Bölümler | Kategoriler | Konular | Üye Girişi | İletişim


Peygamber Efendimizin İlahi Ölçülere Riayeti

PEYGAMBER EFENDİMİZ'İN İLÂHÎ ÖLÇÜLERE RİÂYETİ



“Allâh'a yemin ederim ki ben sizin
Allâh'tan en çok korkanınız ve O'na
en saygılı olanınızım.” (Buhârî, Nikâh, 1)

İlâhî ölçüler, Cenâb-ı Hakk'ın Sevgili Peygamberi'ne vahiy yoluyla bildirdiği dünyâ ve âhirete âit hükümlerdir. Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- 'in peygamber olarak gönderilmesinin hikmeti, Allâh Teâlâ'nın emir ve yasakları çerçevesinde örnek bir hayât yaşamak ve böylece ilâhî emirlerin insanlar arasında tatbikini sağlamaktır.

Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-, bütün hayâtını ilâhî murâkabe altında ve en yüce bir ihsan şuuru içinde geçirmiştir. Onun bu özelliği, hem şahsı hem de diğer insanlarla alâkalı her husûsta, ilâhî ölçülere riâyetinde tezâhür eder. Efendimiz'in bu husustaki muvaffakiyeti, Allâh'a muhabbet ve teslîmiyetin kendisinde derin ve köklü bir şekilde yer etmiş olmasından kaynaklanmaktadır. İnsanların Allâh'ı en çok bileni ve O'ndan en fazla korkanı olması hasebiyle Allâh Resûlü, O'nun emirlerine ve yasaklarına da en çok titizlik gösteren kişi olmuştur.

İLAHÎ EMİRLERİ UYGULAMADAKİ TİTİZLİĞİ

İlâhî emirler muhtelif ve derece derecedir. Bunun, ferdin bâtınına ve zâhirine âit olanları bulunduğu gibi, onun kendisiyle, Rabbiyle, diğer insanlar ve mahlukâtla alâkalı davranışlarına taalluk edenleri de vardır. Peygamber Efendimiz, bu farklı derecelerdeki ilâhî ölçüleri, hepsine hakkını vererek îfâ etmiş, istikâmet üzere bir hayât sürmüştür. Bütün zorluğuna rağmen, istikâmetin her çeşidini şeriat, tarîkat, hakikat ve ma'rifet ehline model olacak şekilde yerine getirmiştir. İlâhî ölçülerin şahsî hayâtını ilgilendiren kısımlarında titiz davranmakla birlikte, özellikle ictimâî hayâtı ilgilendiren hususlarda bu titizliği daha da artmıştır. Allâh Resûlü'nün hayâtında, bu konuda birçok misâl bulmak mümkündür.

Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-'in ilâhî emirlere uymadaki titizliği, husûsiyle kul hakkına taalluk eden hadlerin tatbîkinde görülmektedir. Efendimiz Cenâb-ı Hakk'ın, “Eğer Allâh'a ve âhiret gününe îmân ediyorsanız Allâh'ın emrini tatbik husûsunda suçlulara karşı bir acıma duygusu sizi almasın!..” (en-Nûr 24/2) emrini dikkate alarak bu husûsta şöyle buyurmuştu:

“Siz Allâh'ın had cezâlarını (akrabâlık ve diğer hususlarda) size yakın olana da, uzak olana da tatbik edin. Allâh'ın hükmünü uygulamaktan sizi hiçbir kınayanın kınaması alıkoymasın.” (İbn-i Mâce, Hudûd, 3)

“Allâh'ın had cezâlarından birinin yerine getirilmesi, bir beldeye kırk gece rahmet yağmuru yağmasından daha hayırlıdır.” (İbn-i Mâce, Hudûd, 3)


Resûl-i Ekrem Efendimiz'in, Allâh'ın emrettiği bir husûsta, O'nun emrini tatbikte yavaş davranması veya bunun aksine hareket etmesi mümkün değildir. Bu mevzu ile alakalı mühim bir hâdise şöyle cereyân etmiştir:

Benî Mahzûm kabilesinden hırsızlık yapan bir kadının durumu Kureyşlileri çok üzmüştü. Onlar, bu konuyu Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- ile kim konuşabilir, diye kendi aralarında müzakere ettiler. Bâzıları, buna Peygamberimiz'in çok sevdiği Üsâme bin Zeyd'den başka kimse cesâret edemez, dediler. Üsâme, onların istekleri doğrultusunda Resûlullâh ile konuştu. Bunun üzerine Efendimiz ona:

“ – Allâh'ın koyduğu cezâlardan birinin tatbik edilmemesi için aracılık mı yapıyorsun?” diye sordu. Sonra ayağa kalktı ve halka şöyle hitap etti:

“Sizden önceki milletler şu sebeple yok olup gittiler: Aralarından soylu, mevki ve makam sâhibi biri hırsızlık yapınca onu bırakıverirler, zayıf ve kimsesiz biri hırsızlık yapınca da onu hemen cezâlandırırlardı. Allâh'a yemin ederim ki, Muhammed'in kızı Fâtıma hırsızlık yapsaydı, elbette onun da elini keserdim.” (Buhârî, Enbiyâ, 54; Müslim, Hudûd, 8, 9)

Allâh Teâlâ, haksız yere cana kıymayı yasaklamış ve bunu bütün insanları öldürmek kadar büyük bir günâh saymıştır. (el-Mâide 5/32) Rahmet peygamberi olan Efendimiz de bu husûsta büyük bir hassâsiyet ve titizlik göstermiştir. Bunun çarpıcı misâllerinden biri şu hâdisedir: Mikdâd bin Esved -radıyallâhü anh- anlatıyor:

“Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-'e dedim ki:

– Kâfirlerden bir adamla karşılaşsam ve onunla vuruşsak, o benim ellerimden birini kılıçla koparsa, sonra da benim elimden kurtulmak için bir ağacın arkasına sığınsa ve:

– Ben, Allâh için Müslüman oldum, dese, böyle dedikten sonra onu öldürebilir miyim, yâ Resûlallâh! Ne dersin? dedim. Resûl-i Ekrem Efendimiz :

«– Sakın onu öldürme!» buyurdu. Ben:

– Ey Allâh'ın Resûlü! Adam benim iki elimden birini kopardı, ondan sonra benden korktuğu için bu sözü söyledi, dedim. Bunun üzerine:

«– Sakın öldürme, eğer onu öldürürsen, o, senin kendisini öldürmezden önceki durumundadır. Sen ise, onun o sözü söylemeden önceki durumuna düşersin!» buyurdu.” (Buhârî, Meğâzî, 12; Müslim, Îmân, 155)


Bunun bir benzeri de Üsâme bin Zeyd -radıyallâhu anhümâ-'nın kendisi ile alâkalı naklettiği şu rivâyettir:

Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-, bizi Cüheyne kabilesinin Hurâka kolu üzerine göndermişti. Sabahleyin sularının başında iken onlara hücum ettik. Ben ve Ensâr'dan bir kişi onlardan bir adama yetiştik. Üzerine yürüyünce, adam; “Lâ ilâhe illallâh” dedi. Bunun üzerine Ensâr'dan olan arkadaşım ona hücumdan vazgeçti; ben ise mızrağımı sapladım ve adamı öldürdüm. Biz Medine'ye gelince, bu olay Peygamber Efendimiz'in kulağına gitti ve bana:

“– Ey Üsâme! «Lâ ilâhe illallâh» dedikten sonra adamı öldürdün mü?” buyurdu. Ben:

– Yâ Resûlallâh! O, bu sözü sâdece canını kurtarmak için söyledi, dedim. Efendimiz:

“– «Lâ ilâhe illallâh» dedikten sonra, adamı öldürdün mü?” diye sözünü tekrâr etti.

Diğer bir rivâyette:

“– Kalbini yarıp baktın mı ki, bu niyetle söyleyip söylemediğini bilesin?” diye tekrar sordu. Bu sözü o kadar çok tekrarladı ki, ben, keşke daha önce değil de şimdi Müslüman olsaydım, diye temennî ettim . (Buhârî, Diyât, 2; Müslim, Îmân, l58-159)

“Ey îmân edenler! Allâh yolunda savaşa çıktığınız zaman iyi anlayın, dinleyin! Size selâm verene, dünyâ hayâtının geçici menfaatini gözeterek, «Sen mü'min değilsin!» demeyin! ” (en-Nisâ 4/ 94) âyeti bu hâdise üzerine nâzil olmuştur. (Vâhidî, 175-177
)

Sevgili Peygamberimiz, Allâh Teâlâ'nın açık emri bulunan hususlarda, emre kayıtsız şartsız teslîm olmak, şahsî bir kısım ictihad ve temâyüllerle hareket etmemek gerektiğini bu hâdiselerdeki örnek davranışlarıyla bize göstermektedir.

