Bölümler | Kategoriler | Konular | Üye Girişi | İletişim


İstanbul’da Ağaçlar, Çiçekler ve Bahar...



İstanbul’da Ağaçlar, Çiçekler ve Bahar...

Gülbahar REÇBER


Sıradan bir şehir değildir İstanbul. Peygamber sözleriyle yücelen, surlarında peygamber mihmandarını ağırlayan kutlu bir şehirdir o. Şehirlerin sultanı, sultanların şehridir o. Peygamber dudakları anınca onu, gaye-i hayâl oldu İslâm dünyası için. Yirmi bir yaşındaki genç sultanı uykusuz bırakan, Konstantiniyye’yi almak hayaliydi. Onun döktürdüğü toplar surları döverken ardında dua eden bir millet vardı. Ulubatlı Hasan, kutlu asker olmak için surlara tırmanıyordu. Bir hayali gerçekleştirmenin sevinci geziyordu damarlarda. Takdir yerini buldu, peygamber sözü tutuldu, ecdadın vasiyeti yerine getirildi.

Bizans biliyordu ki, Türklerle beraber bu şehre huzur ve adalet gelecekti. Fatih biliyordu ki, “İslâmbol’u açıp gülzâr yapmak” onun ecdâdına olan borcuydu. Yedi tepe üzerine kurulan İstanbul, Bizans idaresinin kötü yönetimi sebebiyle köhne bir şehre dönüşmüştü. Fatih’in ilk işi İstanbul’u mamur etmek oldu. Camilerle, külliyelerle, imarethanelerle, medreselerle bir kültür şehri oldu İstanbul. Gökyüzüne kalem kalem yükselen minareler, bir kanaviçe gibi işlenen mermer çeşmeleriyle kısa bir sürede Türk ve Müslüman bir şehir kimliğine kavuştu İstanbul.

Şehir mimari yapılarla adeta tekrar inşa edildi. Fakat bir şehre sükûnu getiren, göz zevkini okşayan tabiattan yoksundu İstanbul. Fatih İstanbul’un tam bir medeniyet şehri olmasını istiyordu. Yeşille tabiatla barışmalıydı şehir. Birçok yere ağaçlar dikildi. Cihan padişahı ağaca o kadar önem veriyordu ki Kanunnamesinde “Ormanımdan ağaç kesenin başı kesile!” buyruğunu veriyordu.

İstanbul belde-i tayyibe idi. Fatih’ten başlayarak bütün Osmanlı padişahları şehri güzelleştirmek, bir imparatorluk şehri yapmak için çalıştı. Bütün Türk şehirlerinde insan tabiatla bütünleşerek yaşardı. Onun için sarayların, camilerin, medreselerin bahçelerine, meydanlara ağaç dikilirdi. Ağaçların arasında çınarın özel bir yeri vardı. O bir semboldü, bir remiz. Kültür tarihinde Lübnan’ın sediri neyse Osmanlının da çınarı oydu.

Çınar Osman gazinin rüyasıydı. Üç kıtaya hâkim olacak devletin sembolüydü. Çınar, iri gövdesi, bir şemsiye gibi açılan dalları, el el yapraklarıyla insana ululuğu ve kalıcılığı hatırlatıyor. Çınar servi gibi yalnız veya salkım söğüt gibi mütevazı bir ağaç değildir. O, Osmanlının rüyasını saklar içinde. Çınar Osmanlının ağacıdır, fakat İstanbul’da çınarın yanında başka ağaçlar da vardır. İstanbul servi, erguvan, atkestanesi, fıstık çamı, mimoza ile daha da renklendirilmiştir.

Osmanlının ikinci ağacı ise servidir. Ölümden korkmayan atalarımız, ölümü günlük hayatın içine yerleştirmişler ve mezarlıkları şehrin içine yapmışlardır. Servi ince uzun gövdesiyle hayatta ve ölümde yalnız olduğumuzu hatırlatıyor durmadan. Hesabımızı yalnız vereceğimizi de. Gravürlerde hep bir küme halinde resmedilse de başka bir insanın yalnızlık türküsünü fısıldar servi, duyabilen gönüllere.

