Bölümler | Kategoriler | Konular | Üye Girişi | İletişim


Peygamber Efendimiz'in Tebliğ ve Davetteki Hassasiyeti

PEYGAMBER EFENDİMİZ'İN TEBLİĞ ve DÂVETTEKİ HASSÂSİYETİ


“Ey Habîbim! Bu Kur'ân'a îmân etmiyorlar diye
neredeyse üzüntüden kendini harâb edeceksin!”
(el-Kehf 18/6
)

Allâh Teâlâ, Resûlü'nü insanlar arasından seçerek, İslâm'ı kullarına tebliğ edip öğretmek üzere vazîfelendirmiştir. Nebiyy-i Ekrem Efendimiz bu husûsta eşine rastlanmaz bir azim, fedâkarlık, sabır ve sebât örneği sergilemiştir.

Allâh Resûlü'nün tebliğ ve dâvetini dört safhada gerçekleştirdiği müşâhede edilmektedir:

1) Hısım ve akraba

2) Kendi kavmi

3) Diğer bütün Arap kavimleri

4) Kıyâmete kadar gelecek bütün insanlar ve cinler.

Yani Resûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem-'e risâlet vazifesinin verilmesi basitten zora doğru kademeli olarak ilerleyen bir yol takip etmiştir. Allah Teâlâ 'nın ilk emri “oku” ile başlamıştır. (el-Alak 96/1) Sonra Efendimiz'e tebliğ vazife verilmiş ve:

“Kalk ve uyar” buyrulmuştur. (el-Müddessir 74/2) Sonra:

“En yakın akrabalarını ikaz et!” denilmiş (eş-Şuarâ 26/214) , daha sonra vazifenin sınırı bütün şehri ihata edecek şekilde genişletilmiştir:

“Rabbin, kendilerine âyetlerimizi okuyan bir peygamberi memleketlerin merkezine göndermedikçe, o memleketleri helâk edici değildir. Zaten biz ancak halkı zalim olan memleketleri helâk etmişizdir.” (el-Kasas 28/59)

Bundan sonra çevre vilayetleri de kapsayacak şekilde davetin sınırı genişledi:

“Bu Kitap (Kur'ân), kendinden önceki kitapları tasdik eden, şehirler anası (Mekke) halkını ve çevresindeki bütün insanlığı uyarman için indirdiğimiz mübarek bir kitaptır.” (el-En'âm 6/92)

Nihayetinde vazifenin hudutları bütün insanlığı içine alacak şekilde ilan edildi:

“ (Ey Muhammed!) biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” (el-Enbiyâ 21/107)

Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- tebliğdeki bu safhaların hepsini de mükemmel bir şekilde tamamlamış ve bizlere nasıl hareket etmemiz gerektiğini en ince teferruatına kadar öğretmiştir.

Fahr-i Kâinât Efendimiz'in ve diğer peygamberlerin tebliğ husûsundaki titizlik ve hassâsiyetini Allâh Teâlâ şöyle medhetmektedir:

“O peygamberler, Allâh'ın risâletini tebliğ ederler, sâdece O'ndan korkarlar ve Allâh'tan başka hiç kimseden korkmazlar. Hesâba çekici olarak Allâh kâfîdir.” (el-Ahzâb 33/39)

Allâh Resûlü bir ömür titizlikle yerine getirdiği bu vazîfenin ümmeti tarafından da devâm ettirilmesini istemektedir. Nitekim:

“Benden bir âyet bile olsa insanlara ulaştırınız.” (Buhârî, Enbiyâ, 50) buyurarak her hâlukârda tebliğde bulunulmasını teşvik etmiştir. Ayrıca Cenâb-ı Hak da en güzel söze sâhip kimsenin Müslüman, sâlih amel işleyen ve insanları Allâh'a dâvet eden kimseler olduğunu bildirmektedir. (Fussılet 41/33)

Peygamber Efendimiz bir defâsında ashâbı ile birlikte yürürken durmuş ve Hz. Ali'yi kastederek; “İçinizde, benim Kur'ân'ın nüzûlü ve tebliği husûsunda gayret ve titizlik gösterdiğim gibi, onun tefsir edilip anlaşılmasında da aynı tavrı sergileyecek kimseler vardır!” ( İbn-i Hanbel, III, 82) buyurmuş ve bu yoldaki çalışmaların büyüklüğüne dikkat çekmiştir. Aynı zamanda sünnet-i seniyyesini tâkib ederek kendisini üsve-i hasene edinmek isteyenlerin, üzerinde önemle durması gereken hizmeti açıkça beyân etmiştir. Sevgili Peygamberimiz'in, bu yolda yürüyenleri çok sevdiğini, onlar için yaptığı şu güzel duâsından anlamaktayız:

“Bizden bir şey işitip, onu aynen işittiği gibi başkalarına ulaştıran kimsenin Allâh yüzünü ağartsın!” Tebliğ husûsunda ısrar etmesinin sebebini ise bu güzel duânın arkasından şöyle açıklamıştır;

“Kendisine bilgi ulaştırılan nice kimseler vardır ki o bilgiyi, bizzat işitenden daha iyi anlar ve tatbik eder.” (Tirmizî, İlim, 7)

Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- ümmetine karşı taşıdığı şefkât ve merhamet hisleri sebebiyle, onların en uzaklarda olanlarına dahî hakîkati ulaştırmak ve İslâm ile selâmete ermelerini temin etmek için çırpınırdı. Bu sebeple bir çok sahâbîsini de muhtelif yerlere dâvetçi olarak göndermişti. Ali -radıyallâhu anh-'ı böyle bir vazîfe ile gönderirken şu tavsiyede bulundu:

“Allâh'a yemin ederim ki Cenâb-ı Hakk'ın senin vâsıtanla bir tek kişiyi hidâyete kavuşturması, (en kıymetli dünya nimeti sayılan) kırmızı develere sâhip olmandan daha hayırlıdır.” (Buhârî, Ashâbu'n-Nebî, 9)

Bir kimsenin kurtuluşuna vesîle olan, onun yaşayacağı güzel ve semereli hayâttan da hissedâr olacak ve sevaplarını kat kat artıracaktır. Bunu ifâde eden şu hadîs-i şerif, İslâm'ı tebliğde gayret sarfeden Müslümanlara ne güzel bir müjdedir:

“Hidâyete dâvet eden kimseye, kendisine tâbi olanların sevabı kadar sevap verilir. Bu onların sevaplarından da bir şey eksiltmez.” (Müslim, İlim, 16)

Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-'in aldığı vahyi, öğrendiği hakîkatleri tebliğ etmedeki aşk ve şevki ile alâkalı olarak İbn-i Abbâs şöyle demektedir; Efendimiz, bütün insanların îmân etmelerini, kendisine hidâyet üzere biatta bulunmalarını çok istiyordu. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak ona, ancak Allâh'ın ezelî ilminde bahtiyâr yazılan kimselerin îmân edeceğini, bedbaht olanların ise sapıklığa düşeceklerini bildirdi ve şu âyeti inzâl etti:

“ (Ey Habîbim!) Onlar îmân etmiyorlar diye neredeyse kendini telef edeceksin! Biz istesek, onların üzerine gökten bir mu'cize indiririz de ona boyun eğmek zorunda kalırlar. ” (eş-Şuarâ 26/3-4) ( Heysemî, VII, 85)

Bir kimsenin îmân etmesi, Nebiyy-i Ekrem Efendimiz için çok büyük bir sürûr vesîlesi olurken, bir kişinin îmânsız olarak ölmesi de o muazzez şahsiyeti son derece tahassüre garkediyordu. Amcası Ebû Tâlib ölüm döşeğindeyken şehâdet getirmesi için gösterdiği gayret dillere destandır. En sonunda ona:

“– «Lâ ilâhe illallâh» de, kıyâmet gününde sana onunla şâhitlik edeyim!” buyurdu.

Ebû Tâlib:

– Kureyş, korkusundan böyle yaptı, diye beni ayıplamayacak olsaydı arzunu yerine getirir ve seni sevindirirdim, dedi. Bunun üzerine:

“Sen istediğini hidâyete erdiremezsin, ancak Allâh dilediğine hidâyet verir.” (el-Kasas 28/56) âyeti nazil oldu. (Müslim, Îmân, 41-42)

Hz. Aişe -radıyallâhu anhâ- Fahr-i Kâinât Efendimiz'in İslâm'ı insanlara ulaştırma azim ve gayretini gösteren bir hâdiseyi şöyle anlatır:

Abese sûresi, âmâ olan Abdullâh bin Ümm-i Mektûm hakkında nâzil oldu. Bir gün o, Peygamberimiz'in yanına geldi ve:

- Ey Allâh'ın Resûlü beni irşâd et, diye talepte bulundu.