HARAM VE HELÂL HUSÛSUNDAKİ HASSÂSİYETİ




“Bunlar Allâh'ın hudutlarıdır, sakın
onlara yaklaşmayın!” (el-Bakara 2/187
)

Allâh Resûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem-'in, harâm ve helâl husûsunda nihâyetsiz bir hassâsiyet üzere idi. Nitekim Hz. Aişe Peygamberimiz'in bu özelliğini şöyle dile getirir:

“Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- iki şeyden birini yapma konusunda serbest bırakıldığı zaman, günâh olmadığı takdirde mutlaka onların en kolayını tercih ederdi. Yapılacak şey günâh ise, ondan en uzak duran da kendisi olurdu.” (Buhârî, Menâkıb, 23)

Burada dikkat çekilen iki mühim husûstan birisi Efendimiz'in günâh olmadığı takdirde kolay olanı tercih etmesi, diğeri de haramlardan en uzak duran kimse olmasıdır. Meselâ harâm kazançtan kaçınmak Resûlullâh Efendimiz'in, Müslümanların sakınmasını istediği şeylerin başında gelmektedir. Hadîs-i şerîfte şöyle buyrulmuştur:

“Cennetlikler üç kısımdır: Âdil ve başarılı devlet başkanı, yakınlarına ve Müslümanlara karşı merhametli ve yufka yürekli olan kimse ve ailesi kalabalık olduğu halde, harâm kazançtan sakınıp kimseden bir şey istemeyen iffetli Müslümandır.” (Müslim, Cennet, 63)

Hadîs-i şerifte bahsedilen üçüncü grup cennetliklerin iki özelliği zikredilmiştir. Biri, kimseden bir şey istemeden elinin emeği ile geçinmek, diğeri de günâhtan sakınmak ve günâha götürecek davranışlardan kaçınmaktır. İnsan, ebedî bir hayâtın yaşanacağı âhiret yurduna hazırlanmanın her şeyden önemli olduğunu hiçbir zaman unutmamalıdır. Bunun için de çoluğunun çocuğunun nafakasını helâlinden kazanmalı, harâm olan yollara tevessül etmemeli ve kimseye el açıp yüz suyu dökmemelidir. İnsanoğlu, kul olmanın şerefini koruduğu, Cenâb-ı Hakk'ın kendisini aç koymayacağına inanarak çalıştığı takdirde, Âlemlerin Rabbi ona, dünyâda rızkını verdiği gibi âhirette de sermedî hayâtın tükenmeyen nimetlerini esirgemeden ihsân edecektir. Resûl-i Müctebâ Efendimiz, şahsi ve âilevî hayâtında bu ölçülere uygun yaşadığı gibi, ümmetine de böyle davranmalarını tavsiye etmiştir.

Allâh Resûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem-; “Öyle bir devir gelecek ki, insanoğlu aldığı şeyin helâlden mi harâmdan mı olduğuna hiç aldırmayacak.” (Buhârî, Büyû, 7, 23) ifadesiyle mü'minleri ikaz etmiştir. Müslüman çocukların harâm ve helâl konularında hassas yetişmeleri için, küçük yaşlardaki terbiyelerine önem vermiş ve onları kötü hasletlere yönlendirecek uygulamalardan sakındırmıştır. Nitekim bir hadîs-i şerîfte şöyle buyurmuştur:

“Çocukları para kazanmaya mecbur etmeyin. Siz onları buna mecbur ettiğinizde, hırsızlık yapabilirler. San'at sâhibi olmayan câriyeleri de bu husûsta zorlamayın. Zîrâ, siz onları zorladığınız takdirde, iffetlerini zedeleyerek kazanmaya başlarlar. Onların getireceği paraya tamah etmeyin ki Allâh da sizi ona muhtaç kılmasın. Size temiz olan yiyecekler yaraşır.” (Muvatta, İsti'zân, 42)

Harâm gıdâ, sâhibini insanlar arasında rezîl ettiği gibi, Allâh katında da kıymetsiz hâle getirir. Allâh -celle celâlüh- onun duâsını kabul etmez. Habîb-i Ekrem Efendimiz , bir insanın duâsının kabul edilebilmesi için, harâm ve helâle dikkat etmesi gerektiğini, bir çok defâ vurgulamıştır. Bunlardan birisinde şöyle buyurur:

“Allâh Teâlâ temizdir, ancak temiz olanları kabul eder. O, peygamberlerine emrettiği şeyi mü'minlere de emretmiştir. Cenâb-ı Hak peygamberlere:

«Ey peygamberler! Temiz ve helâl olan şeylerden yiyin ve sâlih ameller işleyin!» (el-Mü'minûn 23/51) buyurmuştur. Mü'minlere de aynı şekilde:

«Ey îmân edenler! Size verdiğimiz rızıkların temiz olanlarından yiyin!» (el-Bakara 2/172) buyurmuştur . Bir kimse Allâh yolunda uzun seferler yapıyor. Saçı başı dağınık, toza toprağa bulanmış vaziyette ellerini gökyüzüne açarak; yâ Rabbî! Yâ Rabbî! diye yalvarıyor. Halbuki onun yediği harâm, içtiği harâm, gıdası da harâmdır. Böyle birinin duâsı nasıl kabul edilir!” (Müslim, Zekât, 65)


Allâh Resûlü'nün bildirdiği ölçüler böylesine açıktır. Demek ki bir kimse, din uğrunda savaşmak için canını ortaya koysa, saçı başı dağınık, toza toprağa bulanmış vaziyette, dinine hizmet etmek için uzun seferler yapsa bile, harâm lokma ile beslendiği takdirde, onun bu fedakârlığının hiçbir değeri yoktur. Müslümanı dünyânın en temiz insanı yapan, inancının yanında dîninin emirlerine uygun olarak yaşaması, temiz ve helâl gıda ile beslenmesi ve böylece hem maddesini hem de mânasını temizlemesidir.

Fahr-i Kâinât Efendimiz'in helâl harâm bakımından gözterdiği titizlik şu hadîs-i şerifte de açıkça görülmektedir:

“Biriniz, kardeşine ödünç para verir de ödünç alan kimse, ona bir şey hediye ederse, kabûl etmesin. Veya bineğine bindirmek isterse ona binmesin. Ancak daha evvel aralarında hediyeleşmek ve yardımlaşmak cârî ise bu müstesna.” (İbn-i Mâce, Sadakât, 19)

Efendimiz'in bu ince ölçülerine sıkı sıkıya bağlı olan İmâm-ı A'zam hazretlerinin bir kişide alacağı vardı. O mahalde bir talebesi vefât etti. Ebû Hanîfe onun cenâze namazını kılmak için gitti. Hava da çok sıcaktı. İmam, borçlunun duvarının gölgesinde oturursam faiz olur endişesiyle güneşin yakıcı sıcağında beklemeyi tercih etti. (Attar, s. 243)

Ebû Rühm el-Gıfârî'nin naklettiği şu rivayet de Allâh Resûlü'nün bu konudaki titizliğine güzel bir örnektir:

“Hurmaların koruk olduğu bir zamanda Hayber'e varmıştık. Hayber, çok sıcak ve bu yönüyle de tehlikeli bir yerdi. Orada son derecede acıkmıştık. Kaleyi kuşattığımız sırada idi ki, oradan yirmi veya otuz kadar ehlî eşek dışarı çıktı. Yahûdiler, onları içeri alamadılar. Müslümanlar, onları tutup boğazladılar ve yer yer ateş yakıp etlerini pişirmeye başladılar. Allâh Resûlü:

«– Bu ateşler nedir? Bunları ne için yakıyorlar?» diye sordu.

– Et pişirmek için! dediler. Efendimiz:

«– Hangi eti, ne etini pişirmek için?!» diye sordu.

