Bölümler | Kategoriler | Konular | Üye Girişi | İletişim


Abdülhamid Han I. ( 1774 - 1789 )

Osmanlı Padişahlarının yirmi yedincisi ve İslam halifelerinin doksan ikincisi. 20 Mart 1725 yılı Topkapı Sarayında dünyay geldi. Küçük yaştan itibaren zamanın büyük alimleri tarafında ilim öğretildi. Akıllı,zeki,ileri görüşlü, kültürlü,gayretli bir şehzade olan Abdülhamid, agabeyi Sultan üçüncü Mustafa Han´ın 21 Ocak 1774´de vefatı üzerine 49 yaşında Osmanlı tahtına oturdu.

Osmanlı devleti en buhranlı devresinde tahta çıkan Abdülhamid Han, Rus harbini kardeşi üçüncü Mustafa gibi en az zararla kapatmayı düşünüyordu. Gerçektende altı yıl boyunca devam etmekte olan Rus savaşı Osmanlı devleti´nin aleyhine olarak gelişiyordu. Neticede Sultan Abdülhamid Han, Küçük Kaynarca Andlaşması ile Kırım´ın Osmanlı Devleti´nden ayrılması,Rusların Karadeniz´de donanma bulundurmaları ve ortodoks koruyuculuğunu yapmaları şartlarını kabul etmek mecburiyetinde kaldı. Bu muâhedenin en agır maddelerinde biri Kırım´ın Rusya´nın müdâhelesine açık bırkılması idi. Bu sebeple Ruaya ile her an sulh döneminin bozulabileceğini hesaplayan Sultan Abdülhamid Han, bilhassa kapı kulu ocaklarının ıslâhı için harekete geçti. Fransa´dan mühendisler getirtti. Mühendishâne-i bahr-i hümâyunu (Devlet Deniz Mühendishanesi´ni) kurdurdu. Sürat topçuları ocağı geliştirildi.

Bu arada Rus muhâberesindeki karşılıklardan isfade ile Anadolu, Mısır, Hicaz ve Şam´da çıkan isyanları bastırdı. İran kuvvetlerini hudud tecavüzleri üzerine başlayan savaşlar Osmanlıları´ın zaferiyle sonuçlandı. Basra ele geçirildi. Rus tehlikesine karşı Soğucak ve Anapa kaleleri tahkîm edildi. Öte yandan 1784´de Rusya Kırım´daki hanlık Çekişmlerini fırsat bilerek bu ülkeye girdi ve binlerce müslüman ve Türk´ü katlettikten sonra ilhak ettiğini bidirdi. Her Osmanlı gazasına koşan ve;

Râyete meylederiz kamet-i dilcû yerine,
Tûğa dil bağlamışız kâkül-i hoş-bû yerine,
Olmuşuz cân ile billah Gazâyi teşne,
Kanını düşmen-i dinin dökeriz su yerine.

diyen kırımlıların asil ve kahraman sesleri kısılmış, Rusların hanlığı ilhak etmeleri Türkler için unutulmaz bir ıstırap kaynağı olmuştu. Bütün nüfusu Türk olan hanlığın kaybı Macaristan ve Orta Avrupa´nın gidişine benzemiyordu. Nitekim bu oldu bittiye tahammül edemeyen Abdülhamid Han, 1787´de Rusya´ya harb ilan etti. Ancak Ruslar´ın Avusturya´yı da savaşa ikna etmesi, Osmanlı Devleti´ni iki cephede savaşmaya mecbur bıraktı. Serdar Koca Yusuf Paşa komutasındaki Osmanlı ordusu, sebeş´de Avusturya kuvvetlerini bozguna uğrattı. Buna karşılık Rus cephesinde komutanlar arasındaki rekabetler, bozguna zemin hazırladı. Ruslar Yaş ve Hotin kalelerinden sonra Özi´ye de girdiler ve burada tarihte eşine az rastlanan bir katliam yaptılar.

Nitekim Sultan Birinci Abdülhamid Han kendisine sadrazam tarafından gönderilen Özi Kalesi ile ilgili raporun okunması sırasında yapılan mezalimi dinlerken " Potemkin nam moskof prensi, kalede mevcud yirmibeş bin müslümanı bila istisna katleylemiş, çocuk, yaşlı, hamile, emzikli demeden cümlesini şehid eylemiştir." cümlesine gelince, üzüntüsünden felç geçirerek vefat etti (28 Mart 1789). Eminönü Bahçekapısındaki türbesine defn edildi.

