başında ruhları bulandırma yolunda...

İBN-İ SEBE SAHNEDE

Önce kendi peygamberine ihanetle işe başlayan, derken İsa dinine türlü maverai hezeyanlar aşılayan bir insan soyu vardır. Bu soyun İslam karşısından (prototip) denilen baş örneği de İbn-i Sebe'... İçi ve dışıyla numunelik yahudi...Samimi Gavur...
Hazret-i Osman devrinde güya Müslüman... Eski adı İbn-i Sevd... Şimdi Abudullah ibn-i Sebe'...
Dilek ve tutumları dini olmaktan ziyade siyasi olan bu din vecdinin kabuk tutmaya başladığı zemin üzerinde vücut bulan ilk <>ler – ki asıl Haricilerin Hazret- i Ali devrinde peydahlandığı iddia edilirse de kökleri Osman zamanından -tohumlarını İbn-i Sebe' elinden almış ve teşekkül devresinde ağaçlarını yine İbn-i Sebe' eliyle geliştirmiştir.,
Hiçbir fevkaledeliğe inanmamak şekliyle hem kör mantık, hem de fevkaladelikleri deli hayallerine vardıracak derecede mübalağa dehası İbn-i Sebe' iki başlı yılan seciyesini şu iki cins telkinle göstermeye koyuldu:
Ali, Allah Resulünün vasisi (vasiyetine sahip) dir. Nitekim nice peygamberlerin böyle vasileri olmuştur. Halifelik, vesayet hakkı bakımından Ali'ye düşer. Osman bu hakkı ondan gaspetmiştir!
Bu, güya mantık... Bir de İlahi iradeyi keyfine göre istismar gibi, hiçbir mantık ve kıyasa uymaz bir iddiası var:
Hazret-i İsa'nın tekrar dünyaya döneceğini biliyoruz. Ya niçin Allahın Resulü dünyaya dönmesin? Allah Kur'anında, Resulüne <> demiyor mu?...

Başlangıçta fısıltı ve fert fert avlama dairesinden dışarıya çıkmayan ve henüz meydan yerine sızmayan bu şüpheci telkinler, kendisine, kulak asanlar bulduğu halde, şiddetle mukavemet ve mukabele edenlere de rastladı. Saffetli müslümanlar bu telkinlerden incindi. Yahudiyi Basradan kovdular.
Küfe'ye geçti. Aynı telkinler... Orada da dikiş tutturamadı.
Derken Şam... Muaviye'nin bir hükümdar edasiyle emanetinde bulunduğu belde... Ne yapsın?
Bu defa Ebuzer'i kışkırtma yoluyla, ittika maskesi altında Emir'in nüfuzunu körletmeye kalkışabilir.
Öyle yaptı, fakat Hazret-i Muaviye'nin deha çapında idareciliği sayesinde fitnesini daha ileriye vardıramadı.
Şam'da yüksek Sahabi ve din alimlerinden Ebu Derda ve Ubade Bin Samit'e bulaşmaya davrandı. Anlayış ve sezişte mükemmel Sahabiler tabiyeyi farketmekte gecikmediler ve yahudiye yüz vermediler.
İbn-i Sebe' Şama kapısını zorlayamayacağını anladı ve kendisine başka dayanaklar ararken Muaviye'den emir geldi:
Şam'dan çıkıp gitsin!
Şam'dan dehlenişi şöyle oldu:
Ubade Hazretleri yahudinin telkinlerine kapılmak şöyle dursun, onu kulaklarından tuttuğu gibi Hazret-i Osman'ın huzuruna çıkardı:
İşte, Ebuzer'i sana musallat eden bu adamdır!
Yani:
Gözünü aç! Kah hakka karşı, kah hak kisvesi içinden görünüp İslam ruhunu tahrip etmekte bu adamın yapmayacağı yoktur! Herkesi damarına göre kışkırtmakta bir tane...
Artık o, karargahını Kahire'de kurmuş, Basra ve Küfe'de yakınlarıyla haberleşme ve helalleşmede...

İHTİLALİN BAŞLANGICI
Gece sohbetlerindeki bir sözden iş nereye varıyor ve kader sırrı, hadiseleri zıpzıp boyundan ele alıp nasıl dağ çapında çığlaştırıyor; ve için için oluşlar ne türlü vesilelerle su yüzüne çıkıyor! Yahudi (stratejisi)side 1 kiloya 1 milyon ton düşen manivelasını ne şekilde kullanıyor!
Bir takım aklı başında insanlar, çoşan ve taşan halka öğütler verdilerse de dinletemediler, halk sokaklara döküldü ve münadiler köşe başlarını tuttu:
Yolda olan Küfe Emirini geri döndürmek isteyenler filanın ardında toplansın!
Ve sükunet tavsiye edenlere karşılık:
Seli geri çeviremeyiz! Bu iş artık sadece kılıç düzeltir!
Büyük bir topluluk Küfe'den yola çıktı. İleride bir konakta Küfe Emiriyle karşılaşma... Etrafını aldılar ve haykırdılar:
Bizim artık sana ihtiyacımı yok! Geri Dön! Yoksa...
Said Medine'ye döndü; vaziyeti Halifeye bildirdi; o da Küfelilerin istediği Ebu Musa-ül-Eş'ari Hazretlerini Küfe'ye Emir tayin ve akrabası Said'i azletti. Bu da ayaklananlara verilmiş taviz ve Hazret-i Osman cephesinden bir zaaf oldu. Ve bu hadiseler üstüste birbirini kovaladı.
Küfe ayaklanışı, Ebu Musa Hazretlerinin valiliğe tayiniyle bir an için yatışmış göründü ama, Şam ve Mısırdan geçen halka üzerinde duman ve alev, katmer katmer, dalga dalga... Meselenin üzerine topyekün inecek merkezi bir yumruktan eser yok... Medine bile aynı dalgalanma içinde... Ağızlarda tek laf:
Osman hal edilmelidir!
Ve iş gitgide, Hazret-i Osman aleyhdarlığından Hazret-i Ali taraftarlığına kaydırılmaya başladı.
İbn-i Sebe' marifeti!... Hem Hazret-i Ali'ye doğru kaydırma, hem de davaya bir mezhep havası verme gayreti... Medineli büyükler Hazret-i Ali'nin huzuruna çıkıp Osman'a gereken telkinlerde bulunmasını istediler... O da gitti. Hazret-i Osman'a mülayemetle şiddet arası bir ahenk kurması ve yerine göre davranması hikmetini telkine baktı. Hazret-i Osman da, bütün bu telkinleri yapanların ve kendisini yakınlarına mevki vermekle suçlayanların fikirlerinden haberi olduğunu söyledi ve şöyle savundu:
Unutma ki, Muaviye'yi Şam'a vali tayin eden ben değilim; Ömer'dir.,
Öyle ama, Muaviye, Ömer'den Ömer'in kölesi kadar korkardı. Şimdiyse Muaviye, senin adına keyfince davranıyor!
Hazret-i Osman, minberden de, kendi yumuşaklığıyle, Ömer'in sertliği arasındaki farkı ve kendi usülünün üstünlüğünü ifadeye kadar gitti:
Ömer sizin başlarınıza basıyordu; bense ayaklarınızı omuzlarıma çıkarıyorum!
Dedi, fakat yaranamadı. Vilayetlere gönderilen müfettişler, her yerde sükun havası estiği haberiyle döndüler. Yalnız Mısır'a gönderilen Ammar bin Yasir dönmekte gecikti. Mısır valisi, onu, içlerinde İbn-i Sebe'nin bulunduğu bir topluluk içinde kabul ve yatıştırmaya teşebbüs etmişti. İbn-i Sebe', Hazret-i Osman'ın murahhasına ortalığı toz pembe göstermeye dek gidebiliyor ve Mısır valisine kadar kendisini samimi gösterebiliyordu.
Yine bir toplantıda vaziyeti beğenmediğini söyleyen Hazret-i Muaviye, Halifeye, kendisiyle Şam'a gelmesini ihtar edince şu cevabı aldı:
Ben Allah Resulünün civarından dışarıya bir adım bile atmam!....