– Ehlî eşeklerin etini pişirmek için! dediler. Bunun üzerine Peygamberimiz:

«– Dökünüz onu! Onların kaplarını da kırınız!» buyurdu. Ashabdan birisi:

– Yâ Resûlallâh! Etlerini döksek de, kaplarını yıkasak olmaz mı? diye sordu. Nebiyy-i Muhterem Efendimiz:

«– Ya da öyle yapınız!» buyurdu. (Buhârî, Megâzî, 38; Müslim, Cihâd, 123)


Burada dikkat edilmesi gereken en mühim nokta şudur ki, hâdise bir savaş esnâsında ve açlığın dayanılmaz bir hâl aldığı zamanda vuku bulmuştur. Buna rağmen Allâh Resûlü, harâm olan bir şeyin yenmesine müsâade etmemiş ve derhal ashâbını bundan vazgeçirmiştir.

Haram gıdaya bu kadar titiz yaklaşan Resûl-i Ekrem Efendimiz, hayatın bütün alanlarında da aynı titizliği sergilemiştir. Meselâ yolda giderken dâimâ önlerine bakarak yürürler, gözlerini harâmlardan olduğu kadar, şüpheli şeylere bakmaktan dahî sakınırlardı. Ashâbına da, böyle davranmaları tavsiyesinde bulunurlardı. Cerîr -radıyallâhü anh-, Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-'e, bakılması harâm olan bir şeyi ansızın görmenin hükmünü sorunca:

“Gözünü derhal başka tarafa çevir!” buyurmuştu. (Müslim, Âdâb, 45)

Ümmü Seleme'nin anlattığı şu hâdise ise daha ilginçtir:

Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem'in yanında bulunuyordum. Meymûne de oradaydı. Âmâ sahabî İbn-i Ümmü Mektûm çıkageldi. Bu olay, örtünme emri geldikten sonra idi. Nebî -sallallâhu aleyhi ve sellem- bize:

“ – Perde arkasına çekilin!” buyurdu. Biz:

– O âmâ biri değil mi, ey Allâh'ın Resûlü, bizi göremez, dedik. Bunun üzerine Efendimiz :

“– Siz de mi âmâsınız, onu görmüyor musunuz?” buyurdu . (Ebû Dâvûd, Libâs, 34)

Zikrettiğimiz bu hâdiselerde, harâmlardan son derece uzak duran Allâh Resûlü'nün, âile efradını ve ashâbını da bunlardan uzak tutmak için uyardığı müşâhede edilmektedir.

Haram helâl konusundaki tavırda helâlin haram, haramın da helâl kabul edilmesi gibi yanlış tutumlar olabildiği için Resûlullâh Efendimiz, insanları bu konuda da îkâz etmiştir. İbn-i Abbas -radıyallâhu anh- bununla alâkalı şöyle bir olay naklatmektedir:

“Bir adam Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-'e gelerek:

– Et yediğim zaman kadınlara karşı zaafım artıyor ve bende şehvet galebe çalıyor. Bu sebeple et yemeyi nefsime harâm ettim! dedi. Bunun üzerine şu âyet-i kerîme nâzil oldu:

«Ey îmân edenler! Allâh'ın size helâl kıldığı temiz şeyleri (kendinize) harâm kılmayın ve haddi aşmayın. Doğrusu Allâh, haddi aşanları sevmez. Allâh'ın size verdiği rızkın temiz ve helâl olanından yiyin. İnandığınız Allâh'tan sakının!» (el-Mâide 5/87-88) ” (Tirmizî, Tefsir, 5/14)


Sathî bir nazarla bakıldığında, gâyet mâsum ve mâkul bir niyet gibi görünen bu davranış, hakîkatte bir âyetin inmesine sebep olacak kadar yanlış bir düşüncenin mahsûlüdür. Âyet-i kerîme, Allâh'ın helâl kıldığı şeyleri hiç kimsenin kendi arzusu istikâmetinde değiştirmesinin uygun olmadığını ortaya koymaktadır.

Fahreddin-i Râzî hazretleri “Allâh'ın size helâl kıldığı temiz şeyleri, kendinize harâm kılmayın” emrinde altı muhtelif yasak olduğunu açıklar:

1. Allâh'ın size helâl kıldığı bir şeyin, harâm olacağına sakın itikad etmeyin. Zîrâ bu küfrü gerektirir.

2. Allâh'ın size helâl kıldığı bir şeyin harâm olduğunu dilinizle de telaffuz etmeyin.

3. Allâh'ın size helâl kıldığı şeylerden, harâmdan kaçtığınız gibi kaçmayın.

4. Fetva vererek, helâlleri başkasına harâm kılmayın.

5. Adak ve yeminde bulunarak helâlleri harâm kılma yoluna gitmeyin

6. Gasbedilen şeyi, ayrılması mümkün olmayacak şekilde mülkünüze karıştırmayın. Zîrâ böylesi bir hareket, helâl olan şeyi de harâm kılar.

Âyette geçen, “Haddi aşmayın” ifâdesi, “helâli harâm kılma” fiilini kulluk haddini aşmak ve zulüm olarak takdim etmektedir. Aynı şekilde bu tabir, temiz olan şeyleri mubah kılmakla birlikte, israftan da sakındırmaktadır. Bir de burada, “Mâdem Allâh size temiz olanları helâl kılmış, bunlarla yetinip harâma gitmeyin!” mânâsı da mevcuttur.

Tahrim sûresinin baş tarafında yer alan; “Ey Peygamber, eşlerinin rızâsını gözeterek, Allâh'ın sana helâl kıldığı şeyi niçin kendine harâm kılıyorsun?” (et-Tahrîm 66/1) âyeti de aynı maksadı ihtiva etmektedir.

Asr-ı saâdetten sonra Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-'in izini adım adım takip eden Allâh dostları, haram lokmadan son derece uzak durmaya çalışmışlardır. İbrahim Ethem hazretlerinin başından geçen şu hadise bu mevzunun ehemmiyetini göstermesi açısından pek ibretlidir. O şöyle anlatıyor:

Birgün Beyt-i Makdis mescidinde, vazifeliler çıkarmasın diye hasıra sarınıp yatmıştım. Gece yarısı olunca mescidin kapısı açıldı, içeri bir pîr girdi. İki rekât namaz kıldıktan sonra arkasını mihrâba dönerek oturdu. Oraya kırk kişi daha geldi. İçlerinden biri:

– Burada bir kişi yatıyor, dedi. Pîr gülümseyerek:

– O İbrahim Ethem'dir. Kırk gündür kıldığı namazın tadını bulamaz, dedi. O sözü işitince dayanamayıp pîrin huzûruna geldim. Selam verip:

– Allâh aşkına, benim bu hâlimin sebebi nedir, diye dordum. Şöyle dedi:

– Falan gün Basra'da hurma satın almıştın. Bir hurma yere düştü, kendinin zannederek onu da aldın. Halbuki o senin değildi. Bu sebeple mâneviyattan yüz fersah uzak düştün, dedi.

Hemen gidip hurma aldığım kimseyle helalleştim. Bu durum ona da çok tesir etti ve infâk sâhibi sâlih kimselerden oldu. (Attâr, s. 122-123)

Hâsılı haram helâl konusu dînî hayatın ve uhrevî saâdetin esasını teşkil eden en mühim umdedir. Kul hakkına gösterilmesi gereken ehemmiyet de bunun bir parçasıdır

KUL HAKKINA GÖSTERDİĞİ EHEMMİYET




“Kıyâmet günü kişi kardeşinden,
anasından, babasından, hanım
ve çocuklarından kaçar.” (Abese 80/34-36)


Kul hakkını ihlâl, Allâh Teâlâ'nın, engin af ve merhametinin hudutları dışına çıkardığı büyük günâhlardan biridir. Cenab-ı Hak, kul hakkını bağışlayıp bağışlamamayı, haksızlığa uğrayan kuluna bırakmıştır. Her hâliyle beşeriyete numûne olan Kâinâtın Efendisi, Allâh Teâlâ'nın huzûruna kul hakkıyla çıkmamak için, fevkalâde titizlik göstermiş ve pek güzel örnek davranışlar sergilemiştir. Bunlardan birisini Ebû Zür'a -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:

“Seyyidü'l-Mürselîn Efendimiz, Tâif seferi sırasında, Karn-ı Menâzil'den ayrılırken hayvanına binmek istediği zaman devesi Kasvâ'yı hazırladım. Kasvâ'nın yularını elimde tuttum, üzerine binince de kendisine verdim ve terkisine bindim. Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- yürütmek için devenin arkasına kamçı ile vuruyor, her vuruşunda kamçı bana da değiyordu. Sonra bana dönüp:

«– Yoksa kamçı sana da mı değiyor?» diye sordu.