Sultan Birinci Abdülhamid Han, yaptığı her işte Allah rızasını arar, kalbi islam için çarpardı. Devlet idaresinden boş kalan zamanlarını namaz kılarak cenâb-ı Hakk´ı zikr ile geçirir, elinden Kur´an-ı Kerîm´i düşürmezdi. Peygamber efendimiz ve Ehl-i Beyt´ini çok severdi. Bunun için Mekke ve Medine´ye hizmete, özel bir itinâ gösterirdi. Diğer Osmanlı Sultanları gibi tebeasına karşı kalbi şefkatle ve merhametle dolu idi. Pek çok imar faaliyetlerinde bulundu. Annesi Rabia Sultan´ın ruhu için 1778´de Beylerbeyi´nde bir cami, muvakkıthane, hamam ve sıbyan mektebi, Medine-i Münevvere´de medrese, Emirgan´da cami, Eminönün´de büyük bir imaret, çeşme, sebil, sıbyan mektebi, medrese, türbe ve bir kütübhane inşâ ettirdi. Türbesinde sandukanın kuzey tarafında bulunan duvar içinde bir mermer üzerinde Peygamber efendimizin kadem-i şerifleri ( Mübarek ayak izleri) bulunmaktadır.

Allah razi olsun paylastiginiz icin


Allah razi olsun paylastiginiz icin


Rabbim sizden de razı olsun ;)

Allah razı olsun...
Onların hayatlarından satırlar okumak mutlu ediyo beni :)


Allah razi olsun paylastiginiz icin

Amin, Rab'bim cümlemizden razı olsun..

sizlerin mutlu olması da beni mutlu ediyor..
;)

Millet birbirini kırıp geçireceğine

bırakın beni oldursun.[1]

Sultan II. Abdülhamid

OSMANLI TARİHİNİN son büyük zaferlerinden birisi, Teselya'da Yunanistan'a karşı kazanılmıştır (1897). Yunanlılar Girit'te ve yeni çizilen sınır boylarında işgale kalkışınca Osmanlı ordusu 15 Şubat 1897'de bir "çeyrek seferberlik" ilan etti. [2] Osmanlı ordusu büyük devletlerin gözlerinin önünde Atina kapılarına dayandı. Bu uluslararası camianın o zamanlar Osmanlılardan asla beklemediği cüretkâr bir hareketti ve Düvel-i Muazzama sefirleri bu ani hücum karşısında donup kalmıştı. Hiç hesap etmedikleri bir şey olmuş ve Gazi Edhem Paşa komutasındaki Osmanlı kuvvetleri neredeyse Atina sınırına kadar olan toprakları istila etmişti.

Beklenebileceği gibi büyük güçler harekete geçerek ateşkes ilan ettirdiler; ardından yapılan görüşmelerle Osmanlı ordusunun, Yunanistan'dan tazminat almak şartıyla geri çekilmesi sağlandı (Lozan'da bu kadar yürekli olamadığımız için Yunanistan'dan muhakkak almamız gereken tazminattan dahi vazgeçmiştik).

1897 yılında Sultan II. Abdülhamid'in Yunanistan'a seferberlik ilan edip de savaş açıldıktan sonra neler yaptığına bir bakalım:

Bu sefer esnasında şehzadeler, ordunun en ileri hattında görev almışlardı. Sultan Abdülhamid, Serasker Rıza Paşa'nın ve diğer üst düzey komutanların ısrarıyla savaşa girmeyi kabul etmişti. Çünkü ona göre, Savaş yalnız sınırlarda olmaz. Savaş bir milletin topyekün ateşe girmesidir. Eğer bu bütünlük sağlanmamışsa zafer tesadüfi, yenilgi kaderdir.[3]



Ama karar verilmiştir bir kere; padişah ve halife olarak ordunun başında o vardır. Fatma Pesend Hanım'm hatıralarında yazdığı dikkat çekici bir başka parçayı buraya almak istiyorum:



Saraylı hanımlar askerler için sargı bezleri hazırlıyor, çamaşır biçip dikiyor, yatak çarşafları yapıyorlardı. Uyku durak yoktu. [Bizim daima zevk u sefa içinde olduğunu düşündüğümüz harem, gece gündüz askerlere çamaşır, çarşaf vs. yetiştirmeye çalışan bir atölye konumundadır o günlerde.] Bunlar bir köşeye çekilip birkaç saat kestiriyor, sonra yine işe sarılıyorlardı. İkinci haznedar Zülfet Kalfa, dikiş dikenleri kontrol ediyor, arabalar dolusu getirilen kumaşları dağıtıp verilen modellere göre dikilmesini sağlıyordu. Padişah her gün sırayla bir hastahaneye gidip, yaralıları ziyaret edip hatırlarını soruyor; ihtiyaçlarını öğrenip, sağlanması için gerekenlere emir veriyordu. Herkes savaştaydı; köylüsü de, padişahı da.

