Bölümler | Kategoriler | Konular | Üye Girişi | İletişim


Peygamber (s.a.s.) Efendimizin Namazı

Peygamber (s.a.s.) Efendimizin Namazı
[right]"Nebiler Sultanı'nın güzel vasıflarını,
hiç durmadan devamlı olarak şerh etsem,
yüzlerce kıyamet geçer de yine bitmez."
Mevlana [/right]

Sevgili Peygamberimiz hiç günahı olmadığı halde, gündüzleri; devlet, millet ve din işlerini yürütüyor, geceleri mübarek ayakları şişinceye kadar namaz kılmakla meşgul oluyordu. Böylece rabbinin ihsan ve ikram ettiği nimetlerin şükrünü edaya ve onun rızasını tahsile çalışıyordu. Hâsılı, korku, hastalık, sefer, sıkıntı ve zorluklar... hiçbir şey onun namaz kılmasına mani olmuyordu.

Mirac'da beş vakit namazın farz kılınmasından itibaren iki cihan Güneşi Efendimiz ömürlerinin sonuna kadar namazı hiç terk etmemişlerdir. Vefatlarına yakın hasta olduklarında, Hz Ali ve Hz Abbas -radıyallahü anhümâ-'nın koltuğuna girerek cemaate devam etmiş, ashabına ve ümmetine namazın ehemmiyetini, devam lüzumunu ve şiddetli hastalık halinde bile hiçbir suretle asla terki câiz olmayacağını fiilen talim ve irşat buyurmuşlardır.

Hz. Aişe (r.a) anlatıyor: Rasulullah bizimle konuşur, biz de onunla konuşurduk. Ama namaz vakti gelince sanki bizi tanımıyor gibi bir hale gelir, bütün varlığıyla Allah'a yönelirdi. (Fezail-i A'mal s. 303)

Sahabe-i Kiram, Rasulullah -sallallahü aleyhi ve sellem-'e:

"- Fetih suresinde Allah Teala, sizi tamamen bağışladığı bildirmiştir. Öyleyse neden böylesine uzun ve ebedi bir ibadet yapıyorsunuz? dediklerinde, Fahr-ı Kainat -sallallahü aleyhi ve sellem-:

"- Allah'a şükreden bir kul neden ben olmayayım?" diye cevap vermiştir.

Bir Hadis-i Şerifte bildirildiğine göre; Rasul-i Ekrem -sallallahü aleyhi ve sellem- namaz kılarken, mübarek göğsünden sürekli el değirmenin sesi gibi hıçkırıklı ağlama sesi gelirdi.

Hazret-i Aişe -radıyallahü Anhâ-'den rivayete göre Rasul-i Ekrem -sallallahü aleyhi ve sellem-'in namazda göğsünden tencere tokurtusuna benzeyen tarzda sesler gelirdi. (İbn-i Mace, Mukaddime, 3.)

Hazret-i Aişe -radıyallahü Anhâ-' Validemizin anlattığına göre, Hazret-i Peygamber -sallallahü aleyhi ve sellem- Efendimiz, geceleri mübarek ayakları şişinceye kadar uzun müddet teheccüde devam ederlerdi. Durumdan müteessir olan muhterem zevcesi:

"-Ey Allah'ın resûlü, geçmiş ve gelecek günahların bağışlandığı halde niçin böyle yapıyorsun?" diye sorunca;

"-Ey Âişe! Rabbime çok şükreden bir kul olmayayım mı?" karşılığını vermiştir. (Buhari, Teheccüd, 6)

Hazret-i Ata -radıyallahü Anh- şöyle anlatmıştır. Hazret-i Aişe -radıyallahü Anhâ-'ya :

"-Allah Resulünden şahit olduğun en şaşırtıcı hadiseyi bize haber ver." dedim. Hazret-i Aişe ağladı ve dedi ki:

"- Onun hangi hali şaşırtıcı değildi ki. Bir gece geldi. Benimle beraber yatağa girdi. Tenim tenine değdi ve sonra dedi ki:

"-Ey Ebû Bekir'in kızı, bırak beni! Rabbime ibadet edeyim." Ben dedim ki:

"-Senin yanında olmayı seviyorum, fakat senin arzuna uymayı tercih ederim."