– Evet, anam babam sana fedâ olsun! dedim.

Ci'raneye inince bir köşede davarlar bulunuyordu. Ganîmet mallarının başındaki memûrdan onlar hakkında bir şeyler sordu. Memûr da sorulan şeyler hakkında bilgi verdi. Bundan sonra Resûlullâh:

«– Ebû Zür'a nerede?» diye seslendi.

– İşte buradayım! dedim.

«– Şu davarları al! Akşamleyin sana değen kamçılara karşılık!» buyurdu. Saydığımda, o davarların yüz yirmi tâne olduğunu gördüm. Benim edindiğim ve en çok faydalandığım malım bunlardı.” (Vâkıdî, III, 939)

Bu hâdisede Rasûl-i Ekrem -sallallâhu aleyhi ve sellem-'in kul hakkı husûsunda sergilediği hakşinaslık, çağları aydınlatacak bir mâhiyet arzetmektedir. İnsanların bu hassâsiyetle birbirine davrandığı bir dünyânın, nasıl bir cennet köşesi hâline geleceği tasavvur edilmelidir.

Harb bin Süreyc, ismini vermediği bir zattan, kul hakkının âhiretteki ağır mes'ûliyetini en güzel şekilde ortaya koyan şu ibretli hâdiseyi nakleder:

Medine'ye varıp vâdinin civârında konakladım. İki kişi, aralarında iri bir keçinin pazarlığını yapıyorlardı. Müşteri satıcıya:

– İkramda bulun, diyordu. O sırada karşıdan gelen bir kimse gördüm. Kendi kendime; “Acaba bu Haşimoğullarından halkı saptıran o adam mı?” dedim. Baktım yakışıklı, alnı geniş, ince burunlu, kalem kaşlı, göğsü boğazından göbeğine kadar bir ip gibi siyah kıllarla örtülü, üzerinde iki parçadan ibâret eski elbisesi olan bir insandı. Bize doğru yaklaşıp selâm verdi. Biz de selâmına mukâbelede bulunduk. Kısa bir müddet sonra müşteri onu çağırarak:

– Ya Resûlallâh, ona söyle de bana ikramda bulunsun, dedi. Allâh Resûlü elini uzattı ve şöyle buyurdu:

“– Mallarınıza siz mâlik bulunuyorsunuz. İsterim ki kıyâmet günü Allâh'a kavuştuğum zaman sizden hiçbir kimse malına, canına ve ırzına haksız yere tecâvüz ettiğim iddiasıyla karşıma çıkmasın. Allâh Teâlâ satarken, alırken, tutarken, verirken, hükmederken ve birisi ile muhâkeme olurken kolaylık gösterene rahmet etsin...”

Daha sonra, olayı nakleden bu zât, Sevgili Peygamberimiz'in sözlerinden etkilenerek kendisini tâkib etmiş, İslâm hakkında sorular sorarak nihâyetinde “Dâvet ettiğin şeyler ne güzel!” diyerek Müslüman olmuş ve şöyle demekten de kendisini alamamıştır:

“Şimdiye kadar yer yüzünde ondan daha çok nefret ettiğim hiç kimse yokken, şimdi o bana evlâdımdan, anamdan, babamdan ve bütün insanlardan daha sevimli hâle geldi.” (Heysemi, IX, 18)

İnsanların haksız yere haklarına tecâvüz ederek âhlarını almamak lâzımdır. Zîra mazlûmun duâsı ile Allâh arasında hiçbir perde yoktur. M. Raif Bey bunu şöyle dile getirir:

Sen âh deyip de geçme öyle,

Bir âh'dadır Celâl-i Zâtı

Bir âh semâyı, arşı sarsar

Bir âh yıkar bu kâinâtı

Kul hakkı üzerinde titzlikle duran Rasûl-i Ekrem Efendimiz, kişinin bu fâni dünyâdan göçmeden evvel, üzerinde bulunan hakları ödemesi gerektiğini bildirerek şöyle bildirir:

“Kimin üzerinde din kardeşinin ırzı, namusu veya malıyla ilgili bir zulüm varsa, altın ve gümüşün bulunmayacağı kıyâmet günü gelmeden önce, o kimseyle helâlleşsin. Aksi takdirde, sâlih amelleri varsa, yaptığı zulüm mikdarınca sevaplarından alınır (hak sâhibine verilir.) Şâyet iyilikleri yoksa, zulüm yaptığı kardeşinin günâhlarından alınarak onun üzerine yüklenir.” (Buhârî, Mezâlim, 10)

Kul hakkına giren kimselerin kıyamet günü gelmeden zulmettikleri kimselerle helâlleşmeleri, sonra da tövbeye yönelmeleri gerekir. Zîrâ kıyamet günü, altın ve gümüşün geçerli olmayacağı bir hesaplaşma günüdür. Gerçek zarar ve ziyan, hakiki iflâs hadis-i şerîfte haber verilen durumdur. Bu bakımdan namaz, oruç, zekât gibi emredilen ibâdet ve taatlara devamla birlikte dinin harâm kıldığı şeylerden sakınılması icâb etmektedir. Nebî -sallallâhu aleyhi ve sellem-:

Müslüman, dilinden ve elinden Müslümanların zarar görmediği kimsedir ...” (Buhârî, Îmân, 4-5) buyurarak kul hakkına ehemmiyet verilmesi gerektiğini veciz bir şekilde vurgulamaktadır. Zîrâ Sevgili Peygamberimiz, ne suretle olursa olsun, kul hakkına tecavüz edenleri cehennem azabıyla uyarmaktadır. Bir defâsında Resûl-i Ekrem Efendimiz :

“Yemin ederek bir Müslümanın hakkını alan kimseye, Allâh cehennemi vâcip, cenneti de harâm kılar.”
buyurunca bir adam:

– Ya Resûlallâh! Şâyet o küçük ve değersiz bir şey ise de mi? dedi. Bunun üzerine Efendimiz:

“– Misvak ağacından bir dal bile olsa, böyledir.” buyurdu . (Müslim, Îmân, 218)

Kul haklarına tecavüzün bir diğer çeşidi de, âmmenin ortak hakkı olan devlet mallarını haksız bir şekilde gasbetmek ve uygunsuz olarak kullanmaktır. Özellikle kamuyu ilgilendiren yerlerde çalışan kişilerin, bu bakımdan çok duyarlı olmaları gerekmektedir. Allâh Resûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem-, bu konuda da ümmetine son derece ciddi uyarılarda bulunmuştur. Bu uyarılardan birini ihtivâ eden hâdise şöyledir:

Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- Ezd kabilesine mensup İbn-i Lütbiye denilen bir adamı zekât toplamak üzere görevlendirmişti. Bu zât, vazifesini yapıp Resûlullâh'ın huzûruna gelince:

– Şu mallar sizin, bunlar da bana hediye edilenler, dedi. Bunun üzerine Efendimiz minbere çıktı ve Allâh'a hamd ü senâdan sonra şöyle buyurdu:

“Allâh Teâlâ'nın benim idâreme verdiği işlerden birine, sizlerden birini tayin ediyorum, sonra da o kişi dönüp geliyor ve bana; «Şunlar size ait olanlar; bunlar da bana hediye edilenler.» diyor. Eğer o kişi sözünde doğru ise, babasının veya anasının evinde otursaydı da kendisine hediyesi gelseydi ya! Allâh'a yemin ederim ki, sizden biriniz haksız olarak bir şey alırsa, kıyamet gününde o aldığı şeyi yüklenmiş vaziyette Allâh'ın huzûruna çıkar. Bu, böğüren bir deve veya bağıran bir inek yahut da meleyen bir koyun olabilir.”

Sonra Resûlullâh, ellerini iyice yukarıya kaldırıp:

“Allâhım! Tebliğ ettim mi?” buyurdu. (Müslim, İmâre, 26; Buhârî, Zekât, 3)
Burada devlet hizmetinde bulunanların zekât-hediye ayrımını doğru yapmaları gerektiği, devlet görevlilerinin hediye olarak aldıkları şeyin aslında kendi hakları olmadığı vurgulanmaktadır. Dolayısıyla bu görevler yapılırken, son derece dikkatli ve dürüst olmak gereklidir. Bunlar, âmmeye ait mallar olduğu için, en küçük bir haksızlık bile büyük günâhtır.