O sıra Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- müşriklerin ileri gelenlerinden biri ile ilgilenmekte ve ona İslâm'ı anlatmaktaydı. Bu sebeple İbn-i Ümm-i Mektûm'a cevap veremedi. Israr ettiği halde Efendimiz onun talebini tehir ederek, müşriğe dönüyor ve:

“- Söylediklerimde bir beis görüyor musun?” diyerek iknâ etmeye çalışıyor, müşrik de bir beis görmediğini söylüyordu. İşte sûre bu hâdise üzerine nâzil oldu. (Tirmizî, Tefsir, 80; Muvatta, Kur'ân, 8)

Allâh Resûlü bir müşrikin hidâyete ermesi için o kadar gayret sarfetmiştir ki bu sırada bir Müslümana gereken alâkayı gösteremediğinden dolayı Cenâb-ı Hakk'ın itâbına mâruz kalmıştır.

Fahr-i Kâinât Efendimiz, kendisi ile ümmetinin durumunu şu misalle ne güzel anlatmaktadır:

“Benimle insanların durumu şu temsile benzer: Bir kimse ateş yakar. Ateş etrafı aydınlatınca pervâneler ve ateşe koşan diğer bir kısım hayvanlar kendilerini ona atmaya başlarlar. Adamcağız bunlara mâni olmak için var gücüyle gayret gösterir. Ancak onlar galebe çalarak pek çoğu ateşe atılırlar. Ben (tıpkı o adam gibi) ateşe düşmemeniz için sizi belinizden yakalıyorum, ancak siz ateşe atılmak için koşuyorsunuz!” (Buhârî, Rikâk, 26)1

Sevgili Peygamberimiz bu hadiste anlatıldığı gibi insanları İslam'la buluşturmak için hac mevsiminde Mekke'de kurulan panayırlarda, kabilelerin konak yerlerine kadar varıp kendini onlara takdim ederdi. İnsanları Allâh'ın birliğini ikrâra, yalnız O'na ibâdete dâvet eder ve kendinin Allâh tarafından Peygamber olarak gönderildiğini haber verirdi. (İbn-i Hanbel, III, 492; İbn-i Sa'd, I, 216) Peygamberliğinin ilk yıllarında müşriklerin hac için Mekke'ye geldikleri zamanlarda tek tek bütün kabîleleri dolaşır, hür köle, zayıf kavî, zengin fakir ayırt etmeden rastladığı herkese İslâm'ı defâlarca anlatırdı.

Cabir -radıyallâhu anh- şöyle der:

Allâh Resûlü hac mevsiminde vakfe mahallinde kendini hacılara arzediyor ve; “Beni kavmine götürecek bir kimse yok mu? Kureyş, Rabbim'in kelâmını tebliğ etmeme mâni oldu.” diyordu. (Ebû Dâvûd, Sünnet, 19-20)

Fakat ne yazık ki onlardan dâvetini kabul edecek, kendisini barındıracak ve yardım edecek bir kimse çıkmıyordu. Aksine kimisi Peygamberimiz'e suratını asıyor, kaba ve katı davranıyor; kimisi de “Seni kavmin daha iyi bilir! Onlar sana niye tâbî olmuyor?” diyerek Efendimiz ile tartışıyordu. Peygamber Efendimiz ise gereken cevapları vererek onları Hak yoluna dâvete devam ediyordu. (İbn-i Hanbel, III, 322; İbn-i Sa'd, I, 216) Onu bu vazîfesinden ne bir müşrik döndürebildi ne bir kâfir engelleyebildi. Müş­rik­ler, Ebû Tâ­lib vâ­sı­ta­sıy­la Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-'e ha­ber gön­de­re­rek dâ­vâ­sın­dan vaz­geç­me­si­ni is­te­miş­ler, bunun karşılığında da ne istiyorsa kendisine vereceklerini bildirmişlerdi. Bu­nun üze­ri­ne Allâh Resûlü am­ca­sı­na, bu husûstaki azim ve gayretini ortaya koyan şu muhteşem ce­vabı verdi:

“– Am­ca! Vallâhi, Al­lâh'ın dî­ni­ni teb­liğ­den vaz­geç­mem için gü­ne­şi sağ eli­me, ayı da sol eli­me ko­ya­cak ol­sa­lar, ben yi­ne bu dâ­vâ­dan vaz­geç­mem! Cenâb-ı Hak, ya onu bü­tün ci­hâ­na ya­yar, va­zî­fem bi­ter; ya da bu yol­da ölür gi­de­rim!” Sonra da mübârek gözleri yaşardı ve ağladı. (İbn-i Esîr, el-Kâmil , II, 64)

O, İslâm'ı yaymak için kapı kapı dolaşır, tekrar tekrar anlatır ve eline geçen her fırsatı değerlendirirdi. Bıkmak, usanmak nedir bilmezdi. En acımasız bir şekilde düşmanlık edenlere bile aynı hakîkatleri defâlarca anlatmıştı. Buna misâl olabilecek bir müşâhedesini Muğire bin Şûbe şöyle nakleder:

Ben ve Ebû Cehil Mekke sokaklarından birinde giderken Allâh Resûlü ile karşılaştık.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, Ebû Cehil'e:

“– Ey Ebü'l-Hakem! Gel Allâh'a ve Resûlü'ne tâbî ol da senin için Allâh'a duâ edeyim?” buyurdu.

Ebû Cehil:

– Yâ Muhammed! Sen yine ilâhlarımıza dil uzatacak, onlara tapmaktan bizi men edeceksin, değil mi? Yemin olsun ki söylediğin şeylerin gerçek olduğunu bilseydim sana tâbî olurdum! dedi.

Efendimiz ayrılıp gidince de bana dönüp:

– Vallâhi ben iyi biliyorum ki onun söyledikleri hak ve gerçektir!... îtirâfında bulundu.

Daha sonra Ebû Cehil imân etmemesinin, kabileler arası üstünlük sağlama yarışından ve kıskançlık yüzünden olduğunu uzun uzun anlatmıştır. (İbn-i Kesîr, el-Bidâye, III, 113)

İmam Bûsirî -rahmetullâhi aleyh- kalpteki hastalıkların, hakîkati görmeye mâni oluşunu şöyle ifâde eder:

Bâzen göz hasta olur inkâr eder güneşi

Ağız da hasta olsa suda tat yok deme mi?

Âlemlerin Efendisi'nin, Allâh'ın dînini tebliğ etme ve öğretme husûsundaki azim, gayret ve şevki karşısında büyük bir âcizliğe düşen Kureyş müşrikleri birgün:

– Sen bizi ve ilâhlarımızı yermeyi bırak, biz de seni ve ilâhını kendi hâlinize bırakalım, dediklerinde Resûlullâh Efendimiz başını kaldırıp semâya bakmış ve:

“– Şu Güneş'i görüyor musunuz?” diye sormuştu.

- Evet, görüyoruz, dediklerinde Allâh Resûlü, İslâm'ın mâhiyetini ve istikbaldeki durumunu en güzel şekilde ortaya koyan şu derin cevâbı vermişti:

“– Peki ben sizin bu güneşin ışıklarından faydalanmanıza mâni olabilir miyim?” (İbn-i Kesîr, el-Bidâye, III, 92; İbn-i İshâk, 136)

Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- burada İslâm'ın çok önemli bir husûsiyetine dikkat çekmekte ve onu, ışıklarını cömertçe her tarafa saçan güneşe benzetmektedir. O öyle bir ışık ve nûrdur ki penceresi açık her kalb evine tabiî bir şekilde girer ve kimse buna mâni olamaz. Bu evin pencereleri ne kadar çok olursa Güneş'in ışıkları o kadar çok gelir.

Allâh Teâlâ kâinâtı aydınlatmak için güneşi yarattığı gibi kullarının mânevî dünyalarını nurlandırmak için de İslâm'ı göndermiştir. Maddî gözlerde güneş ışığı ne ise akıl ve basîret gözünde de Kur'ân âyetleri odur. Güneşin ışığına bile nûr denildiğine göre Kur'ân-ı Kerîm'e nûr denilmesi daha evlâdır. (et-Teğabün 64/8) Bu durumda Peygamberimiz'in beyânları güneşin ışığından daha kuvvetli ve onun mübarek varlığı, nûrâniyette güneşten daha yüksektir. Nitekim Allâh Teâlâ güneşi yalnızca bir kandil olarak vasıflandırdığı halde (el-Furkân 25/61) , Resûl-i Ekrem Efendimiz'i “Nûrlu bir kandil” (el-Ahzâb 33/46) diye sıfatlandırmıştır. Bundan anlaşıldığına göre güneşin herhangi bir cisimden faydalanmaksızın başkalarına nûr vermesi özelliği, Peygamber Efendimiz'de daha kuvvetli tecellî etmiştir.

Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-, işte bu kuvvetli îmân ile hareket ediyor ve insanların İslâm güneşiyle aydınlanabilmeleri için bütün gücünü sarfediyordu. Abdullah bin Cahş -radıyallâhu anh- Nahle Seferi'nde bazı esirler almıştı. Bunların içinde Hakem bin Keysan da vardı. Fahr-i Âlem Efendimiz Hakem'i İslâm'a dâvet etti. İslâm'ı bütün yönleri ile uzun uzadıya anlattı. Şüphelerini yok etmek için defâlarca tekrâr etti.

Efendimiz'in bu kadar gayret sarfetmesi karşısında Hakem'in Müslüman olmadığına öfkelenen Hz. Ömer:

– Yâ Resûlallâh! Bununla ne diye konuşup durursun. Vallâhi o hiç bir zaman Müslüman olmaz! Müsâade et, boynunu vurayım da cehenneme gitsin, dediyse de Peygamber Efendimiz Hakem'e İslâm'ı anlatmaya devâm etti.

Hakem dikkatini toplayarak:

- İslâm nedir? diye sordu.

Resûl-i Ekrem Efendimiz:

“– Allâh'a hiçbir şeyi ortak koşmaksızın ibâdet etmen ve Muhammed'in de O'nun kulu ve resûlü olduğuna şehâdet getirmendir!” buyurdu.

Hakem:

– Müslüman oldum, dedi.

Bunun üzerine Allâh Resûlü ashâbına dönerek:

“– Eğer ben, biraz önce size uysaydım, o şimdi cehenneme gitmişti!” buyurdu. (İbn-i Sa'd, IV, 137-138; Vâkıdî, I, 15-16)

Efendimiz İslâm'a dâvet husûsunda kimseyi küçük ve hakir görmezdi. Nitekim Hayber Fethi sırasında bir yahudinin koyunlarını güden köleye bile İslâm'ı uzun uzun anlatmış ve hidâyetine vesîle olmuştu. (İbn-i Hişâm, III, 398)

Kâinâtın Efendisi, zât-ı şeriflerini öl ­ dür ­ me gâ ­ yesiyle yo ­ la çık ­ mış olan Ömer bin Hattab'a, Mekke fethine kadar her türlü düşmanlığı yapan İkrime bin Ebû Cehil'e, Hz. Hamza'yı şehîd eden Vahşî'ye ve hattâ onun cesedini tahrîb edip ciğerini hırsla ısıran Ebû Süf ­ yân'ın karısı Hind'e bile tebliğ kapısını kapatmamıştır.

Al­lâh Resûlü -sallâllâhualeyhivesellem-, amcası Hz. Hamza'yı şehîd ederek kendisini derin bir teessüre gark eden Vah­şî'ye, İslâm'a dâvet etmesi için ashâ ­ bından bi­ri­ni gön ­ derdi. Va­ş î Resûlullâh -sallâllâhualehivesellem-'e cevâben:

– Yâ Mu­ham­med! Sen, “ Bir kimseyi öldüren, yâhud Allâh'a şirk koan veya zinâ eden biri, kıyâmet günü iki kat azâba uğrar, cehennemde hor ve ha­kîr olarak ebediyyen kalır.” (el-Fur­kân 25/68-69) di­ye Al­lâh'ın hükmünü beyân etmiş iken, beni nasıl oluyor da İs lâm'a dâvet edebiliyorsun?! Ben bu günahların hepsini yaptım. Benim için nerede bir kurtuluş yolu ola­cak ki? de­di.

Allâh Teâlâ:

“Ancak tevbe ve iman edip sâlih ameller işleyenler başkadır; Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sâhibidir.” (el-Fur­kân 25/70) âyetini inzâl buyurdu.

Vahşî:

- Yâ Muhammed, bu zor bir şart! Tevbe etmek, iman etmek ve sâlih ameller işlemek… Belki ben bunlara güç yetiremeyebilirim!?