İHTİLAL
Muaviye hazretleriyle Hazret-i Osman arasındaki konuşma şöyle devam etti:
Madem ki benimle Şam'a gelmek istemiyorsun; o halde izin ver, seni korumaları için buraya asker göndereyim!
Ona da hayır! Ben, Allah Resulünün beldesinde oturanları askerle baskı altında tutamam!
Muhakkak ki, sonunda sana kıyarlar!
<> Başka sözüm yok!...
Ve tevekkül ve tahammülde abide şahsiyet, Hazret-i Osman, nefsini, kaderinin tecellisine bıraktı.
Bazı yarım Müslümanların dil uzatmaktan utanmadıkları, büyük dahi ve siyasi Hazret-i Muaviye'nin hem nefsi ve hem de Hazret-i Osman hakkında bir sözü var:
Ne Ebubekir dünyayı istedi, ne de dünya onu... Dünya Ömer'e yöneldi ama, Ömer onu kovdu. Osman 'a dünyadan bir parçacık bulaştı. Bizse büsbütün dünyaya bulaştık.
Bu hikmeti dile getirebilen ve nefsini hesaba çekmeyi beceren; Peygamber katibi bir Sahabiye toz kondurmamak sünnet ve cemaat ehline mahsus edeblerin başında gelir. Takdir ayrı, fakat iş Muaviye'ye kalsaydı, kar gibi beyaz ve gök kadar derin Osman'ın sakalına kan bulaşmayacaktı.
Olacak olan oldu.
Halkın Emevi valilerinden nefretiyle, İbn-i Sebe fitnesinin, Hazret-i Ali'yi tanrılaştırmaya kadar giden, İslam'ı parçalama gayesi birleşti, ikisi de birbirine yol verdi ve bir siyasi ihtilaftan mezhep ayrılığına kadar, sonraları modalaşan Sapık Kollar ilk örneğini buldu.
İbn-i Sebe' ve taifesi Hazret-i Osman'ın halkı meşgul etmek için kuvvet toplama teşebbüsünden de faydalandılar ve her tarafa nameler saldılar:
Asıl kuvvet toplama yeri ve hareket yönü Medine'dir. Toplanın, yürüyün ve davranın!...
Mısır'dan Medine'ye gelen bir heyet Hazret-i Osman'a valisinden şikayet edince Halife, valiye şiddetli bir tekdir yazısı gönderdi. Bunun üzerine de vali şikayetçileri falakaya yatırdı ve bir tanesini kırbaç altında öldürdü.
İş büsbütün alevlendi. Ayaklanalar, aralarında haberleştiler, plan kurdular. Mısır, Basra ve Küfe isyancılarından aşağı yukarı 1000' er kişilik kuvvetler, Kabe'yi ziyaret bahanesiyle ve planlı şekilde Hicaz'a akmaya başladı. Reis Mısır'dan Gafıki İbn-i Harp...
Mısırlılar, İbn-i Sebe planınca Hazret-i Ali'ye, Basralılar Hazret-i Talha'ya, Küfeliler de Hazreti Zübeyr' e bağlı ve hepsi birden Hazret-i Osman'ın hal'i gayesinden birlik...Gerilerindeki büyük fesat kurmayının gayesi ise, ne şu, ne bu, İslam'ı parçalamak...
Medine'ye 3 konak mesafede durdular... Her topluluktan birer takım seçip ileriye gönderdiler. Küfe takımı, üzerlerine asker sevki ihtimalini ileriye sürerek daha önce kendilerinin Medine'ye girmelerini ve işe siyaset oyunlarıyla başlanmasını öne sürdü. İlk olarak onlar girdi. Ve sulhcü bir eda ile Hazret-i Ali, Talha, Zübeyr ile, müminlerin anneleri Peygamber zevcelerini ziyaret etti:
Şöyle bir dil kullandılar:
Biz haccetmek için geldik. Bazı makam sahiplerinin de memuriyetlerinden affedilmelerini dilemekteyiz. İzin verirseniz topluluklarımız Medine'ye girsin!
Üç büyük Sahabi buna izin vermedi. Bu defa Mısır, Küfe ve Basra takımları, sırasiyle taraftar oldukları, Hazret-i Ali, Zübeyr ve Talha'nın etrafını çevrelediler... Hazret-i Ali onlara emrindeki kuvvetle karşı çıktı, kılıcını kuşandı, oğlu Hazret-i Hasan'ı Halife'yi muhafazaya gönderdi ve Mısırlıların:
Halife sensin! Biata hazırız.
Teklifine şiddetle red karşılığını verdi. Hazret-i Zübeyr ve Talha'dan da aynı şekildeki tekliflere aynı cevap...
Ordugahlarına dönen takımların arkasından Medine kuvvetleri dağılırken, öbürleri şuursuz bir yığın insiyakiyle Medine üzerine yürüyüşe geçtiler. Peygamber beldesine girdiler, hiçbir mukavemet görmeden ilerlediler ve Hazret-i Osman'ın evini kuşattılar...