Yunanlılar bu gücün karşısında yenilmişler, bu gücün karşısında dünyanın parmağı ağzında kalmıştı. Gecesi gündüzüne, gündüzü gecesine karışan sultan her işle, herkesle tek tek ilgileniyor, hatta hastaların ateşlerine bakıp, derecelerinin alınmasını isteyecek kadar ayrıntılara giriyordu. Şehit ailelerinin durumu incelenerek kimsesizler saraya alınıp yerleştirildi. Gazilere maaş bağlandı. Bütün bunların aksamaması için herkes canla, başla, pir aşkına hizmet veriyordu. Ama herkes her işe erişti ve kimse bakımsız kalmadı. İsteklerini soran padişaha askerler hep bir ağızdan "Padişahım çok yaşa" diye karşılık verdiklerinden hünkâr sinirleniyor, "Bunların benim sağlığımdan başka şeylere de

ihtiyacı olmalı, bunu kimden öğreneceğiz?" diye titizleniyordu. Sonunda bunlardan birinin her nasılsa savaşta bacağının koptuğuna değil, saatinin kırıldığına üzüldüğünü söylemesi Sultan'ı ağlatmış ve o akşam hastanedeki bütün askerlere birer saat hediye etmişti. Verdiği hediye kendisini tatmin etmiyordu. Düşündü, taşındı, sonunda savaşta bacağını kaybeden bu yiğide kendi eliyle bir baston yaptı, hediye etti. Marangozlukla ilgili şeylere yatkınlığı vardı ama şimdiye kadar hiç baston yapmamıştı; [yaptığı] ilk ve son baston bu oldu. Ve bu güzel davranış ev ev söylendi durdu İstanbul mahallelerinde.[4]

Görüyoruz ki, Sultan Abdülhamid, halkıyla bütünleşmeye kararlı, onlara güvenen ve yardımcı olmak için etrafını seferber edebilen bir padişahtı. Halk onu anlamıştı. Bunu biliyordu. Fakat entelektüellerin kendisini anlamayışlarına üzüldüğünü sık sık ifade etmiştir. Anlaşılması zor bir pozisyondaydı. Kabul. Ama galiba biraz da kabahat kendisindeydi. Saraya kapanmıştı ve görünmeden varolmanın formüllerini arıyordu. Kendisi önemli değildi onun gözünde; ve varlığını bir sis gibi salmıştı toplumun damarlarına. Bu garip sis, portresinin sağlıklı bir şekilde algılanmasına da engel oluyordu ister istemez.



Velhasıl, siyasî ve kültürel tarihimiz açısından Sultan Abdülhamid, sonradan ayrışacak ve keskinleşecek bir büyük yol kavşağında bütün ihtişamıyla hâlâ duruyor ve bizden anlaşılmayı bekliyor.



Abdülhamid'i çağındaki diğer yöneticilerden ayırd eden şey neydi? Onu, modern tarihimizin seyri içinde benzersiz kılan ve bugüne kadar yaşatan etkenler nelerdi? Yoksa o hâlâ hazmedemediğimiz bilgi ve fikirleri taşıyan bir "saatli bomba" özelliğine mi sahipti?



Hanımı Fatma Pesend Sultan'm bütün masrafı Hazine-i Hassa'dan, yani padişahın şahsî tahsisatından ödenen 1897 Yunan Harbi sırasında sarayın durumunu anlatan satırları, bugünkü yöneticilere ibret numuneleri taşımaktadır:



"Harem" denilince maalesef zihnimizde oryantalist tasavvurun tesiriyle tamamen pasif, herhangi bir eğitimden nasibini almamış, iradeleri ellerinde olmayan esirelerin, hatta özne olamayan bir takım hatun kişilerin bulunduğu daire anlaşılıyor. Halbuki bu kadınlardan her birinin kendilerine göre bir dünya anlayışı, padişaha ve devlete bakışı, hatta iktidar hırsı vardı. 'tan ki, Ayşe ve Şadiye Osmanoğlu gibi kızlarının hatıratları yanında eşlerinden Fatma Pesend Hanım'm hatıraları yayınlanmış bulunuyor da Abdülhamid devrinde haremin perdesini bir parça aralayabiliyoruz.