Kendisine izin verdim, kalktı, su ibriğine gitti, abdest aldı. Suyu çok dökerek israf etmedi. sonra namaza durdu, ağlamaya başladı. Öyle ki, göz yaşları, mübarek göğsüne doğru aktı. sonra rükûa gitti, gene ağladı. sonra secdeye gitti, gene ağladı. sonra başını secdeden kaldırdı, gene ağladı. Bu ağlaması sabaha kadar devam etti. Sabah namazı vakti Bilal geldi. Ezan okudu. Ben o zaman dedim ki:

"-Ey Allah'ın rasûlü! Seni ağlatan sebep nedir? Allah senin geçmiş ve gelecek bütün günahlarını affetti. Buyurdular ki:

"-Şükreden bir kul olmayayım mı? Bu şükrü ben neden yapmayayım?" (Sâdık Dânâ, Altınoluk sohbetleri, C.1, s. 193)

Fahr-ı Kainat -sallallahü aleyhi ve sellem- Efendimizin, ahir ömürlerinde ruhi saadetlerini teslim ederken yaptığı son nasihati, namaza dikkat etmek hususunda olup; bu, ondan rivayet edilen son Hadis-i Şeriftir. Hazret-i Enes -radıyallahü anh- anlatıyor:

"Rasûlullah Aleyhissalâtü Vesselama ölüm geldiği vakit, can çelişirken yaptığı vasiyetin hepsi:

"-Namaz(ı ihmal etmeyin) ve sağ ellerinizin sahip oldukları (nın yani kölelerinizin hukukuna riayet edin!) demek olmuştur." (Prof. Dr. İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, c. 17, s. 338)

Bir kimseye en çok sevdiği insanlardan birinin geldiği müjdelendiğinde nasıl sevinir ve kendinden geçerse; Allâh Rasûlü de namaza duracağı zaman, bu sevinçten yüzlerce kat fazlasıyla sevinç ve coşkunluk duymaktaydı. Rabbine karşı huşû ve tevâzûun zirvesine çıkar ve O'na yalvarıp yakarmaktan ayrı bir kulluk zevki alırdı.

Müslümanlar kendilerine farz olan beş vakit namazı kılarlardı, halbuki Rasûl-i Ekrem fazla olarak kuşluk, işrak, teheccüd gibi nâfile namazlar da kılardı. Bütün müslümanlar her gün üzerlerine farz olan on yedi rek'at farz namazı kılarlarken, Rasûlullâh -sallallâhu aleyhi ve selem- geceli gündüzlü günde farz ve nâfile olarak 50-60 rek'at namaz kılardı. Bu namazlarda Allâh'a muhabbet manası Rasûlullâh'ın kalbindeki her şeyden ve her manadan daha üstündü. Rükûu uzatırdı, o derece ki uzaktan bakan onu secdeye kapanmayı unuttu zannederdi.

Huzeyfe -radıyallâhu anh- şöyle anlatıyor: Bir gece Nebî -sallallâhu aleyhi ve sellem- ile berâber namaza durdum. Bakara sûresini okumaya başladı. Ben içimden:

- Yüzüncü ayete varınca rukûya varır, dedim. Yüzüncü ayete geldikten sonra da okumasını sürdürdü.

Ben: - Herhalde bu sûre ile iki rekat kılacak, diye zihnimden geçirdim. Okumasına devam etti. Sûreyi bitirince rükûa varır, diye düşündüm. Sonra Nisâ sûresini okumaya başladı. Bitirince Âl-i İmrân sûresini okumaya başladı. Ağır ağır okuyordu. Tesbih âyetleri geldiğinde 'sübhânallâh' diyor, dua âyeti geldiğinde duâ ediyor, istiâze ayeti geldiğinde de Allâh'a sığınıyordu. Sonra rükûa vardı. 'Sübhâne Rabbiye'l-Azîm' demeye başladı. Rükûu da kıyâmı kadar sürdü. Sonra 'Semiallâhu limen hamideh. Rabbenâ leke'l-hamd' diyerek (doğruldu). Rükûda durduğuna yakın bir müddet kıyamda durdu. Sonra secdeye vardı. Secdede 'Sübhâne Rabbiye'l-A'lâ' diyordu. Secdesi de kıyâmına yakın uzunlukta idi. (Müslim, Salâtü'l-Müsâfirîn, 203)

Vahyin başlangıcından itibaren namazını Beytullah'ın avlusunda kendisine düşman olan, insafsızca eza ve cefâ eden müşriklerin gözünün önünde kılardı. Namazda iken müşriklerden bazıları üzerine hücum etmişti de onlardan korkup da namazını bile bırakmamıştı. Savaş esnasında iki tarafın kuvvetleri karşılaşıp da kılıç seslerinin şakırdadığı, mızrakların vızıldadığı, kalplerin hızla çarptığı bir zamanda dahî namaz vakti geldiğinde, namazı kılmak için müslümanlar saf saf olurlar, önde Peygamberleri imam olurdu.