KANA BOYANAN AK SAKAL
O gün Hazret-i Osman oruçlu... Odasında Kur'an okuyor. Bizzat, itina ve ihtiramların en titiziyle cemettiği, yekpareleştirdiği ve müminlerin sadık ellerine teslim ettiği Kur'an... Yanında da, vefalı zevcesi Naile...
Dışarıda ok yağmuru fırtına halinde... Kapıdaki koruyuculardan Hazret-i Hasan ve İbn-i Talha, atılan oklardan yaralı... Kan revan içindeler...
Hazret-i Ebubekir'in oğlu manzarayı görünce bağırıyor:
Aman, Haşim oğulları bu hali görünce üzerimize çullanırlar!... Zaman kaybetmeye gelmez! Çabuk ve kestirme yoldan gidelim!
Ve eliyle, Osman'ın evine bitişik hanenin damını gösteriyor.
Bir yurya!...
Bitişik hanenin damından Hazret-i Osman'ın evine geçiyorlar ve aşağıya sarkıp odaya doluyorlar... İlk giren, Muhammed bin Ebubekir...
Atılıyor ve Halife'nin süt-beyaz sakalına yapışıyor;
Şimdi seni, ne Muaviye kurtarabilir, ne de öbürleri!...
Hazret-i Osman ona vekar ve tevekkül içinde gözlerini dikiyor ve diyor:
Baban seni bu halde görseydi kimbilir ne kadar üzülürdü!...
Bu söz üzerine İbn-i Ebubekir yıldırımla vurulmuşa dönmüştür. Kılıcını fırlatıp yere atıyor ve bir çılgın gibi odadan çıkıp gidiyor.
Şimdi odada, Mısırlılardan Gafıki, Kuteyr, Sevdan ve Kinane...
Müthiş an...
Kinane Halifeye kılıcını indirdi; fakat mübarek zevcenin elini siper etmesiyle kılıç hedefine varamadı. Naile'nin parmakları kesildi. Gafıki ve Kinane Hazret-i Osman'ın üstüne çullandılar; ve edeb ve hayada insanoğlunun en üstünlerinden birini boğazladılar... Osman, okumakta olduğu Allah kelamının üstüne kapandı; ve kanı, <> mealindeki ayet üzerine aktı. Sakalı ve gömleği de buğusu tüten bir kan peltesi içinde...
Naile çığlık basıyor. İçeriye Osman'ın kölelerinden biri daldı, Sevdan'ı bir kılıçta yere serdi. Kuteyr de köleyi ikiye biçti; fakat ikinci bir köle tarafından şişlenip yere düştü.
Kapı zorlandı, içeriye dolan dolana... Hazret-i Osman'ın cesedine kapanıp ağlayanlar var...
Hazret-i Ali, Talha ve Zübeyr koşarak geldiler, dona kaldılar ve dudaklarında, her Müslümanın her cenaze başında söylediği mukaddes ölçüyü tekrarlamaktan başka bir şey yapamadılar:
<< Biz Allah'a aidiz ve ona döneceğiz...>>
Osman'ın evi ve <> yağma edilmekte... Başta Mervan, bazı Emevi büyükleri her tarafta aranıyor ama, onlar sıvışıp kurtulmayı bilmişlerdir.
Şamdan gelen, Muaviye imdat kuvvetleri ve başka yerlerden gelenler feci haberi alınca ne yapacaklarını şaşırdılar ve dönmeyi tercih ettiler.
Hazret-i Osman, öldürüleceği günün gecesinde rüyada Kainatın Efendisini görmüş ve kendisine << Zinnureyn-çifte nura sahip>> sıfatını hediye eden Resuller Resulünden şu daveti almıştı:
Yarın iftarı beraber ederiz!...
Ahmed Cevdet Paşa'ya göre, Hazret-i Osman'ın kanı Mushaf üzerine dökülmekle, fitne kapısı sadece açılmış değil, bir daha kapatılmayacak şekilde kırılmıştı.

ARKASINDAN

Hazret-i Ali devrinde tam billurlaşan, şekil ve isim alan <> tayfası, işin başında idari ve siyasi bir aykırılığı mezhep ve akide havasına bulamakta ve mukaddes ölçüleri kabuk üstü bir anlayışla güya savunmakta o kadar ileri gitmişlerdi ki, Hazret-i Osman'a şu hayasız sualleri sormaktan çekinmemişlerdi:
Niçin Bedr Gazasında hazır bulunmadın?
Mushafları niçin yaktırdın?
Hudeybiyedeki Rıdvan biy'atinde neden yoktun?
Niçin akrabanı kayırdın?
<>dan ne kadar para harcadın?
Yerinde bir başkası olsa:
Bu suallerin altındaki suçlama, aslında benim faziletimdir!
Cevabını vereceği halde Hazret-i Osman öyle yapmadı. Misilsiz bir vekar ve sükunet tavriyle onları tek tek cevaplandırdı:
Bedr Gazasında, hastalık sebebiyle ve Allah Resulünün emriyle bulunamadım!
Yaktırdığım mushaflar ihtilaflı olanlardı. Allah kelamını korudum!
Rıdvan biy'atinde, Allah Resulü tarafından murahhas olarak Mekke'ye gönderildiğim içiin yoktum! Bu biy'atte, Allah Resulü, benim elimin yerine kendi elini koymuştur.
Akrabamı, yakınım oldukları için değil, layık oldukları için kayırdım!
<>dan ne harcadımsa hemen ödemeye hazırım!
Ve sonra bir vesileyle şunları söyledi:
Cahiliyet devrinde de, müslümanlığımda da zina etmedim! Haksız yere hiçbir cana kıymadım! Dinime bağlılığımı hiçbir an gevşetmedim!
Hicretin 33. yılında ekilmeye başlayan İbn-i Sebe' tohumları tam iki yıl sonra, 35. yılda ilk mahsulünü vermiş ve Hazret-i Osman şehid edilmiş bulunuyor.
Hazret-i Ali'nin nasıl halifeliğe geçtiği malum... Asıl bundan sonradır ki, doğru yolun ilk sapık kolu açılacak ve İbn-i Sebe' marifetiyle, siyasi bir ayrılığa itikadi bir mezhep ihtilafı yamanacaktır.
Siyasi ihtilaflar dini olanına göre madde ve ruh gibidir. İlki kılıç ve cerrahi ameliyeyle şifa bulabilir; fakat ikincisi ruh köküne kadar inilip yepyeni nesiller elinde dibinden kurutulmadıkça şifa bulamaz. Ve işte İbn-i Sebe' planı da budur ve Hazret-i Ali devrinde birdenbire ortaya çıkıvermiştir.