Bizans’ın sembolü olan erguvana Osmanlılar sahip çıkmışlardır. Erguvan, İstanbul’un her tarafında yetişmekle beraber esas vatanı Boğaziçi’dir. Fethi paşa, Küçük Çamlıca, Papaz Korularında, Mihrabad’da, Yahya Efendi Dergâhı’nda, Emirgan parkında toplu olarak görebilirsiniz. Topkapı Sarayı’nın bahçesindeki saraylı erguvanı da unutmamak gerekir.

Manolya, başka bir kültürden gelmiş olmasına rağmen, özellikle Boğaziçi yalı bahçelerini kendine yurt edinmiştir. Devasa manolya ağaçlarını Beylerbeyi Sarayı’nın bahçesinde görürüz. Bir de Vaniköy ve Kanlıca daki manolyalar müthiştir. Manolya yaz kış dökülmeyen cilalı yaprakları ve nilüferi andıran çiçekleriyle çok ihtişamlıdır. Limonî bir kokusu olan çiçeklerine sakın dokunmayın, hemen kararır.

Mimoza, baharın müjdecisidir adalarda. Defne, hoş kokulu özelliğiyle hem yalı bahçelerinin hem koruların ayrılmaz bir parçasıdır. Meyve ağaçları ise daha çok bostanların ortasında ve köşk bahçelerinde bulunmaktadır. Bunun yanında ise ince yapraklarıyla dişbudak, rüya çizgileriyle İstanbul ibrişimi, güzel kokusuyla leylak, her yerde yetişen gül hatmiler İstanbul’u her daim güzelleştirmektedir.

Korularıyla, adım başı karşılaşılan ağaçlarıyla cenneti andıran İstanbul’un asıl cennet bahçeleri köşklerde, yalılarda, evlerde saklıydı. Fatih’ten başlayarak bütün Osmanlı padişahları bahçelere büyük önem vermiş, saray içinde ve dışında padişaha mahsus çok sayıda has bahçe oluşturulmuştur.

Türk bahçelerinde vazgeçilemeyen çiçek, güldür. Gerek has bahçelerde, gerekse yalı, köşk, fukara bahçelerinde gül baş sırayı almıştır. Aşkın her çeşidi anlatılırken gül sevgiliyi temsil eder. Bülbül ise onun aşkıyla yanan âşıktır. Gül, şiirlere, efsanelere konu olmuştur. Ama asıl manasını ve güzelliğini peygamberimizle irtibatlandırılmasında bulmuştur. Türk kültüründe güle özel bir yer verilmiştir. Çünkü gül kokusunu peygamberimizin terinden almıştır. Gül kat kat açılan yapraklarıyla O’nun tanındıkça artan güzelliğine bir işarettir.

Gül ve peygamber sevgisini birleştiren belki de en güzel şiir, peygamberimizin ayak izini sorgucunda taşıyan sultan I. Ahmet’e aittir:

[i][color=purple]Nola tacım gibi başımda götürsem daim

Kadem-i pâkini ol Hazret-i şâh-ı Rusulün

Gül-i gülzâr-ı nübüvvet o kadem sahibidir

Bahtiyâ durma yüzün sür kademine o gülün


Gülün şehirli rakibi ise lâledir. Lâle özellikle 16. ve 18. yüzyıllarda yalıların ve köşklerin bahçesini süslemiştir. Bahçesinde lâle yetiştirmeyenler ayıplanmıştır. Lâlenin bu kadar çok sevilmesinde, yetiştirilmesinde padişahların dahi onunla ilgilenmesinde muhakkak ki bir sır vardı. Lale kelimesinin harflerini kullanarak ALLAH ve HİLÂL yazabilirsiniz. Bu özelliğinden olsa gerek lâle, cami tezyinatında çok sık kullanılan bir motif olmuştur. Lâle altın devrini 17. yüzyılda yaşamıştır. İstanbul’un mesire yerleri özellikle Kâğıthane ve Sadabad, yalı, köşk ve bahçeleri en çok lâle bulunan yerlerdi.