Ebû Hureyre radıyallâhu anh anlatıyor: Rasûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- bir sefer esnâsında

Dacnân ile Usfan arasında konaklamıştı. Müşrikler:

- Onların bir namazları vardır ki onlar için babalarından ve evlatlarından çok daha kıymetlidir. Bu namaz ikindi namazıdır. Hazırlığınızı yapın, üzerlerine toptan bir kerede çullanın!'' dediler.

Cebrail aleyhisselam, Resulullah -aleyhi's-salâtü ve's-selâm-'a gelerek ashabını iki kısma ayırmasını, onlardan bir grupla namaz kılarken diğer grubun geri tarafta ayakta beklemesini, tedbirli olmalarını ve silahlarını beraberlerinde almalarını, birinci gruba bir rek'at kıldırmasını, bu kısmın birinci rekatten sonra geri çekilmesini, arkadaki grubun öne ilerlemesini, bu yeni gruba da bir rek 'at kıldırmasını, böylece her bir grubun Resulullah'la birlikte birer rek'atlerinin olmasını, Resulullah'ın da böylece iki rek'at kılmış olmasını emretti. (Tirmizî, Tefsîr, 4 (3035)

Rasûlullâh -sallallâhu aleyhi ve selem-'in âllâh'ın huzûruna durma iştiyâkı o kadar yüksekti ki savaşlarda sâdece farz namazları kılmakla yetinmez, geceleri sabahlara kadar doya doya ibâdet iklimini yudumlardı. Nitekim Ali -radıyallâhu anh- Bedir Gazvesi'ni anlatırken şöyle demektedir:

- Bedir günü aramızda Mikdâd'dan başka süvâri yoktu. İyi biliyorum, o zaman Allâh Rasûlü hâric hepimiz uyumuştuk. Rasûl-i Ekrem -sallallâhu aleyhi ve sellem- ise sabaha kadar bir ağaç altında namaz kılıp ağlamıştı.

İşte onun Alâh'a bağlılığı böyleydi. Namazlarını dâima vaktinde kılmıştır. Hatta vefat ettikleri hastalıklarının en şiddetli ânlarında dahî, bile bile namazı geçirmemişti. Bu hastalığı o kadar çok şiddetlenmişti ki kuvvet ve tâkatten kesilmişti. Öğle ve ikindide iki kişinin yardımıyla odasından çıkarak mescide kadar vardı ve namazı cemaatle kıldı. Ölüm acıları içinde kıvranmasına rağmen ümmetinin en çok istifâde edeceği husûsları hatırlatmaktan geri durmamış ve son sözleri: "Namaz! Namaz! Mâlik olduğunuz (köleler) hakkında Allâh'tan korkun!" olmuştu. (Ebû Dâvûd, Edeb, 133)

Sevgili Peygamberimiz'in son nefesinde dahî hatırlatmayı lüzûmlu bulduğu mevzûlar herhalde insanın kulluk vazîfesi için en ehemmiyetli noktalar olmalıdır. Birincisi kulu Hâlıkına ve mahbûbuna ençok yaklaştıran, İslam'ın direği namaz, ikincisi de insanı cehennem çukurlarına yuvarlanmaktan koruyacak olan, zayıflara, Rabbimiz'in emânet olarak emrimize vediği işçilere ve kadınlara güzel muâmele.