Şöyle:
Hazret-i Ali'nin ilk işi, eyaletlere yeni valiler tayin oldu. Yeni Mısır valisi Kays'ın Mısır'da gördüğü tepki, bir kısım halkın, Osman'ı öldürenler cezalandırılmadıkça hükümete itaat etmeyeceklerini haykırmaları...
En nazik yer Şam... Oraya giden Sehl ise yolda bir bölük süvariye rastladı. Ona sordular:
Sen kimsin?
Valinizim! Eğer seni Osman gönderdiyse ne ala... Başkası gönderdiyse geri dön! Seni vali kabul etmiyoruz Küfeliler de yeni vali Ammare'yi istemediler; Basra ise Medinelilerden sonra karar vereceğini bildirdi. Yeni valisini sadece Yemen kabullendi.
Bu valiliklerden biri tam ve üçü yarım şekilde Hazret-i Ali'ye biy'at etmiş bulunuyorlar; ve ortada, kesin cephe almış ve biy'atten kaçınmış olarak sadece Şam görünüyor.
Şam valisi Muaviye, üstünde, lakapsız ve ünvansız, sadece <> yazılı bir zarfı açınca ne görsün?... İçi bomboş... Ne bir harf, ne kelime!... Bu hareket, Ali'ye biy'at edilmeyeceğine, cenge hazır bulunulduğuna işaret...
Hazret-i Ali, elinde boş zarf, elçiye haykırdı:
Bu ne demek?
Elçiye zeval yoktur. Sana manzarayı çizeyim: Şam'da öyle bir topluluk bıraktım ki kısastan başka istedikleri yoktur!
Kısası kimden istiyorlar?
Senden!!! Ve Şam'da 60 bin kişilik öyle bir kalabalık bıraktım ki, Dımışk Camiinin minberi üstüne serili, Osman'ın kanlı gömleği altında ağlaşıp döğünüyorlar!...

CEMEL - DEVE

Eski valilerden birinin 80 altuna satın alıp Hazret-i Aişe'ye hediye ve yolda binmesini rica ettiği deve... Ve etrafındakiler... Hadiseye «Cemel» ve ona katılanlara «Cemel Ashabı» isminin verilmesi bundan...
Yürüyüş kolu «Hav'eb» isimli bir noktaya gelince bir sürü köpek üzerilerine koşuştu ve havlamaya başladı. O anda Hazret-i Aişe'nin mahfesinden de bir çığlık... Peygamber zevcelerinin en sevgilisi şöyle demekte:
Bir gün peygamber zevceleri, hep beraber huzurda otururken Allah'ın Resulü tek tek yüzlerimize bakıp buyurdular: «Keşke bilseydim Hav'eb köpekleri hanginize havlayacak!..» İşte burası Hav'eb!.. Allah Resulünün de haber verdiği meğer benmişim! Aman, beni geri çeviriniz!
Hazret-i Aişe'yi «burası Hav'eb değil, kılavuz yanlış söylemiş!» diye teselli ediyorlar; fakat ulvi kadını 24 saat «Hav'eb» suyunun yanından uzaklaştıramıyorlar... Nihayet «Siz geri kalırsanız ordu dağılır; hem Ali büyük kuvvetlerle üzerimize geliyor! O yetişmeden Basra'ya girmeliyiz!» diyerek yola çıkabiliyorlar...
Basra önlerinde, Cemelcilerle Ali taraflılarından karşılıklı iki saf... Her iki saftan hatipler kendi davasını müdafaa ediyor. O sırada «Beni Saad»tan genç bir kız çıkıp Hazret-i Aişe'nin devesi yanına geliyor ve haykırıyor:
«Ey, müminlerin annesi! Osman'ın öldürülmesi, senin, evinden çıkıp bu lanetli deve üzerinde kendini silahlara yöneltmenden çok daha hafiftir! Allah sana perde emretti; sense perdeyi yırttın, hürmet halkasını kırdın! Eğer üzerimize öz iradenle geliyorsan, vazgeç, geldiğin yere dön; zorlanmış olarak geliyorsan bizden yardım iste, imdadına koşalım!»
Ve cenk... Birçok ölü ve yaralı...Cemelciler Basra'ya giriyor ve birtakım anlaşma teklifleriyle karşılıklı müzakereler, bazen de vuruşmalar oluyor. Medine'ye haberler gidiyor, Medine'den haberler geliyor. Şiddetli bir boğuşmadan sonra Basra, Cemelcilerin elinde... Hazret-i Ebubekr'in oğlu ve Hazret-i Aişe'nin kardeşi de «Beytülmal»e memur...
Hazret-i Ali, Şam'a ayırdığı ordusunu Cemelciler üstüne sevkediyor; ve bu arada Muaviye, tarafların birbirini yıpratıp kendisinin vaziyete hakim kalması şeklinde bir siyaset takip ediyor.
Bu ne haldir?
Peygamber soluğu kesileli tam çeyrek asır geçen bir hengamede, o ebedi soluğa, bir an için de olsa, hem de üstün Sahabiler zamanında takılan menhus tıkaç nasıl izah edilebilir!
İbn-i Sebe'ler, yıpratıcı zaman, şu, bu, hepsi vesile ve bahane!..
Sır noktası, insan ruhunun, vecd ve aşkını zamanla yenileyemez hale gelince «nefs» isimli ejderha eline nasıl düştüğünü gösterici İlahi imtihan tuzağından ve o soluğu tazeIemeye memur nesillere ibret dersi ihtarından ibarettir. Ölçü şudur:
- «Allah'tan başka kimsede havl (davranış) ve kuvvet yoktur! » Mesuliyetlerse ayrı dava...
Hazret-i Ali kendi tabiriyle halkın en akıllısı Talha, en cesuru Zübeyr ve en ihtiramlısı Hazret-i Aişe'nin devlete başkaldırdıklarını bildirerek Medinelileri sefere çağırdı ve Basra üzerine yürüdü.
Yolda kendisine üstüste katılmalar...
Kuvvetin, 800 kadarı Medineli «Ensar»dan, 400 kadarı Rıdvan ağacı biy'atinde bulunanlardan ve ayrıca Bedr gazilerinden bir topluluk başta, 4000 asker... Kıyasıya cenk...
Kimle kim arasında?.. İyilerin en hayırlılariyle, hayırlıların en iyileri arasında... İki tarafın da ayaklarına yılan gibi dolanan, kötülerin en şerlisi ve şerlilerin en kötüsü, «Sebeiyye» kadrosundan iki tarafa da sızmış olanlar...