Tarih sayfalarında yerini almış olan şu hâdise, ecdâdımızın bu nebevî îkâzlar istikâmetinde yaşamayı nasıl düstûr hâline getirdiklerini göstermesi açısından, oldukça ibretlidir. Sultan Vahîdeddin İstanbul'dan çıkmadan evvel, Hazîne-i Hümâyûndan makbuz mukâbilinde Kıyâmetnâme adlı kitabı yanına getirtmişti. Vatanını terk etmek mecbûriyetinde bırakıldığı zaman, o dönemde minyatürleri iki milyon değerinde olan bu eseri, makbuzunu getirterek tekrar Hazineye iâde etti. Yakınları kendisine:

– Padişahım! Hazine-i Hümâyûnunuzdaki bütün eşya ecdâdınıza ve hânedânınıza, hükümdarlar tarafından hediye edilen şeylerdir. Bunlar sizin öz malınızdır! Bâhusûs iâde buyurmak istediğiniz kitabın iki, belki üç milyon altına alıcısı hazırdır. Hiç olmazsa bunu bir ihtiyat olarak nezd-i şâhânenizde alıkoymak doğru değil midir? dediklerinde Sultan Vahîdeddin, Resûl-i Ekrem Efendimiz'in hâdîs-i şerîfi istikâmetinde şu cevâbı vermiştir:

– Haklısınız, bunlar hesâbını kimseye vermekle mükellef olmadığımız şahsî malımızdır. Fakat ecdâdım bu milletin hükümdarları olmasaydılar, onlara kim bu hediyeleri verirdi? Binâenaleyh bu kıymet biçilmez eşyâ ve evânîde (kaplarda), benim kadar milletimin de hakkı vardır. Ben bu ihân eti kabul edemem!1

Bu târihî hakîkat, bütün bir insanlık âlemi için üsve-i hasene olan Resûl-i Ekrem Efendimiz'in sünnet-i seniyyesinin asırlar boyunca canlı bir şekilde yaşanarak muhâfaza edildiğinin ve her şeyden aziz tutulduğunun en bâriz bir tezâhürüdür.

Ömer bin Hattâb -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:

Hayber Gazvesi günü idi. Nebî -sallallâhu aleyhi ve sellem-'in ashâbından bir grup geldi ve:

– Falanca şehit, falanca da şehit, dediler. Sonra bir adamın yanından geçerken:

– Falanca kimse de şehit olmuş, dediler. Efendimiz :

“ – Hayır, ben onu, ganîmet mallarından haksız yere aldığı bir hırka içinde cehennemde gördüm” buyurdu. (Müslim, Îmân, 182)

Şehitlik, kişinin bir çok günâhına keffâret olduğu halde, âmmenin malına hıyâneti ve kul haklarını ortadan kaldırmaz. Bu sebeple Peygamber Efendimiz, şehid olduğu haber verilen bir kişinin, ganîmet malları henüz paylaşılmadan onlardan aldığı bir hırkadan dolayı, cehennemde olduğunu bildirmiş, âmme malına ihânetin ve kul hakkının affedilmeyeceğini ümmetine öğretmiştir.

Peygamberimiz'in hizmetini gören Mid'am isminde zenci bir kölesi vardı. Onu Rifâa bin Zeyd el-Cüzâmî hediye etmişti. Efendimiz'in yükünü indirdiği sırada, nereden geldiği belli olmayan bir ok isâbet edip ölümüne sebep oldu. Müslümanlar:

– Ey Mid'am! Cennet sana mübârek olsun! Ya Resûlallâh, hizmetçine şehitlik mübârek olsun! diyerek gıpta ve tehassürlerini ifâde ettiklerinde Allâh Resûlü:

“– Hayır, öyle değildir. Varlığım kudret elinde bulunan Allâh'a yemin ederim ki, Hayber günü ganîmet malları paylaşılmadan önce aldığı bir kilim, şu anda onun üzerinde alev alev yanmaktadır!” buyurdu.

Bunu işiten Müslümanlar çok korktular. Bir adam Peygamberimiz'e bir veya iki ayakkabı bağı getirdi:

– Ya Resûlallâh! Ben de ganîmet malları bölüşülmeden ayakkabılarım için bu bağları almıştım, dedi. Peygamberimiz:

“ – Sana da cehennem ateşinden bir veya iki bağ (yani bunlardan dolayı azap) var.” buyurdu. (Buhârî, Eymân, 33; Müslim, Îmân, 183)

Bir insan, sahâbî de olsa, hatta Peygamber'in hizmetinde de bulunsa, günâhlarına karşılık cehenneme girmesine hiçbir şey mâni olamaz. Onun cehennemde oluşunun sebebi, ganîmetten, yani devlet hazinesinden haksız olarak bir mal almış olmasıdır. Çünkü bu davranış, büyük günâhlardandır. Böyle durumlar karşısında dikkatli olunması gerektiğini bildirmek üzere Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-; “Bir kısım insanlar Allâh'ın mülkünden haksız bir surette mal elde etmeye girişirler. Halbuki bu, kıyamet günü onlara bir ateştir, başka bir şey değil.” buyururlardı. (Buhârî, Humus, 7)

Kul hakkının ihlâl edildiği tehlikeli zamanlardan biri de, insanlar arasındaki anlaşmazlıkların hükme bağlandığı anlardır. Meydana gelen bir hâdise veya haksızlık üzerine dâvâ açılır. Bu dâvâda haklı da haksız da kendini savunur. Sonunda biri dâvâyı kazanır, diğer taraf kaybeder. Fakat, şu soru hep zihinleri meşgul eder: Acaba gerçekten haklı olan mı kazandı, yoksa haksız olan mı? Allâh Resûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem- bu husûsta da mü'minleri şiddetli bir şekilde uyarmaktadır:

“Ben sâdece bir beşerim. Sizler bana yargılanmak üzere geliyorsunuz. Belki biriniz, delilini getirmekte diğerinden daha becerikli olabilir ve merâmını daha iyi anlatabilir. Ben de dinlediğime göre o kimsenin lehinde hüküm veririm. Kimin lehine kardeşinin hakkını alıp hüküm vermişsem, ona cehennemden bir parça ayırmış olurum .” (Buhârî, Şehâdât, 27; Müslim, Akdiye, 4)

Bu hadis-i şerife istinaden söylenen meşhur bir darb-ı mesel şöyledir:

“Biz zâhire göre hükmederiz, işin iç yüzünü ancak Allâh Teâla bilir.”

Darb-ı meselde de ifade edildiği gibi, beşerî konular, işlerin görünürdeki şekline göre hükmetmeyi gerektirir. İnsan, Allâh Teâlâ bildirmedikçe, gaybı ve hâdiselerin iç yüzünü bilemez. Peygamber Efendimiz'in de, başkaları gibi görünürdeki hâle göre hükmetmesi gerekmektedir. O da şâhitlerin ifâdesi, gösterilen deliller ve yemin gibi esaslara dayanarak hüküm vermekle mükellef kılınmıştır. Hüküm verme bahsinde ümmetine örnek olması da, ancak böylece mümkün olabilir. Fakat, yapılan şâhitliklerin ve kullanılan ifâdelerin kuvvetli ve tumturaklı olmaları sebebiyle zahire göre verilen hüküm, hakîkatte gerçeği ifâde etmeyebilir. Bu durumda hadis-i şerîf, haksız olduğu halde dâvâyı kazanan tarafı cehennem ateşiyle tehdit etmektedir. Keyfiyet böyleyken, hem dâvâ sâhiplerinin hem de dâvâların hükme bağlanmasında vazîfe gören kimselerin daha dikkatli davranmaları gerekmektedir.