Bunun üzerine Allâh Teâlâ:

“Allah, kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz; bundan başka (günahları) dilediği kimse için bağışlar. Allah'a ortak koşan kimse büyük bir günah (ile) iftira etmiş olur.” (en-Nisâ 4/48) âyetini indirdi.

Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem- bu âyeti kendisine gönderdiğinde bu defa Vahşî:

- Yâ Muhammed, affın meşietten sonra olduğunu görüyorum. Beni affeder mi affetmez mi bilemem. Bundan başka bir şey var mı? diye haber gönderdi.

Bundan sonra Cenâb-ı Hak:

“De ki: Ey ne­fis­le­ri­ne zul­met­mek­te aşı ­ rı gi ­ den kul ­ la ­ rım! Allâh'ın rahme ­ tin ­ den ümî ­ di ­ ni ­ zi kes ­ me ­ yi ­ niz! Çünkü Allâh bütün günahları affeder. Muhakkak O, Gafûr ve Rahîm'dir.” (ez-Zü­mer 39/53) âye­ti­ni in­zâl et­ti.

Elçinin defâlarca gidip gelmesinden sonra ni­hâ ­ yet Vah ­ş î, son âyet-i ke ­ rî ­ me ­ de ­ ki müj­de ile fe­rah­la­dı ve:

– Rahmetin nekadar da büyük ey Rabbim! diyerek ve tevbe-i nasûhta bulunarak arkadaşlarıyla birlikte Müslüman oldu.

Ashâb-ı kirâm:

– Yâ Resûlallâh! Bu af ve merhamet sâdece Vahşî'ye mi mahsustur, yoksa bü ­ tün Müslümanlara mı? diye suâl ettiler.

Âlemlere Rahmet Efendimiz:

“– Bü­tün Müslüman­lar için­dir.” bu­yur­du. ( Hey­se­mî, X, 214-215)

İmam Bûsırî Allâh'ın affının genişliğini şöyle anlatır:

Ye'se düşme ey nefsim kebâir ettim deyû!

Aff-ı Hak'ta kebâir, andırır lemem'i...2

Efendimiz -aleyhisselâm- , acımasızca düşmanlık edenler bile olsa hidâyetleri için bu derece gayret sarfeder, elinden gelen her şeyi yapardı. O, îmân etmeleri için her bir insanın ayağına gitmeye bile râzı idi. Esmâ -radıyallâhu anhâ- anlatıyor:

Peygamberimiz Mekke'nin Fethi'nin akabinde birgün Mescid-i Haram'da otururken, Hz. Ebû Bekir babası Ebû Kuhâfe'yi getirdi.

Allâh Resûlü onu görünce:

“– Ebû Bekir ! İhtiyar babanı buraya kadar yormasaydın, ben onun yanına gelseydim!” buyurdu.

Ebû Bekir -radıyallâhu anh-:

– Yâ Resûlallâh! Onun sana gelmesi, senin ona gitmenden daha münâsiptir, karşılığını verdi.

Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- Ebû Kuhâfe'yi önüne oturttu, elini kalbinin üzerine koydu ve:

“Ebû Kuhâfe! Müslüman ol, selâmet bulursun!” dedi. O da Müslüman oldu, samîmî olarak şehâdet getirdi. (İbn-i Sa'd, V, 451)

Peygamber Efendimiz tek tek bütün insanların Müslüman olması üzerinde hassâsiyetle durduğu gibi, onların bir an evvel îmân etmesini de isterdi. Berâ -radıyallâhu anh- anlatıyor:

Zırh giyinmiş bir adam gelerek:

- Ya Resûlallâh! Savaşıp da öyle mi Müslüman olayım? dedi.

Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- :

“– Müslüman ol, sonra savaşa katıl!” dedi. Adam Müslüman oldu, savaşa katıldı ve şehid edildi.

Resûlullâh Efendimiz onun hakkında:

“– Az amel işledi fakat çok kazandı!” buyurdu. (Buharî, Cihâd, 13)

Bir defâsında da Fahr-i Kâinât Efendimiz birisine; “Müslüman ol!” buyurdu. Adam, kendimi isteksiz buluyorum, dedi. Efendimiz :

“– İsteksiz olsan da İslâm'a gir!” buyurdu. ( İbn-i Hanbel, III, 109)

Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-'in bu davranışı insanların herşeyden önce ve bir an evvel Allâh'a teslim olmalarının lüzûmunu ortaya koymaktadır.