...VE GERİSİ
Abdullah İbn-i Sebe, aynca tespit etmeye lüzum yoktur ki, «Sebeiyye» anlayışına bağlı avanesiyle beraber Hazret-i Ali'nin peşindedir. Bu takip ediş, sadece Osman'ın kanını dava edenlere karşı bir hareketi desteklemek değil, o vesileyle bir an için Hazret-i Ali'yi zafere erdirip sonra onu ilahlaştırmaya kadar giderek İslamı can noktasından vurmak içindir.
Bu bakımdan yahudi dehasının en korkunç örneği İbn-i Sebe, şahsı ve gayesi için en büyük korkuyu da taraflann anlaşması ve cengi bırakması ihtimalinde buluyor. Bu kerteye kadar getirdiği iş birdenbire bir anlaşmayla neticelenecek olursa yahudinin hali ne olacaktır?.. Cemel'den sonra ümidi Hazret-i Ali ve Muaviye çatışmasında olsa ve bu iş mukadder görünse de (strateji)leri icabı, Hazret-i Ali'yi o an için galip kılmak lazım...
Kufelileri kazanan Hazret-i Ali onlardan devşirdiği 9000 kişilik bir kuvvetle ve yolda bazı katılmalarla ordusunu 20 bine yaklaştırmış olarak cenk meydanına varmış ve hala bir anlaşma yolu aramasına rağmen Talha ve Zübeyr ile ön saflarda buluşup hesaplaştığı halde anlaşmayı sağlayamamıştır. Hazret-i Ali'nin bu davada, Hariciler ve İbn-i Sebe'ciler güruhunun istismarından ne kadar çekindiğini ve ne türlü münezzeh olduğunu gösteren bir vesika. Tam hareket anında ordusuna şöyle hitap etmişti:
- «Osman'ın aleyhine ayaklananlar ve onlara yardımcıolanlardan hiç kimse arkamdan gelmesin!..»
Bunun üzerine İbn-i Sebe, tarafların anlaşması halinde kabak başında patlar kaygısiyle yoldaşlarından Eşter ve İbni Mülcem'i yanına alıp gerilere kaçmıştı.
Böyleyken birdenbire kılıçlar kınlarından çekildi ve havada şimşekler çizerek şakırdamaya başladı.
Şöyle oldu:
Hazret-i Ali, Talha ve Zübeyr ile tartışmasında, her iki muhalifin de akılları hakka yatmış, vicdanlarına ateş düşmüşken onları cenge zorlayan oğulları oldu.
Hazret-i Zübeyr, Halife'nin, kendisine:
- Hatırlıyor musun, ya Zübeyr; sana Allahın Resulü bir gün «zulüm senin tarafında olarak Ali ile çarpışacaksın!» demişti. Hatırla ve gereğini yap!..
Şeklinde hitabına rağmen oğlunun tesirinden kurtulamadı ve İbn-i Sebe'cilerin son andaki tertiplerini önleyemedi. Vaziyet anlaşmaya varmış ve iki ordugah karşı karşıya sükunetle sabaha çıkmak üzere istirahate çekilmiş gibiyken birdenbire ortalığı çığlıklar, naralar, haykırışmalar, kumanda sesleri doldurdu.
İbn-i Sebe ve yoldaşları, Hazret-i Aişe safındaki 30 bin kişinin büyük kısmını teşkil eden fikirsiz ve çapuldan başka maksatsız yığınının içine sızmış ve bunlara «Ne duruyorsunuz, eğer taraflar anlaşırsa hepiniz kılıçtan geçersiniz!» ihtarı üzerine Halife kuvvetlerine karşı baskına kalkmıştır. Baskını bir «oldu-bitti» haline getirenler, bizzat ileriye atılmak ve gece karanlığında ne olup ne bittiğini gizlemek ve sonra bir yana çekilmek suretiyle İbn-i Sebe'ciler...
Hazret-i Talha ve Zübeyr'in kendi saflarında, Hazret-i Ali'nin de kendi çevresinde sağa sola seyirtip vaziyete hakim olmaları için sarfettikleri emek, boş... Bir kör düğüşü içinde müminleri birbirine kırdırmak ve cengi kaçınılmaz hale getirmek için tertiplenen plaa muvaffak... Artık doğacak olan gün ve gelecek olan aydınlık, yerde yatan cesetlerin ölü gözlerini pınldatmaktan başka bir şey yapamaz.

Iki taraftan 15 bin ölü... Taraflar kuvvetlerinin üçte birini kaybetmiştir.
Cennet müjdesini dünyada almış iki şanlı Sahabi, Talha ve Zübeyr de can verenler arasında...
Basra'daki evinden çıkarılıp aynı deveye bindirilen ve mahfesi zırhla çevrilmiş, harp meydanına getirilen Hazret-i Aişe manzarayı dehşetle seyrediyor...
Ali Efendimiz, muzaffer...
Cemel vakasi sonunda malları ve çoluk çocukları Müslümanlara helal olan küfür ehline kıyasla Cemel'cilere de aynı muamelenin tatbikinden söz edenlere Hazreti Ali Efendimiz su susturucu ve ilzam edici cevabi vermis:
Ya Aişe kimin payına düşecek??? Onu kabullenebilecek kim var içinizde

Bu mesele, İslam tarihinde 13 asır boyunca türlü sapık zümre ve fertlerin, doğrudan doğruya itikadi sahada, kimya kağıdı gibi ayırıcı çizgisi olmuş ve tereddiye götürüle götürüle, «Sahabi nedir ve ne demektir» hikmetini zedelemeye kadar vardırılmıştır.
Bugün bile vaziyet, Türkiye'de ve bütün İslam ülkelerinde aynı. Her tarafta sapık zümreler ve fertler İbn-i Sebe' metoduyla Hz. Ali'ye insan üstü bir mübalağa gözüyle bakan anlayışlarını, mukabil bir düşman kutbuna istinat ettirebilrnek için Hazret-i Muaviye'yi seçmişler ve seçmektedirIer.
Dava, her sahabiye ait malum hürmet tabirinden sonra «Allah, yüzünü keremlendirsin!» hitabındaki üstün rütbeye sahip, Peygamber Evi ve Nur Nesli temsilcisi Hazret-i Ali'yi mubalağa etmek ve bütün eşsiz faziletler üstü bir dereceye çıkarmak yolunda ona bazı noktalarda karşı duranları kötülemekse, niçin Hazret-i Aişe, Talha ve Zübeyr gibi büyükleri ele almazlar da -ki ele alınamazlar- ille Muaviye üzerinde saplanıp kalırlar? Hazret-i Ali aşkını Muaviye nefreti şeklinde yaşamayı adeta mezhepleştirirler.