Yalnız son derece ilginç bir tarafı var Fatma Pesend Hanım'm hatıralarının: Sultan Abdülhamid ve hareminin devlete ve millete bakışlarını öğretiyor. Böylece, harem mensuplarının, bırakın bir punduna getirip ceplerini, koyunlarını doldurmayı, öz mallarım dahi devlet için nasıl bir kalemde gözden çıkarabildiklerini görme imkânını buluyoruz.



Bir ailesinden kendisine miras kalmış parayı vatan ve millet uğruna gözünü kırpmadan harcayan hanımları düşünün, bir de milletten ve devletten ne kopartabilirim diye hesap kitap yapanları. Hadi çalıp çırptıklarına bir şey demiyoruz ama bu ikinciler, kalkıp da birincilere 'hain' dahil demediklerini bırakmıyorlar mı, işte sigortalarım asıl o zaman atıyor.



Hastaneleri gezip yaralılarla ilgilendiğini söylemiştik Sultan'ın. Savaş sırasında bir gün bacağını kaybetmiş bir askerin halinden çok müteessir olan Padişah, bu gaziye acısını unutturmak istemiş. Marangozluk da elinden geldiği için gazinin yürürken işine yarayacak bir baston yapmış ve kendi eliyle getirip ona hediye etmiş. Rivayete göre bu güzel davranış yıllar yılı İstanbul mahallelerinde bir efsane gibi söylenmiş durmuş.[6] Nitekim 1894'de vuku bulan büyük İstanbul depreminde nasıl bir gönüllü önder olarak toplumun önüne geçtiğini ve halkın yaralarının sarılması için bizzat kendi cebinden yardımlar yaptığını, halka "Yanınızdayım!" mesajı vermek için çırpındığını binlerce belge üzerinden görme şansımız var.



Depremden sonra II. Abdülhamid'in fahrî reisliğinde bir yardım komisyonu kurulmuş, ilk yardımı da Padişahın kendisi yapmış (1000 lira). Şehzadeler ve diğer geçmiş padişahlar için 500 lira daha yardım yapan Abdülhamid, ileriki günlerde 5000 lira daha yardımda bulunmuştur. İlginç olan nokta, bu son yardımın 2000 lirasının "eğitim gören öğrencilere" verilmesi şartının getirilmiş olmasıdır.



Bir Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer'in deprem sonrasında Afyon'a yaptığı ziyarette otomobilinden dışarı çıkamayışını düşünün, bir de Sultan Abdülhamid'i hastanede yataktan yatağa koştururken gözünüzün önüne getirin...



Ve hangisi Cumhuriyet, hangisi Saltanat siz karar verin.



Mustafa ARMAĞAN

Abdülhamid’in Kurtlarla Dansı 61-67 arası

[1] "Galip Paşa'nın Hatıraları: 4", Hayat Tarih Mecmuası, Sayı: 9, Ekim 1966, s. 82.

[2] Dikkat edin, tam seferberlik değil; çünkü Yunan ordusunu kendi dengi olarak görmüyordu devrin Osmanlı Erkân-ı Harbiyesi.

[3] Yukarıdaki sözleri eşi Fatma Pesend Hanım'a söylemiştir.

[4] İsmet Bozdağ, Harem Penceresinden Sultan Abdülhamid, 2. baskı, İstanbul 1995, Emre Yayınlan, s. 65-66. 1902 yılında İstanbul'a gelerek sağlık kurumlarını gezen ve şehrin hastaneleri hakkında bir kitap yazan Chicagolu doktor Nicholas Senn, Yıldız Sara-yı'nın bahçesinde 1897 Yunan Harbi'nden kalma sakat veya hasta askerlerin tedavi edildiği barakaları gördüğünü nakletmektedir. Yani savaştan 5 yıl sonra bile Yıldız Sarayı'nın bahçesinde 200 kadar hastaya hizmet verilmekteydi. Bkz. Hasan Fevzi Ba-tırel, "Yüzlerini utanç kaplamalı", Tarih ve Medeniyet, Sayı: 41, Ağustos 1997, s. 39.

[5] Bozdağ, age, s. 99-104.