Kâinâtın Efendisi, kendisine gelen elçileri her şeyden önce İslâm'a dâvet ederdi. Kayser Herakliüs'ün elçisi Tenûhî şöyle anlatıyor:

Allâh Resûlü'nün yanına kadar varıp önüne oturdum. Mektubu kendisine sundum. Alıp yanına koydu ve bana:

“– Sen kimlerdensin?” diye sordu.

- Ben Tenuhlardan bir kimseyim, dedim.

“– Sen hanîf olan İslâm'a, baban İbrahim'in dinine girsen olmaz mı?” diye sordu.

– Ben kavmim adına gelen elçiyim ve onların dini üzereyim. Onların yanına dönünceye kadar da dinimi değiştiremem! dedim.

Bunun üzerine Efendimiz tebessüm etti ve; « Sen her istediğini hidâyete erdiremezsin! Lâkin Allâh dilediğini hidâyete erdirir. O, hidâyete erecekleri en iyi bilendir.» (el-Kasas 28/56) âyet-i kerîmesini okudu. (İbn-i Hanbel, III, 442; IV, 75)

Efendimiz'in bu hassasiyeti, ashâbı tarafından da en iyi şekilde özümsenmiş ve tatbik edilmiştir. Resûl-i Ekrem Efendimiz Mukavkıs'a Hâtıb bin Ebî Beltaa'yı elçi olarak göndermişti. Mukavkıs ona Allâh Resûlü'ne getirmesi için bazı hediyelerle birlikte Mâriye ile kardeşi Sîrin'i de verdi. Hâtıb -radıyallâhu anh-, yolda bu iki kardeşe İslâm'ı anlattı ve onları Müslüman olmaya teşvik etti. Onlar da îmân ettiler. (İbn-i Sa'd, VIII, 212) Böylece hakîkatle buluşmak için Medîne'ye kadar gelmeyi dahî beklememiş oldular.

Daha önceden İslâm'a girmiş olup da dînini öğrenememiş kimselerin gerekli bilgileri edinmelerine yardımcı olmak da hemen yapılması gereken vazîfeler arasındadır. Kâinâtın Fahr-i Ebedîsi bu durumda olan kimselere öncelik tanır, her şeyi bırakarak evvelâ onlara İslâm'ı öğretmeyi tercih ederdi. Temîm bin Üseyd -radıyallâhu anh- şöyle anlatıyor:

Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- hutbe okurken yanına vardım ve:

– Yâ Resûlallâh! Dînini bilmeyen bir garip geldi, sorup öğrenmek istiyor, dedim. Allâh Resûlü bana dönüp baktı. Hutbeyi kesip yanıma geldi. Hemen ona bir sandalye getirdiler. Zannediyorum ayakları demirdendi. Üzerine oturdu ve Allâh Teâlâ'nın kendisine öğrettiği bazı şeyleri bana anlattı. Sonra tekrar hutbesine dönerek konuşmasını tamamladı. (Müslim, Cum'a, 60)

Sevgili Peygamberimiz'in yapmış olduğu savaşların tamâmı da istisnâsız İslâm'ı tebliğ için olmuştur. Bu sebeple de her çarpışmadan önce karşı taraf son bir kez daha İslâm'a dâvet edilmiştir. Buna rağmen Hayber kuşatması esnâsında bir fitneci, yahûdileri savaşa kışkırtmak için yalan yanlış şeyler söylemişti.

Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- :

“– Yahûdilere bir şeytan gelmiş de «Muhammed ancak mallarınızı ele geçirmek için sizinle çarpışıyor!» demiş. Onlara «Lâ ilâhe illallâh deyiniz, bununla mallarınızı ve kanlarınızı koruyunuz. Âhiretteki hesâbınız ise Allâh'a âittir!» diye sesleniniz.” buyurdu.

Yahudilere seslenildi. Onlar ise; Musa'nın aramızdaki kitabı Tevrat'a yemin olsun ki biz ne istediğiniz şeyi yaparız ne de dînimizi bırakırız! diye karşılık verdiler. (Vâkıdî, II, 653)

Bu hâdiseden anlaşılacağı gibi Resûl-i Ekrem Efendimiz mesajının iyi anlaşılması ve herhangi bir yanlış anlaşılmaya fırsat verilmemesi için âzamî gayret sarfetmiştir.