«Sahabi nedir ve ne demektir?» hikmetini anlamamak, dedik yaa... Iste tam tamina yerinde bir hüküm...
Dini doğrudan doğruya Peygamber elinden alan ve onun örneklik temsil kadrosunu şekillendiren, Resulden sonraki ve Resule bağlı mübarekler çevresinin, «Sahabi» sıfatını muhafaza edici hiçbir ferdine dil uzatma hakkı hiçbir fertte mevcut değildir; ve bu ölçü, doğru yolun biricik yaftası «Sünnet ve Cemaat Ehli»nin başlıca şiarıdır.
Hadisi Serif:«-Ben her günaha şefaat ederim; ille Sahabilerime dil uzatana etmem!»
Bu fermandan tüyler ürpertici bir hikmet tütüyor. Allahın Resulü günah tayininde bulunmaksızın hepsini birden içine alan «her» tabirini kullandıklarına ve hiçbir günah şeklini nazardan uzak tutmuş olamayacaklarına göre, bu Hadısleriyle, «Sahabi nedir ve ne demektir?» sualini önceden cevaplandırmış oluyorlar...
Büyük bir din alimi Sahabiyi şöyle anlattı:
«- Velinin ve sonraki ümmetin en büyüğü, Sahabinin en küçüğünün bindiği atın burnundaki toz zerresinden daha aşağı derecededir.»
Bu ölçü, Sahabinin şahsına göre değil, bizzat görmüş ve bağlanmış olduğu NUR'a izafetledir ve o NUR sahabinin şahsını da masun kılmaktadır. Bu hadisi bilen bazı Muaviye düşmanları, onun Sahabiliğini inkara kadar varmışlar ve gün ışığını reddetmek için başlarına birer kara çuval geçirmekten başka çare bulamamışlardır.
Son ve kat'i hüküm şudur ki, Hazret-i Ali ve Muaviye meselesi, iki Sahabi arasında içtihat farkından başka bir mahiyet arzetmez; ve Hazret-i Ali'yi «mutlaka haklı!», Hazret-i Muaviye'yi ise «haksız değil!» tarzında, küçük bir farkla ifade etmekten ileriye varamaz. ki ehli sunnet inanci budur...

SIFFİNE DOGRU
Hazret-i Ali ile Muaviye arasındaki ihtilaf, Hazret-i Osman'ın kanını ödetmek bahanesi etrafında derinleşe derinleşe giderken, Hazret-i Aişe ve ona bağlı Sahabilerin meydana getirdiği Cemel vakası üzerine büsbütün alevlendi. Cemel'den galip dönen Hazret-i Ali anlamıştı ki, Muaviye meselesini silahla tasviye etmeden varabileceği bir düzlük kalmamıştır. Bu sebeple hemen hazırlıklara girişti ve ilk hamlede bazı tayinler yaparak mesnedini kuvvetlendirmeye baktı.
Bu sıralarda Bizans İmparatoru da Suriye üzerine sefere hazırlanmakta ve her tarafa yayılmış bulunan Ali-Muaviye ihtilafını fırsat bilmektedir.
Bu niyete karşı Muaviye'nin Kayser'e gönderdiği name ise, onun İslami gayesini göstermekte ve Hazret-i Ali ile ihtilafının sadece bir içtihat farkından ibaret olduğunu belirtmekte muhteşem bir vesikadır.

Bu name Ahmed Cevdet Paşa'nın üslubu ve sadeleştirilmiş diliyle aynen şöyle:
«Eğer Şam üzerine yürüyüşün gerçekleşecek olursa, efendimle, yani Hazreti Ali ile anlaşırım ve onun ordusuna öncü olarak senin üzerine varırım!.. Ve Allah üzerine yemin ederim ki, tahtının merkezi o sisli, dumanlı Konstantiniye şehrini yıkıp yakar, kapkara kömüre çeviririm!.. Topraktan havuç koparırcasına seni mülkünden söküp çıkarır ve domuz çobanı yaparım!»

Bu name ancak Hazret-i Muaviye'nin ihlasını, İslam aşkını ve araya herhangi bir yabancı istismar eli girmesine engeloluşunu gösterir.