[6] İsmet Bozdağ, age, s. 65-66.

1877-1878 Osmanlı-Rus savaşı sonrasında Osmanlı topraklarının üçte biri Rusya'nın işgaline uğramıştır. Kıbrıs da Ruslara gözdağı olsun diye ingilizler tarafından işgal edilmiştir. Kurtlar puslu havayı severmiş. Ne kadar doğru... Bu ağır bunalım ortamında iki Fransız banker (Lorando ve Tubini) Abdülaziz'e verdikleri borçları geri alamayınca Fransa hükümetini harekete geçirirler. Fransa da Midilli adasına el koyar ve Osmanlı Devleti bu iki bankere olan borcunu ödeyinceye kadar da adayı boşaltmayacağını bildirir.



Fransa'nın verdiği süre 1901 Kasım'ında bitiyordur. Bu tarihe kadar Osmanlı hazinesi 500 bin altın olan borcunu ödeyemediği takdirde Midilli, kayıp topraklarımıza eklenecek, sınırlarımız bir adım daha geriye çekilmiş olacaktır. Vaktiyle hesapsız kitapsız alman ve âtıl yatırımlara giden borç, faizleriyle üstelik tam 750 bin altına yükselmiş durumdadır.

Sultan Abdülhamid işte bu dağlaşan borcu ödeyememenin sıkıntısı içerisinde kıvranmaktadır. Onun bu sıkıntısı, tabiatıyla haremde kadınlar arasındaki fısıltı trafiğine dahil olmuştur. Fatma Pesend Hanım ve saraydaki kalfasının, onun yaşadığı sıkıntının farkında olduklarını biliyoruz.



Fatma Pesend Hanım, günün birinde kocasının huzuruna gelerek, "Acaba cihan Padişahını bu kadar kaygılandıran şeyin ne olduğu bana söylenemez mi?" deyince, Abdülhamid, "Bilmiyor musun? Midilli meselesi. Ne yapacağımı daha kestiremedim" cevabını verir. Fatma Hanım'm karşılığı ise şu olur: "Ben de bunun için geldim. Siz ve ben bir aileyiz. Ailede dertler de, mutluluklar da ortaktır." Bu söze Abdülhamid, "Ne demek istediğini anlıyorum ama, teşekkür ederim" diye cevap verir, hanımının parasını devlet işlerine karıştırmak istemez belli ki. Ama Fatma Hanım ısrarlıdır: "Ben size sıkıntınıza sebep olan paranın hiç değilse bir bölümün verebilirim... Belki de tamamını." Fatma Pesend Hanım zengin bir ailenin kızıydı. Babasından kalma hatırı sayılır bir mirasa konmuştu. Abdülhamid bu parayı nasıl geri ödeyeceğini düşünür: Fatma Pesend Hanım'm cevabı müthiştir: "Bu devlete benim borcum yok mu, dersiniz! Geri isteyen kim? "Öyle ya, bu devlet sayesinde yetişmiş, onun sayesinde bu nimetlere erişmiş, saraya kadar girmiştir. Devlete olan borcunu ödemek istemektedir.



Beklediği fırsat ayağına gelmiştir bir bakıma... Abdülhamid çok uğraşır hanımını vazgeçirmek için. "Çok gençsin... Önünde uzun yıllar var... Benim fazla bir miras bırakacak durumda olmadığımı senin bilmen lazım... Hayatın insanın önüne ne dökeceği belli olmaz..." der. Fakat Fatma Pesend Hanım, parayı özellikle vermek istediğini söyler. Çok duygulanır Sultan Abdülhamid ve parayı alır. Faizleriyle birlikte 750 bin altına yükselmiş olan borcu pazarlıklar sonucu 502 bin altına indirtir. Büyük bölümünü hanımından aldığı parayla tamamladığı bu borcu ödeyerek Midilli adasını Fransız işgalinden kurtarmayı başarır.

Şahsî servetiyle devlete olan borcunu ödediğini düşünen ve bundan gurur duyan bir saraylı olarak hayırla yad edilmeyi hak ediyor Fatma Pesend Hanımefendi. Bozdağ, age, s. 99-104.


Mustafa ARMAĞAN

Abdülhamid’in Kurtlarla Dansı 64-65

tesekkürler kardesim.

konuya olan katkılarınızdan dolayı teşekkür ederim Tuna kardeşim.


tesekkürler kardesim.


Osmanlı Tarihi

MollaCami.Com