Sadece gül ve lâle yoktu Osmanlı bahçesinde. Mahmur gözlü sevgiliye benzetilen zerrin kadehler; sevgilinin dalgalı saçlarından izler taşıyan renk renk sümbüller; gece kokusu manasına gelen şebboylar; Hz. Yusuf’un güzelliğinden izler taşıyan hüsnüyusuflar; zambaklar, karanfiller, yaseminler. Bahçeleri cennete çevirirdi. Çiçek artık günlük hayatın vazgeçilmez unsuruydu. İnsanlar eteklerine gül iliştirir; öğrenciler öğretmenlerine kalplerini veremedikleri için demet demet çiçekler verirdi. Hasta dostlara zarif çiçek şişeleri içinde karanfil, gül, zerrin yollanır; hal hatır sorulurdu. Bahçesiz fukara evlerinde bile pencere önlerinde gül, sardunya, karanfil, küpe çiçeği eksik olmazdı. Çiçeklerin de dili vardı. Portakal çiçeği izdivacınızda mesut olun; sardunya samimi duygular; sarmaşık size bağlıyım; yaban gülü çekingen olmayınız; zambak temiz ruhlusunuz demekti.

Biz çiçeklerle konuşan, sevgimizi onlarla anlatan bir millettik. Çiçeğin hayatımızdaki vazgeçilmezliği 19. yüzyılın sonuna kadar sürdü. 19. yüzyılın sonunda Türkiye’yi ziyaret eden Miss Julia Pordoe İstanbul’un o yeşilliğe ve çiçeğe boğulmuş sokaklarını, evlerini, yalılarını, görünce hayretler içinde kalmış ve “Keşke Shakespeare, Romeo ve Juliet’in bahçe sahnesini yazmadan önce Boğaziçini görmüş olsa idi.” diye hayıflanmıştır.

Günümüzde ise İstanbul’da çiçek dolu bahçeler yok. Modern çağın insanın çiçeğe ayıracak vakti yok, sabrı da yok. Sevgimizi çiçeklerle anlatmayı da unuttuk. Hanımların bildikleri çiçek adlarının sayısı bir elin parmaklarını geçmiyor. Şimdilerde biz, çiçeğe eğilip bakacak, ona zaman ayıracak kadar ruh inceliğine kavuşacağımız günleri bekliyoruz. Ümitsiz olmamak lazım. İnsanlar çok gayret etmese de Allah bu beldeyi cemalinin şanına yaraşır şekilde her bahar bir gelin gibi süslemektedir.

Özellikle bahar mevsiminde İstanbul’a yolunuz düşerse, altın kadehler gözleri yolda sizi bekliyordur Yıldız Parkı’nda. Mayıs’ın ilk haftalarında Erguvan Bayramını kutlamak için bir boğaz turuna katılın. Ters asılmış avizeyi andıran çiçekleriyle at kestanelerini görmek için Sultanahmet’e gidin. Beylerbeyi Sarayında devasa manolyaların altında biraz dinlenin ve Boğaz’ı seyredin. İstanbul, korularıyla, çiçek açmış ağaçlarıyla cennetten bir numune halinde karşımızda durmaktadır hâlâ

Yazarda tam bir İstanbul aşığıymış... :)
Konuyu çok güzel bir şekilde nakletmiş, İnşallah bizde birgün gelir de o güzel mekanları görürüz... ::) ::) ::)
Ama tabi nasip... ::)

Teşekkür ederiz gözyaşı...

İnşallah kardeşim. İstanbul'u görüp de aşığı olmayan var mı ki? :)
Ben teşekkür ederim. Beğenmene çok sevindim.


Edebiyat

MollaCami.Com