Siffiyn

Hazreti Ali ve Muaviye kuvvetleri Sıffin mevkiinde karşılaştılar.
Muaviye ordusu Fırat nehrini kesmiş ve Halife ordusunu sudan faydalanamaz hale getirmiştir. Bu vaziyet, şeriat ölçüsüyle Hazret-i Ali'ye ayrı bir hak ve işi silahla tasviye etmekte özür bahşetmektedir.
Bu vaziyette Hazret-i Ali'nin emri:
- Siz onları susuz bırakmayınız ve karşılık olarak iyi misal gösteriniz!
Ve karşı tarafa ihtar:
- Hala itaate yanaşmıyor musunuz?
Cevap:
- Osman'ın katilleri bulunup bize teslim edilinceye ve kısasa tabi tutuluncaya kadar hiçbir anlaşmaya yanaşmıyoruz!
Kısa bir duraklamadan sonra yine harp... İki taraf da, karşılarında Müslüman saflarını görmekten gelen bir tereddüt içinde, kafırlere yapıldığı gibi topyekun çullanmaya geçemiyor, yahut geçtirilmiyor ve kısım kısım döğüşçü meydana çıkıyor. Pehlivan peşrevine benzeyen bu küçük hareketlerde hala bir anlaşma ümidi yaşatılmak isteniyor.
Taraflar arası dava ve iddia şu:
Hazret-i Ali, Osman'ın katlinde pay sahibi binlerce kişiyi tek tek ayıklayıp meydana çıkaramaz ve zaten şeriat bir zulme kaşı yığın halinde bir öldürme, hareketine girişmeyi kabul edemez!
Hazret-i Muaviye ise yine Şeriat ölçüsü icabı, sorumluların mutlaka bulunmalarını ve kısasa tabi tutulmalarını ister ve bu işi Halifenin görevi sayar.
İşte, Ali-Muaviye ihtilafının zahirdeki sebebini kuşatan en sağlam teşhis...
Döğüşme, böylece 15 gün kadar sürdükten sonra, iş, yeni giren Muharrem ayının sonuna kadar bir mütarekeyle ertelendi.
Nihayet 37. Hicret yılı Muharrem ayının sonunda Hazret-i Ali'nin son ihtarı:
- Ey Şamlılar! Sabır, ihtiyat ve teennime karşı hala isyan tavrında devam edecek misiniz? Bildirin!
Cevap, Hazret-i Muaviye'nin, ordusunu harp tertibine sokması oldu. Doğru yolun en doğru çizgisi üzerinde, Hazret-i Ali'nin «hücum!» emriyle beraber ordusuna fermanı:
«İsyancılar cenge başlamadıkları müddetçe siz de başlamayın! Bozulurlarsa kaçaklarını takip etmeyin! Ölülerinin burunlarını, kulaklarını kesmeyin!Avret yerlerini açmayın! Evlerine girmeyin, mallarına dokunmayın! Karıları size veya büyüklerinize sövseler bile onlara dokunmayın!»
Sadece bu emir, Hazet-i Ali'nin müminler arası bu cengi ne kadar istemeyerek kabullenmek zorunda kaldığını göstermeye yeter...
Ferdi, kısmi ve nihayet topyekün tarafları birbirine çullandırıcı nihai boğuşma... Taraflar arasında ilerlemeler, gerilemeler, çökmeler, düzelmeler, tekrar ileriye atılmalar ve son tecelli... Muaviye kuvvetleri sıkıştırılmış ve birdenbire çökmesine kıl payı kalmıştır.
Amr İbn-il As'ın Muaviye'ye teklifi:
- Vaziyet kötü!.. Hemen askere emret; mushafları mızraklarının ucuna taksınlar ve yukarı kaldırsınlar...
Allah'ın Resulü Hazret-i Ali'ye buyurmuştu ki:
- Ben Kur'anın tenzili üzerine harbettim; sen de tevili üzerine harbedeceksin!
İşte, son demde Kur'anlarını kaldırıp karşılarındaki Kur'an ehline hakem olarak gösterenler, bu hadisin teşhisi içinde....

HAKEM
Hazreti Osman'ı öldürmekle tohumu atılan «Harici»lik ruhu Sıffin vesilesinden faydalandı,Yahudi elinde beslendi, ileride Hazret-i Ali'yi ilahlaştırmaya kadar gidecek Şii topluluklarına yataklık edeceği halde önce Hazret-i Ali'ye karşı çıktı ve yaftasını astı:
Niçin Sıffin'de hakem kararına uydun? Niçin düşmanlarını tepelemedin ve onların Allah Kelamını istismarlarına göz yumdun?..

Şöyle oldu: Mushafları mızraklarına takıp yukarı kaldıranlar bir ağızdan bağırdı:
- Sizi Allah'ın kitabına davet ediyoruz!
Ve boğuşmanın en azgın, zaferin de Halifeye en yakın
anında bu haykırış üzerine, dizlerin bağı çözüldü. Hazret-i Ali'nin «onlar Kur'an ehli değildir, siz işinize bakın!» ihtarı fayda etmedi.
«- Madem ki, Allah'ın kitabına davet ediyorlar, davetlerine kucak açalım!»
Diye karşılık verdiler. Karşılıklar daha da ileriye gitti ve Halifeyi ölümle korkutmaya kadar vardı. İleride Haricilere kapılanacak ve Ali'yi hakem kararına baş eymiş olmakla suçlandıracak bir grup , harbe devam etmekte direnen Halifeye en büyük engeli teşkil etti. Kılıçlar kınlarına sokuldu ve karşılıklı hakemler seçildi. Hazret-i Ali tarafından Ebu Musa-ül Eş'ari, Muaviye tarafından Amr İbn-il-As'... Bu iki hakem arasında şu fark vardı ki, biri dünyadan el etek çekmeye ve kendini dine verme köşesinde ve her türlü oyuna gelebilecek ve esasen Hz. Ali 'nin güvenmediği ve zor altında kabul ettiği bir zat iken, öbürü Muaviye tarafından tam itimada malik, cin fikirli hadiseleri sürüklemekte usta bir aksiyon adamı. Biri dünyadan habersiz bir vecd, öbürü dünyaya hakim bir deha örneği... Nitekim bu deha örneğinin ilk ustalığı kaleme alınan ilk taahhütte belli oldu.

Tarafların başlarına ait ünvanlar yazılırken Hz. Ali'nin «Emir-ül-müminin» sıfatına Amr itiraz etti ve «O sizin Emiriniz, bizim değil !» dedi ve diretti. Hz. Ali de bu direnmeye, vaktiyle Hudeybiye anlaşmasında Allah Resulunün aynı direnişle karşılaştığını ve «Allah'ın Resulu» sıfatını öz eliyle sildiğini hatırlayarak razı oldu ve haklı ünvanını hakem kararından çıkarttı. Bu ulvi rıza, hakikatte, Hazret-i Ali'nin nefsini halifelik dışında bıraktığına dair Muaviye'ye verilmiş bir avanstı.

İlk kararda, bir müddet sonra, Ramazan ayında buluşup anlaşmayı tamamlamak, o zamana kadar mütarekeyi devam ettirrnek ve Allah'ın Kitabını biricik ölçü tanımak üzere umumi bir ahd etrafında anlaşıldı. Peşinden, 45 bin ölü veren Muaviye ordusu Şam'a doğru, 25 bin kayıplık ordusuyla da Hazret-i Ali Küfe'ye doğru, birbirlerinden ayrıldılar...