Allâh Resûlü aynı şekilde, aldığı bütün vahiyleri eksiksiz olarak insanlara ulaştırma husûsunda da hassâsiyet göstermiştir. Âişe vâlidemiz:

- Eğer Allâh Resûlü kendisine inen vahiyden bir şey gizleseydi şu âyeti gizlerdi, diyerek Ahzâb sûresindeki Efendimiz'in Hz. Zeyneb'le evlenmesini konu alan ve itâb ihtivâ eden otuz yedinci âyeti zikretmiştir. (Tirmizî, Tefsir, 33/9)

Yine Âişe -radıyallâhu anhâ- şöyle demiştir:

- Kim Resûlullâh'ın Allâh'ın kitâbından bir şeyi gizlediği zannına kapılırsa Allâh'a en büyük iftirâyı atmış olur. Çünkü Allâh Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

“Ey Resûl! Rabbinden sana inen vahiyleri tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan Rabbinin elçiliğini yerine getirmiş olmazsın! Allâh seni insanlardan koruyacaktır. Emin ol ki Allâh, kâfirleri muradlarına erdirmeyecektir!” (el-Mâide 5/67) (Müslim, Îmân, 287)

Resûl-i Ekrem Efendimiz'e dinî konularda bir şey sorulduğu zaman, o husûsta vahiy nâzil olmamışsa “bilmiyorum” buyurur veya vahiy gelinceye kadar bekler, kendi görüşüyle ve kıyasla bir şey söylemezdi. (Buhârî, İ'tisâm, 8)

Efendimiz bunun aksine, bildiği halde cevâp vermeyen kimseleri de îkâz ederek:

“Bir kimseye bildiği bir konu sorulduğunda cevap vermezse, kıyamet gününde ağzına ateşten bir gem vurulur.” buyurmuştur. (Tirmizî, İlim, 3)

Mevlânâ hazretleri, peygamberlerin tebliğdeki hassâsiyetlerini, sabırlarını, sebâtlarını ve Allâh'a olan teslîmiyetlerini ne güzel ifâde etmiştir:

“Farz edelim ki siz taş kesilmişsiniz, kulaklarınız da gönülleriniz de kilitlenmiş. Sözümüzü kabul edip etmemenizle bizim bir işimiz yok. Bizim işimiz Hakk'a teslîm olmak, O'nun buyruğuna uyarak tebliğde bulunmaktır. Bize bu kulluğu, yâni peygamber olmayı, size Hakk'tan hakîkatten haber vermeyi O emretti. Söylediklerimiz O'nun emridir. Kendimizden, kendiliğimizden değildir. Bizim hayatımız, Allâh'ın emirlerini yerine getirmek içindir. Eğer «Çöle ekin ek!» buyursa tereddüt etmeden ekeriz.

Yaptığımız tebliğin, haber verdiğimiz hakîkatlerin ücretini Allâh'tan bekleriz. Biz Hakk kapısında yorulanlardan, usananlardan değiliz ki yolun uzaklığı yüzünden her yerde durup kalalım. Gönlü mahzun olan, usanıp bıkan o kişidir ki sevgilisinin ayrılık hapsine düşmüştür. Halbuki bizim sevgilimiz, bizim dilediğimiz cânân bizimle beraberdir.” ( Mesnevî , beyt: 2922-2935)

Netice îtibâriyle Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- gerek vahyi alırken gerekse onu insanlara tebliğ ederken, gösterilebilecek titizlik ve hassâsiyetin en mükemmelini ortaya koymuş, vazîfesini tam anlamıyla yerine getirmiştir. Vedâ haccında da “Tebliğ ettim mi?” diye üç defâ sormuş, üçünde de “Evet” cevâbını almıştır. Daha sonra insanların bu ikrârlarına Allâh Teâlâ'yı şâhid tutarak bir tebliğcinin hayâtının nasıl olması gerektiğini son noktasına kadar, bizzat yaşayarak göstermiştir. Geri kalan ömründe ise vazîfesini eksiksiz olarak yerine getirmiş olmanın verdiği huzûr ile hamd ve şükrünü daha da artırmıştır.

usve-i hasene

amin kardeşim cümlemizden inşallah

paylaşım için teşekkürler ALLAH razı olsun..

teşekkürler...emeğine sağlık..

rica ederim ilginize ben teşekkür ederim


Sevgili Peygamberimiz

MollaCami.Com