İslâm dininin kul hakkı konusunda hangi din ve mezhepten olursa olsun insanlar arasında ayırım gözetmediğini ise şu hâdise açıkça ortaya koymaktadır:

Zafer oğullarından ve Ensâr'dan Tu'me bin Übeyrık, komşusu Katâde bin Nu'mân'ın evinden bir zırh çalmıştı. Zırh, içinde un bulunan bir çuvalda idi. Çuval da yırtık olduğundan evine kadar un dökülerek gitmişti. Sonra çaldığı zırhı yahûdilerden Zeyd bin Semîn adında bir adamın yanına sakladı. Çalınan zırh Tu'me'nin yanında aranıp bulunamayınca o:

– Vallâhi ben almadım ve onun hakkında bir bilgim de yok, diye yemin etti. Zırhın sâhipleri:

– Hayır, vallâhi zırhı o çaldı. Gece karanlıkta bize geldiğini gördük, zırhı aldı, evine girinceye kadar da izini sürdük, zaten un izini de görmüştük, dediler. Ancak Efendimiz hırsızlık suçlamasını reddeden Tu'me'ye yemin teklif edip, o da çalmadığına dâir yemin edince zırhın sâhipleri mecburen Tu'me'yi serbest bıraktılar. Un izini takip ederek nihâyet yahûdinin evine geldiler ve onu tutup Allâh Resûlü'ne getirdiler. Yahûdi:

– Zırhı bana Tu'me bin Übeyrık verdi, dedi ve yahûdilerden bir cemâat da buna şâhitlik ettiler. Tu'me'nin kabilesi olan Zafer oğulları ise:

– Gelin, Rasûlullah'a gidelim, dediler ve Efendimiz'e gelip Tu'me'nin durumunu anlattılar. Arkadaşlarını müdafaa sadedinde:

– Ey Allâh'ın Resûlü! Eğer hırsızlığı yahûdinin yaptığını ilân ederek onu cezâlandırmazsan arkadaşımız helâk olacak, rezil rüsvâ olacak, yahûdi de suçsuz çıkacak, dediler. Bunun üzerine Allâh Teâlâ:

“(Ey Resûlüm!) Kendilerine hıyânet edenleri savunma; çünkü Allâh hainliği meslek edinmiş günâhkârları sevmez.” (en-Nisâ 4/107) âyet-i kerîmesini indirerek, hâin ile temizi doğrudan doğruya bildirdi ve Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-'e de doğruyu gösterdi. Buna karşı Tu'me Hakk'a teslîm olup tevbekâr olacak yerde Mekke'ye kaçarak dinden döndü. (Taberi, Tefsir, IV, 364-365; Vâhidî, 183)

Bu gibi durumlarla alâkalı olarak Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-:

“İster dünyevî işlerde olsun, ister dînî konularda olsun ümmetime hîle yapan kimseye Cenâb-ı Hak lânet etsin.” buyurmuştur. (Müslim, Îmân, 164) Hak sâhibinin veya alacaklının Müslüman olma şartı yoktur. Hangi dinden olursa olsun, hakkı sâhibine tevdi etmek gerekir. Bu husûsta Server-i Âlem Efendimiz'in gösterdiği titzlik, şu hâdisede de açıkça görülmektedir:

Müslümanların Hayber'e gitmek üzere hazırlanmaları, Peygamberimiz'le anlaşmalı bulunan Medine yahûdilerini çok kaygılandırdı ve harekete geçirdi. Bunlar Efendimiz'in Kaynuka, Nadîr ve Kurayza yahûdilerini mağlûb ettiği gibi, Hayber yahûdilerini de tesirsiz hâle getireceğini anladılar. Bu arada Müslümanlarda az çok alacağı olup da onların yakasına sarılmayan hiçbir yahûdi kalmadı.

Yahûdi Ebû Şahm'ın, Abdullâh bin Ebi Hadred'de beş dirhem alacağı vardı. Abdullâh âilesi için bu yahûdiden arpa satın almıştı. Ebû Şahm yakasına sarılınca o:

– Bana biraz mühlet ver. İnşaallâh borcumu ödeyeceğim. Çünkü yüce Allâh, Peygamberine Hayber ganîmetini va'detti. Ey Ebû Şahm! Biz Hicaz'ın yiyecek ve servetçe en zengin şehrine gidiyoruz, dedi. Ebû Şahm'ın kıskançlığı ve azgınlığı kabardı:

– Sen Hayber yahûdilerini önceden savaştığınız Araplar gibi mi sanıyorsun? Tevrat üzerine yemin ederim ki orada savaşçı on bin kişi vardır, dedi. Abdullâh:

– Ey Allâh'ın düşmanı! Sen bizim himâyemiz altında bulunuyorsun. Vallâhi, seni Resûlullâh'ın huzûruna çıkaracağım, dedi ve onu tutup Efendimiz 'in huzûruna getirdi:

– Ya Resûlallâh! Bu yahûdi ne söylüyor dinle! diyerek Ebû Şahm'ın söylediklerini haber verdi. Resûlullâh Efendimiz sustu, hiçbir şey söylemedi. Yalnız dudaklarının kımıldadığı görüldü. Fakat ne söylediği işitilemedi. Yahûdi:

– Ey Ebü'l-Kâsım! Bu bana haksızlık etti, borcunu ödemedi, dedi. Allâh Resûlü Abdullâh'a:

“– Ver şunun hakkını!” buyurdu. Abdullâh:

– Seni hak peygamber olarak gönderen Allâh'a yemin ederim ki onu ödeyecek güçte değilim! dedi. Peygamberimiz tekrar:

“– Ver şunun hakkını!” buyurdu. Abdullâh:

– Varlığım kudret elinde bulunan Allâh'a yemin ederim ki, onu ödeyecek güçte değilim. Senin bizi Hayber'e götüreceğini, bize Hayber ganîmetinden bir şeyler düşeceğini umduğumu ve dönünce borcumu ödeyeceğimi kendisine söyledim! dedi. Efendimiz üçüncü kez :

“– Ver şunun hakkını!” buyurdu. Bunun üzerine Abdullâh kalkıp çarşıya gitti. Sırtındaki ridâsını çıkardı, sarığına büründü ve yahûdiye:

– Şu elbisemi benden satın al! dedi. Yahûdi onu dört dirheme satın aldı. Abdullâh kalan borcunu da bulup ödedi . (İbn-i Hanbel, III, 423; Vâkıdî, II, 634-635)

Hayâtının her safhasında bu titizlik ve adâleti gösteren Resûl-i Ekrem Efendimiz, vefatına yakın zamanlarda da ashâbına son tavsiyelerini yaparken önemine binâen yine bu noktaya temas etmiştir:

“Nihâyet ben de bir insanım! Aranızdan bâzı kimselerin hakları bana geçmiş olabilir. Ben kimin malından bir şey almışsam, işte malım gelsin alsın! İyi biliniz ki, benim katımda en sevimli olanınız, varsa hakkını benden alan veya hakkını bana helâl eden kişidir. Zîrâ Rabbime, ancak bu sâyede helâlleşmiş olarak ve gönül rahatlığı ile kavuşmam mümkün olacaktır!

Hiç kimse «Resûlullâh'ın kin ve düşmanlık beslemesinden korkarım!» diyemez! İyi biliniz ki, kin ve düşmanlık beslemek asla benim huyum değildir! Ben aranızda durup bu sözümü tekrarlamaktan kendimi müstağni görmüyorum!” buyurduktan sonra sözlerini tekrarladı. Bunun üzerine bir adam ayağa kalkıp:

– Senden bir kimse istekte bulununca, ona üç dirhem vermemi emretmiştin, ben de vermiştim, dedi. Peygamber Efendimiz:

“ – Doğru söylüyorsundur! Ey Fadl bin Abbas, buna üç dirhem ver!” buyurdu. Sonra şöyle devam etti:

“Allâhım! Ben ancak bir insanım! Müslümanlardan kime ağır bir söz söylemiş veya bir kamçı vurmuşsam, sen bunu onun hakkında temizliğe, ecre ve rahmete vesile kıl!” (İbn-i Hanbel, III, 400)

“Allâh'ım! Ben hangi mü'mine ağır bir söz söylemişsem, o sözümü kıyâmet gününde kendisi için, sana yakınlık vesilesi kıl!” diye duâ etti. (Buhârî, Deavât, 34) Sonra da:

“Ey insanlar! Kimin üzerine geçmiş bir hak varsa, onu hemen ödesin, dünyâda rüsvâ olurum demesin! İyi biliniz ki dünyâ rüsvâlığı âhiret rüsvâlığından çok hafiftir” buyurdu. (İbn-i Sa'd, II, 255; Taberi, Tarih, III, 191)
Üsve-i hasene olan Fahr-i Kâinât Efendimiz'e itaat ve ittibâ ile memûr olan her Müslümanın, kul hakkına riâyet husûsunda dikkatli olması ve kıyâmet günü “Onlar senden sonra ne günâhlar işlediler!” denilerek, Kevser havuzunun başında, Habîb-i Ekrem'in yakınlığından mahrum kalmamak için gayret etmesi zarûrîdir. Buna muvaffak olmak için de, eldeki imkân ve fırsatları iyi değerlendirmek lâzımdır