Hazret-i Ali şehidleri arasında Bedr ehlinden ve üstün Sahabilerden tam 26 büyük...
Ramazan ayındaki ikinci hakem buluşması, tarafların merkezinden uzak ve orta yerde bir nokta seçilerek yapıldı. Ve işte bu karşılaşmada Muaviye ve yakını Amr'ın madde manivelasını kullanmakta üstün zekaları, mana kuvvetini tesirsiz bıraktı ve bir «punduna getirme» tertibi yüzünden Hazret-i Ali'nin hakemi pusuya düşürüldü ve gerçek Halifenin karşısında ikinci bir Halifelik havzası resmen teşekkül etmiş oldu. Ebu Musayı «ikimiz de Halifelerimizi makamlanndan indirelim, hal ve azledelim; Müslümanlar dilediğini seçsin!» şeklinde bir tarafsızlık noktasına çekip önce ona Hazret-i Ali'yi azlettirdi, sonra sözü kendisine geçirtti ve halka hitap etti:

- İşte gördünüz! Ebu Musa, Ali'yi azletti, onu ben de azlediyor ve karşılığında bu makamı Muaviye'ye veriyorum!.
Hiçbir te'vil kabul etmez açık oyun... Fakat Arap kavminin necip ahlakında söze ve ahde bağlılık o kadar kuvvetli ki, böyle bir batıl ve kandırmaca bile kendisine bir huccet ve senet değeri kazandırabilir. İsterse tatbikatta yürürlük derecesi sınırlı olsun. İslam'da bir bölünüş resmen ortaya çıkmış ve bu siyasi bölünüşten sonraki mezhebi aykırılıklara da yol açmıştı.

FESAT
Sıffin'den sonra, Hazret-i Osman devrinde başlayan fesat gelişiverdi, teşkilatlandı ve müthiş bir cür'et seviyesine ulaştı. «Harici»ler Sıffin'i tarih ve istinat noktası olarak ele aldılar ve ne olduklarını, ne yaptıklannı, hangi gaye peşinde koştuklarını bilmeksizin kah o taraftan, kah bu taraftan görünerek azdıkça azdılar...
Hazret-i Ali'nin Küfe'ye dönüşünde «Harici» topluluğu ona katılmadı ve 12 bin kişilik bir kuvvet halinde «Harura» isimli köyde karargah kurdu. İşte ilk «Harici» uzuvlaşma ve şekillenmesi burada...

Harura köyünde kendilerine bir askeri kumandan, bir de imam tayin ettiler ve şu beyan ile mezhepleştirmeye götürdükleri siyasi sapıklıklarını çerçevelediler.
- « Biy'at ancak Allah'adır ve hak yol, emirler ve yasakların yerine getirilmesi ve memleket idaresi bakımından yalnız Şura'nın güdümü altındadır!»
Böylece Hilafet ve imameti reddediyorlar, «Ululemr Devlet reisi» otoritesine karşı çıkıyorlar ve davalarını başıboşluk manasına bir nevi demokrasi anlayışına bağlıyorIardı.
Halbuki İslam'da, hem devlet reisi otoritesi, hem de hürriyet ve tenkid hakkı içiçe ve bir arada. İşte misali:
Hazret-i Ömer:
- Eğer şeriate aykırı bir iş yaparsam nasıl karşılarsınız? - Seni kılıçlarımızla düzeltiriz!
Fakat iki zıddın tokuştuğu noktadaki bu ahengi gören yok...
İşte bu Harura taifesidir ki, Halifeye ve onun temsil ettiği itikat ölçülerine karşı çıkmış olmak manasına ilk defa «Harici-huruç eden» adını aldı ve buradan başlayarak, iş dallana budaklana, şube şube başını alıp gitti.
Hazreti-i Ali'nin yakınları, yeni manzarayı görünce efendilerine şöyle dediler:
- Şimdi bize düşen borç, düşmanlanna düşman, dostlarına dost olmak ahdiyle sana ikinci bir biy'at oldu!
Hazret-i Ali'nin Haruraya kadar giderek «Harici» topluluğuna ettiği nasihatler kar etmedi ve ikinci hakem karşılaşmasından sonra çatlak büsbütün derinleşti.
Hazret-i Ali, Şam üzerine ikinci bir harekete hazırlanırken Hariciler Nehrevan köprüsü etrafında kümeledikleriyle en kaba ve yersiz taassup davranışları altında. işlemedikleri cinayet bırakmıyorlar, yolda rastladıkları Sahabi oğlunu suallerine İslamca cevap verdiği için hamile zevcesiyle beraber boğazlıyorlar ve kadının karnını yarıyorlar, önlerine kim çıkarsa sıraya çekip canını alıyorlardı.
Hazret-i Ali gittikçe güçlenen bu maddi ve manevi katiller gürühunu kendi ardında bırakıp Şam üzerine yürümenin uygun olmayacağına dair edilen ikazı doğru buldu ve Nehrevan üzerine yürüdü. Hariciler perişan oldular; fakat köklerinden kazınamadıklan için ötede beride filizlenmekte devam ettiler. Hazret-i Ali ise Nehrevan seferinden sonra hemen Şam hareketine girişmek istemesine rağmen «biraz dinlenmek ve daha fazla hazırlanmak gerektiği» şeklinde mukavemetlerle karşılaştı ve Şam seferi fikri tatbik sahasına çıkarılamadı.
Muaviye bu sırada stratejisini ustaca sürdürdü. Amr vasıtasıyle Mısır'a el attı. Birtakım gerilla usulleriyle Irak havzasını didiklemeyi, hiç değilse üzerine yürüyecek kuvvetlere derlenme ve toparlanma imkanı vermemeyi başardı; Hazreti Ali zayıflarken, o kuvvetlenmeyi bildi ve adeta Hazret-i Ali üzerine neredeyse kendisi yürüyecekmiş gibi bir durum hazırladı.
İlahi takdir icabı, içinden derin Ali'nin, dışındaki sığ dünyaya ait hesaplan, Muaviye'nin tedbir dehasına nispetle zaif ve belki de büyüklüğü bu yüzden gelmekte...
Hicretin kırkıncı yılı... Hariciler, korkunç bir ihtilal planıyle şu karara varıyorlar:
Ali, Muaviye ve Amr, aynı günde Harici fedaileri tarafından öldürülecektir! Günü, Ramazan'ın 27'si...
Akıl ermez bir fedailik azmi ve cür'eti içindeki üç adam, aynı gün ve belki aynı saatte teşebbüslerine girişiyor. Amr hastadır ve yatağındadır; yerine muhafız başı öldürülüyor. Muaviye hafif bir yarayla kurtuluyor. Allah'ın yüzünü keremlendirdiği Ali ise şehid ediliyor.
Hadiselerin dış cephesine göre Muaviye ve takımı ilk büyük fesat suikastından talihli çıkmıştır, ama büyük ve üstün talih kimdedir; bunu ancak Allah bilir.
Sokrates'in Yunan Mahkemesinde dediği gibi:
«Şimdi ben ölmeye gidiyorum; sizse yaşamak sandığınız hayata... Ama hangimiz gerçek hayata gidiyor, bunu ancak Allah bilir.»


Fıkıh - İlmihal

MollaCami.Com