Bölümler | Kategoriler | Konular | Üye Girişi | İletişim


>>yaşayan ve yaşanan Ramazanlar>>

“Ekmek yedim kuruca. Su içtim duruca. Niyet ettim yarinki oruca.”

Bu aktardigimiz cümle Ramazan’in manevî bereketine, sürur ve sevincine ortak olmak isteyen küçük çocuklarin yaptiklari bir niyet ifadesi. Siire benzeyen, bir açidan da tekerleme seklinde çocuklarin hemencecik ögrenebilecegi cinsten.

Bu niyette inanç var, ibadet hürmeti ve gayreti var, aile için dinî egitim var, çocuklara orucu sevdirmek var, çocuklarin o küçük yaslardan itibaren gelecege bir yatirim yapma var.

Belki bu niyetleri yapan nice çocuklar vardir Anadolumuzda. Belki yine çocuklara orucu sevdirmek için baska ifadeler, baska yöntemler de bulunmus ve uygulanmaktadir. Ve bu yolla, simdi bizim yaptigimiz gibi, gelecekte söyle bir maziye yönelip, derin derin iç çekecekler ve “Neydi o eski Ramazanlar!” diyeceklerdir.

Bizim çocuklugumuzdan daha da gerilere gittigimizde, özelikle çocuklarin Ramazanina dair çok ilgi çekici örneklerle karsilasabiliyoruz. Örnegin, Osmanli döneminde çocuklari Ramazana alistirmak, Ramazan günlerini çocuklara daha zevkli hâle getirmek için birtakim faaliyetler gerçeklestiriliyordu. Açlik ve susuzlugun pesinden getirdigi zorluklara ragmen, çocuklar bu tür uygulamalari görünce her türlü sikintiyi unutuyorlardi. Hayal oyunlari, Karagöz-Hacivat gibi kukla oyunlari, çocuklarin iç dünyasinda oruç ibadetini çok zevkli hale getiriyordu.
Osmanli döneminde Ramazana hazirlik, bir-iki ay öncesinden baslanirdi. Hemen her evde yasanan bu hazirlik ve tedarigin yaninda bayram havasi esliginde tatli bir telas baslardi.
Hanedeki sahan, tencere, sini gibi bakir kaplarin hepsi kalaylanir, hallaçlar çagrilir, yatak takimlarinin yün ve pamuklari attirilirdi. Hali vakti yerinde olanlarin hisim ve akrabaya, konu komsuya Ramazanlik göndermesi adettendi.
On bir ayin bir sultani Ramazan ayinin büyük küçük hemen herkesi ilgilendiren ve insanlarin iç dünyasinda birbirinden farkli, birbirinden güzel hatiralar birakan unsurlardan birisi, hiç süphesiz Ramazan sofralariydi.
Günümüzde oldugu gibi, o dönemlerde de her gün iki türlü sofra kurulurdu. Biri iftar sofrasi, digeri sahur sofrasi.
Günümüzde çok az uygulanmakla birlikte, Osmanli döneminde oruç açma zamani sehirlerde ve kasabalarda toplar patlatarak haber verilirdi. Iftariyeliklerle süslenmis sofra basinda, konuklarla birlikte topun sesini ve camilerin kandillerini gözleyen çocuk çigliklarini beklemek sevap sayilirdi. Top patlamasinin ardindan iftar sofrasina oturulurdu.

Çoluk-çocuk tüm aile, eger varsa iftar davetlileri sofraya otururlar, ya bir-kaç yudum suyla, ya bir hurma veya zeytinle oruçlarini açarlardi.

Ramazan sofralarinin ilki olan iftar sofrasi iki asamaliydi. Birinci asama “Iftariye” denilen ilk fasil, ikincisi de yemeklerin yendigi ikinci fasildi.

Iftariyenin en temel özelligi veya gerekçesi, açligin verdigi hizla yemeklerin üstüne atilmayi önlemek, bir nevi mideyi ve bedeni rahatlatmakti. Küçük tabaklarda ve sahanlarda reçeller, peynirler, zeytinler ve benzeri yiyeceklerden teker teker alinirdi. Yaninda mutlaka Ramazan pidesi olurdu. Ramazan pidesinin meraklilari, susam ve yumurtasini alarak iftardan yarim saat önce firina giderek pidesini bizzat kendisi yaptirirdi.
Iftariyenin ardindan çogunlukla aksam namazlari kilinir ve asil iftar yemegine geçilirdi.

Iftar yemeklerinin ardindan da, Ramazanin neredeyse olmazsa olmaz gibi görülen tatlisi, yani güllaç yenirdi.
Ev halki arasinda yenen sahur yemeginde gündüz, insani susatmayacak, ama tok tutacak yemekler yenirdi. Bu sofrada çogunlukla hosaf olurdu. Çocuklarin bile bu manevi havadan tat almalari için Ramazan davuluna eslik eden manilerle tatli uykularindan uyandirilir, sahura kaldirilirdi.

Sahur yemeginden sonra sabah namazina kadar hatim okunur, sabah ezani okununca da namazlar kilinip yatilirdi.

Bu örneklerden de görülecegi gibi Osmanli döneminde Ramazan ayi, hayatin hemen her yönüne damgasini vurmaktaydi. Ramazan’a mahsus ekmekler, basta güllaç olmak üzere tatlilar, iftar sofrasini süsleyen iftariyeler, büyüklerin konaklarinda verilen dis kirali ziyafetler… Minarelerde kurulan mahyalar, yakilan, hata uçurulan kandiller… Daha ziyade gece bekçileri davul çalarak ve mani söyleyerek halki sahura uyandiran davulcular…
Sesi güzel müezzinler sehrin uygun camilerinden, zikir, salavât, dua gibi metinlerden olusan ve adina “temcîd” denilen metinleri okuyarak halki sahura kaldirirlardi. Bu o kadar yaygin hale gelmisti ki, sahur yerine temcid, sahurda yenilen pilava da temcid pilavi denir olmustu.

Istanbul birçok seyin oldugu gibi en zengin Ramazan kültürünün de merkezi idi. Burada yapilan belli camilerin avlularinda yapilir, bu sergilerde, çesitli ülkelerden getirilmis baharat, seker, sekerleme, tesbih, agizlik gibi seyler sergilenir ve satilirdi. Aksam ezanindan önce Ayasofya ve Eyüp Camilerine gelenler burada, türbedarlarin verdikleri su ile iftar ederler, aksam namazini kildiktan sonra çevredeki asçi dükkânlarindan birine giderek yemek yerlerdi.

Netice olarak, geçmisten günümüze Ramazanin kadrini, kiymetini bilen insanimiz, Ramazani dolu dolu yasamanin belki binlerce yolunu bulmus ve Ramazani yasatmisti. Çoluk-çocuk, genç-ihtiyar herkes bu mübarek ayi en güzel ve en verimli bir sekilde geçirebilmek için her türlü vasitayi seferber etmisti. Iste bunun içindir ki atalarimiz bu aya “On bir ayin Sultani” unvani vermisti.

paylaşım için tşkrlr...


Makale Köşemiz

MollaCami.Com