ŞÜPHELİ ŞEYLERDEN KAÇINMASI



“Sana şüphe veren şeyi bırak, şüphe
vermeyene bak!” (Tirmizî, Kıyâmet, 60)


Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- harâma düşmemek ve ondan tamamen uzaklaşmak gayesiyle, şüpheli şeylerden titizlikle kaçındığı gibi, ümmetini de bundan sakındırır ve şöyle buyururdu:

“Helâl olan şeyler belli, harâm olan şeyler de bellidir. Bu ikisinin arasında, halkın birçoğunun helâl mi, harâm mı olduğunu bilmediği şüpheli şeyler vardır. Bunlardan sakınanlar, dinini ve ırzını korumuş olur. Sakınmayanlar ise zamanla harâma düşerler. Tıpkı, sürüsünü başkasına ait bir arâzinin etrafında otlatan çoban gibi ki onun bu arâziye girme tehlikesi vardır. Dikkat edin! Her padişahın girilmesi yasak bir arâzisi vardır. Allâh'ın yasak arâzisi de harâm kıldığı şeylerdir.” (Buhârî, Îmân, 39; Müslim, Müsâkât, 107)

Açık bir hüküm olmaması sebebiyle bazı konuların, helâl mi yoksa harâm mı olduğu ilk bakışta bilinemeyebilir. Peygamber Efendimiz, insanların birçoğunun bunları bilemeyebileceğini ifâde etmiştir. İslâm âlimleri bunları, bilinen benzeri konulara kıyas ederek açıklığa kavuşturmuşlardır. Dolayısıyla, durumu böyle şüpheli olanlardan kaçınmak gerekmektedir. Çünkü, kaçınılan şey, harâm ise ona bulaşmaktan korunmuş olur. Helâl ise, takvâ niyetiyle terkedilmiş olur ki bunun bir zararı olmaz.

Şüpheli şeyler bir konuda ya delillerin teâruzuyla veya âlimlerin ihtilafıyla ortaya çıkar. Bunlar “mekrûh” veya “mübâh” olan şeylerdir. Mekrûh, kul ile harâm arasında bulunan bir eşiktir. Hayâtında mekrûha çokça yer veren kimse, harâma düşme tehlikesi ile yüzyüzedir. Mübâh da, kul ile mekrûh arasında yer alan bir eşiktir ki buna çokça yer veren de mekrûha düşer. Dolayısıyla helal bile olsa, kişiyi mekrûha veya harâma düşüreceğinden korkulan işleri yapmaktan kaçınmak gerekir. Mekruhu işleme alışkanlığı kişiyi, aynı cinsteki harâm olan veya bir şüphe bulunan yasağı işlemeye sevkeder. Bu ise, verâ nurunu eksilterek kalbin kararmasına sebep olur. Nitekim hadîs-i şerîfte:

“...Kim şüpheli olduğunu sezdiği bir şeyi terkederse, harâmlığı belli olan şeyi daha çok terkeder. Kim de şüphelendiği şeyi yapmada cü'retkâr olursa, harâmlığı açık olan şeye düşmesi daha kolaydır.” buyrulmuştur. (Buhârî, Buyû, 2)

Şüpheli konular etrâfında dolaşmanın ne kadar tehlikeli olduğunu Peygamber Efendimiz, çoban ve koruluk misâliyle en güzel şekilde beyân etmiştir. Efendimiz'in şüpheli şeylerden sakınmasıyla alâkalı pek güzel misâller vardır. Bir defâsında yolda bir hurma bulmuş ve:

“Bu hurmanın sadaka olması ihtimâlinden korkmasaydım, onu yerdim” buyurmuştur. (Buhârî, Büyû, 4; Müslim, Zekât, 164)

Kâinâtın Fahr-i Ebedîsi'nin şahsına münhasır husûsiyetlerinden biri de, zekât ve sadaka kabul etmemesidir. Çünkü zekât, Peygamberimiz ve onun temiz ehl-i beyti için haram kılınmıştı.

Resûl-i Ekrem -sallallâhu aleyhi ve sellem -'in , yolda bulduğu bir hurmayı, belki birinin sadaka vermek üzere ayırdığı hurmalardan düşmüştür, düşüncesiyle yemediğini görüyoruz. Bu durum, onun bizzat toplumda yerleştirmek istediği kâidelere dikkatle uyduğunu ve şüpheli şeylerden büyük bir titizlikle sakındığını göstermektedir. Burada dikkat çeken nüktelerden birisi de, Efendimiz'in yere düşen bir hurmanın bile zâyi olmasına rızâ göstermeyerek isrâfı engelleme gayreti içinde bulunmasıdır.

Allâh Teâlâ'nın bize helâl kıldığı nimetler sayılamayacak kadar çoktur. Bunlarla yetinmeyip harâm olma ihtimâli bulunan şeylere yönelmek, kulluğa yakışmayan bir davranıştır.

Öte yandan kullanılması şüpheli olan şeylerden sakınacağım diye helâl olan nimetlerden uzak durmak veya helâl olan nimetler hakkında vesveseye düşüp gereksiz tereddütlere kapılmak ve böylece Müslümanları sıkıntıya sokmak da doğru değildir.

Müslümanın bozulmamış selim vicdânı iyilikle kötülüğü, şüpheli olan şeyle şüpheli olmayanı ayırabilecek bir özelliğe sâhiptir. Mü'min, içinde çınlayan bu ilâhî sese kulak vermelidir. Bu gerçeğe işaret eden şu hâdise ne kadar mühimdir:

Vâbisa bin Ma'bed -radıyallâhü anh- diyor ki, birgün Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-' in huzûruna varmıştım. Bana:

“– İyiliğin ne olduğunu sormaya mı geldin?” buyurdu.

– Evet, dedim. O zaman şunları söyledi:

“– Kalbine danış. İyilik, kalbin uygun gördüğü ve yapılmasını tasdik ettiği şeydir. Günâh ise içini tırmalayan ve başkaları sana «Yap!» diye fetvâlar verseler bile, içinde şüphe ve tereddüt uyandıran şeydir.” (İbn-i Hanbel, IV, 227-228; Dârimî, Büyû, 2)

Yapılan bir iş gönülde huzûrsuzluk doğuruyor ve o işin başkaları tarafından duyulması istenmiyorsa , o hareket mutlaka şüphelidir, çirkindir ve yapılmaması gerekir. Çünkü insanların çoğu, yaptıkları iyiliğin duyulmasını, bu sebeple kendilerine gıpta ve hayranlıkla bakılmasını isterler. Bu, herkesin rahatlıkla kullanabileceği şaşmaz bir ölçüdür. Dolayısıyla, yapılan bir hareketin günâh olup olmadığı husûsunda şüpheye düşmek bile, o hareketi terk etmek için yeterli bir sebeptir. Bu ölçüden hareketle mü'min, herhangi bir işi yapmaktan dolayı gönlünde bir rahatsızlık hissediyor, içini bir şüphe ve tedirginlik kemirip duruyorsa, derhal o işten vazgeçmelidir.

Peygamber Efendimiz, bu sahâbîye iyiliğin ne olduğunu kalbine danışarak öğrenmesini tavsiye ederek, günâh ve ihtiraslarla zedelenmemiş bir kalbin iyiyi kötüden ayırt edebileceğini söylemiştir. Göğsünde İslâm sevgisi bulunan kimsenin, Allâh'ın lûtfettiği ilâhî bir nûra sâhip olduğunu ifâde eden âyet-i kerîme de (ez-Zümer 39/22) bu gerçeği tasdik etmektedir. Peygamber Efendimiz'in mübârek parmaklarıyla Vâbisa'nın göğsüne vurarak ısrarla; “Gönlüne sor, kalbine danış!” buyurması, herkesin kendi problemini daha iyi bileceğini göstermekte, içinde bir şüphe ve tereddüt uyanınca da, o işten süratle uzaklaşması gerektiğini belirtmektedir.

Ashâb-ı kirâmdan Ukbe bin Hâris -raddıyallâhü anh-'ın başından geçen şu olay, şüpheli işlerden uzak durma mevzuunda Allâh Resûlü ' nün kesin tavrını en açık bir şekilde ortaya koymaktadır:

Ukbe bin Hâris, Ebû İhâb bin Azîz'in kızı ile evlenmişti. Bu olay üzerine bir kadın geldi ve:

– Ben Ukbe'yi de, evlendiği kadını da emzirmiştim, dedi. Ukbe o kadına:

– Beni emzirdiğini bilmiyorum. Üstelik bunu bana daha önce de hiç söylemedin, dedi. Sonra da bineğine atlayıp Resûlullâh Efendimiz'e danışmak üzere Medine'ye geldi. Meseleyi hemen Efendimiz 'e açtı. Allâh Resûlü:

“– Mâdem ki böyle deniyor o kadınla nasıl evli kalabilirsin?” buyurunca, Ukbe ile karısı ayrıldı ve kadın bir başkasıyla evlendi. (Buhârî, İlim, 26)

İslâm, süt kardeşle evlenmeyi, aynen kan kardeşle evlenmek gibi haram kılmıştır. Evlenecek kimselerin bunu iyice tetkik etmeleri ve şüpheye düşürecek ihtimallerden uzak durmaları gerekmektedir. Hadîs-i şerîf, şüphe kıskacının insanı devamlı surette huzûrsuz edeceğini, böyle yaşamaktansa bu evliliğe son verip gönlü huzûra kavuşturmanın daha isâbetli olacağını söylemektedir. Bu bakımdan, Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-, ümmetini harâmlardan uzak tutabilmek için, onlara şüpheli şeylerden de sakınmalarını tavsiye eder ve:

“Sana şüphe veren şeyi bırak, şüphe vermeyene bak!” buyururdu. (Tirmizî, Kıyâmet, 60 )

Şüpheli şeylerden sakınmanın insan mâneviyâtına tesîrini ortaya koyan şu hadîs-i şerîf ne kadar mühimdir:

“Bir kul günâha girerim korkusuyla, yapılması sakıncalı olmayan bâzı şeylerden bile uzak durmadıkça, müttakîler derecesine çıkamaz.” (Tirmizî, Kıyâmet, 19)

Bir Müslümanın hedefi, muttakî olabilmektir. Yani, Allâh'a derin bir saygı duyan ve O'nun rızasını kaybetmekten sakınan kimseler s eviyesine ulaşmak ve dünyâya vedâ edip giderken de Allâh Teâlâ'nın rızâsını kazanmış olabilmektir. Bu hedefe varabilmek için, acaba bilerek veya bilmeyerek bir günâh işler de, Allâh katındaki değerimi kaybeder miyim diye dikkatli ve titiz davranması gerekir. Efendimiz'in buyurduğu gibi, yapılması ilk planda sakıncalı görünmeyen bâzı davranışlardan bile, günâha girme endişesiyle uzak durmalıdır. Bu konularda en büyük hassâsiyeti gösterenlerden biri Hz. Ebûbekir idi. Hz. Âişe şöyle anlatıyor:

“Ebûbekir es-Sıddîk'ın bir kölesi vardı. Bu köle kazancının belli bir kısmını Ebûbekir'e verir, o da bundan yerdi. Yine bir gün, köle kazandığı bir şeyi getirdi, Ebûbekir de onu yemeğe başladı. Köle Ebûbekir'e:

– Yediğin şeyin ne olduğunu biliyor musun? diye sordu. Ebûbekir:

– Söyle bakalım, neymiş? diye açıklamasını istedi. Köle şunları söyledi:

– Falcılıktan anlamadığım halde, câhiliye devrinde falcılık yaparak birini aldatmıştım. Bugün onunla karşılaştık. Adam o yaptığım işe karşılık, işte bu yediğin şeyi verdi.

Bunun üzerine Ebûbekir, parmağını ağzına götürerek yediklerinin hepsini dışarı çıkardı. (Buhârî, Menâkıbü'l-Ensâr, 26)


Bir mü'min harâmlardan şiddetle sakınır. Kendisinin ve ailesinin midesine harâm lokma koymanın büyük bir günâh olduğunu bilir. Hatta bununla da yetinmeyip Hz. Ebûbekir'in yaptığı gibi, harâm olması ihtimâli bulunan şeylerden uzak durur. Zîrâ o iyi bilir ki, harâm bir gıdanın sağladığı kuvvetle yapılan ibâdetler ve duâlar kabul edilmez.

Hulefâ-i Râşidîn'in adaletiyle mâruf sîması Hz. Ömer -radıyallâhü anh-'ın şu tavrı da bu konuya güzel bir örnektir. O , ilk hicret eden sahâbîlere dörder bin, oğlu Abdullâh'a da üç bin beş yüz dirhem maaş bağlamıştı. Hz. Ömer'e:

– Oğlun da ilk hicret edenlerden biridir. Onun hakkını niçin kıstın? diye sordular. Hz. Ömer şunları söyledi:

– Oğlum babasıyla birlikte hicret etti. Bu sebeple yalnız başına hicret edenlerle bir tutulamaz. (Buhârî, Menâkıbü'l-Ensâr, 45)

Burada İslâm'ın âdil halifesi Hz. Ömer'in, devlet malını dağıtırken ne kadar titiz davrandığı görülmektedir. İlk muhâcirlerden olmasına rağmen, on bir yaşında anne ve babasıyla birlikte hicret ettiği için kendi oğluna beş yüz dirhem daha az para veriyordu. Normalde diğerleri ile oğlunu eşit tutması gerekirdi. Çünkü onlar içinde de anne babasıyla birlikte hicret edenler vardı. Fakat o böyle yapmadı, şüpheli şeylerden uzak durma veya helâl olanların bir kısmından vaz geçme kâidesine uyarak, oğluna az verdi.

Şüpheli şeyler husûsundaki bu hassâsiyet, çağlar boyu Allâh dostları vasıtasıyla süregelmiştir. Bu mümtaz şahsiyetler, geriden gelenlere çok güzel hakkaniyet hâtıraları bırakmışlardır. Bunlardan biri de, İmam-ı A'zam Ebû Hanîfe hazretleridir.

Ebû Ha­nî­fe haz­ret­le­ri, ticâret­le ge­çi­nen servet sâhibi zen­gin bir kim­se idi. An­cak ilim­le meş­gul ol­du­ğun­dan ti­câ­rî iş­le­ri­ni ve­ki­li va­sı­ta­sıy­la yü­rü­tür, ken­di­si de ya­pı­lan ticâretin he­lâl dâ­ire­si için­de olup ol­ma­dı­ğı­nı kont­rol eder­di. Bu mevzuda o de­re­ce duyarlı idi ki, bir de­fa­sın­da or­ta­ğı Hafs bin Ab­dur­rah­man'ı ku­maş sat­ma­ya gön­der­miş ve ona:

– Ey Hafs! Mal­da şu şu özür­ler var. Bu­nu müş­te­ri­ye söy­lemeyi unutma ve şu ka­dar da ucu­za sat! de­miş­ti.

Hafs da ma­lı İmâm'ın be­lirt­ti­ği fi­ya­ta sat­mış, an­cak on­da­ki öz­rü müş­te­ri­ye söy­le­me­yi unut­muş­tu. Du­ru­mu öğ­re­nen Ebû Ha­nî­fe haz­ret­le­ri, Hafs bin Ab­dur­rah­mân'a:

– Ku­ma­şı alan müş­te­ri­yi ta­nı­yor mu­sun? di­ye sor­du. Hafs'ın, müş­te­ri­yi ta­nı­ma­dı­ğı­nı be­lirt­me­si üze­ri­ne İmâm, he­lâl ka­zan­cı­nın le­ke­le­ne­ce­ği ve şüphe karışacağı en­di­şe­siy­le, sa­tı­lan mal­dan el­de edi­len ka­zan­cın ta­mâ­mı­nı sa­da­ka ola­rak da­ğıt­tı. İş­te onun bu tak­vâ­sı, mad­dî mâ­ne­vî ticâreti­ne zi­yâ­de­siy­le be­re­ket ol­du.

Bir kim­se­nin te­miz gö­nül­lü, ih­lâs sâhibi ve ehl-i is­ti­kâ­met ol­du­ğu­nu an­la­mak için, onun yap­tı­ğı ibâ­det­le­rin­den zi­ya­de kal­bî se­vi­yesine, muâmelâttaki harâm helâl titizliğine ve şüpheli şeylerden uzak durma gayretine bakılmalıdır.

kaynak:usve-i hasena kitabı

paylaşım için teşekürler ALLAH razı olsun..

amin cümlemizden inşallah


paylaşım için teşekürler ALLAH razı olsun..

amin cümlemizden inşallah

paylaşım için teşekkürler ALLAH razı olsun

paylaşım için teşekkürler ALLAH razı olsun..

Amin cümlemizden inşallah...


Sevgili Peygamberimiz

MollaCami.Com