Birgün Rasulullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- ashâbı ile birlikte mescidde namaz vaktini beklerken adamın biri kalktı ve:

-Yâ Rasûlallâh! Ben bir günah işledim, dedi. Rasûl-i Ekrem adama cevap vermedi. Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve selem- namazını bitirdikten sonra aynı adam yine kalktı ve önceki sözünü tekrarladı. Peygamberimiz sordu:

- "Sen şu namazı bizimle kılmadın mı? Ve onun için güzelce abdest almadın mı?"
Adam: - Evet yâ Rasulullah! dedi. Rasûl-i Ekrem (s.a.v) bu defa:

- "İşte o namaz işlediğin günaha keffâret olur", buyurdu . (Heysemî, Mecmau'z-zevâid, I, 301)

Rasûl-i Ekrem Efendimiz'in kötülüklerden ve çirkinliklerden koruyacağını ve daha önce işlenmiş günahlara keffâret olacağını bildirdiği namazı O'nun kıldığı şekilde ve o şuur içerisinde kılmak gerekmektedir. Aksi takdirde en mühim faydaları ihtivâ eden namaz hayâtımızda hiçbir değişikliğe sebep olamaz ve biz içinde bulunduğumuz günah bataklıkları ve çirkinlikler içerisinde ebedî hüsrâna doğru yüzüp gideriz.

İnsanların en hayırlısının ömrü uzun ve ameli güzel olan kimse olduğunu bildiren Allâh Rasûlü -sallallâhu aleyhi ve selem-, kısacık dünyâ hayâtında kalbini bütünüyle Allâh'a vererek olabildiğince çok namaz kılmaya çalışmıştır. Namaz için her fırsatı değerlendirirdi. Herhangi bir şey kendisini üzecek olursa hemen namaza koşardı. (Ebû Dâvûd, Salât, 312) Cennette kendisi ile birlikte olma aşkı ile yanıp kavrulan sahâbîsine, bu arzûsunun gerçekleşmesi için duâ etmeyi kabul ettikten sonra, onun da çok secde ederek kendisine yardımcı olmasını istemişti. Ebu Hureyre -radıyallâhu anh- anlatıyor: Rasûlullâh'ın sağlığında Kudâa kabilesinin Beliyy boyuna mensup iki zât birlikte İslam'a girmişlerdi. Bilâhare birisi şehid düşmüş, diğeri de bir sene daha yaşayıp öyle ölmüştü. Talha bin Ubeydullah:

- Rüyamda, bir sene sonra vefât edenin şehid düşenden daha önce cennete girdiğini gördüm ve hayret ettim, diye anlattı. Sabah olunca Talhâ'nın bu rüyâsı ben veya bir başkası tarafında

Rasûlullâh'a anlatıldı. Rasul-i Ekrem Efendimiz:

- "O, şehit olandan sonra ramazan orucunu tutmadı mı, bir senede altı bin şu kadar rekat namaz kılmadı mı? (O halde ikisi arasında bu kadar fark olacak!)" buyurdu. (Ahmed bin Hanbel, Müsned, II, 333)

Hayâtını İslam'ı en güzel bir şekilde tebliğ etmeye ve ashâbını ilâhî bir terbiye ile yetiştirmeye adamış olan Habîb-i Ekrem -aleyhi's-salâtü ve's-selâm- Efendimiz, insanlar için huzûr kaynağı olan bu namazın bütün insanlar tarafından en güzel bir şekilde kılınmasını isterdi. Mute gazâsına gitmek üzere hazırlanan Abdullah bin Revâha, Peygamberimiz'in yanına geldi. Gül yüzüne hasret kalacağı Efendisi ile vedâlaştıktan sonra:

- Yâ Rasûlallâh! Bana ezberleyeceğim ve aklımdan hiç çıkarmayacağım bir şey tavsiye buyur, dedi.

Peygamber Efendimiz:

- "Sen yarın Allâh'a pek az secde edilen bir ülkeye varacaksın. Orada secdeleri, namazları çoğalt." buyurdu. Abdullah bin Revâha:

- Yâ Rasûlallâh! Bana nasihatini artır! dedi. Sevgili Peygamberimiz bu defâ:

- "Allâh'ı dâimâ zikr et! Çünkü Allâh'ı zikir, umduğuna ermende sana yardımcı olur!" buyurdu. (Vâkidî- Megâzî, II, 758)

Allâhu zü'l-celâl Hazretleri Rasûlüne şöyle emretmişti:

"Ehline namaz kılmalarını emret, kendin de ona sabırla devam et. Biz senden bir rızık istemiyoruz. Biz seni rızıklandırırız ve akıbet takvânındır." (Tâ-hâ/20, 132)
Bu nedenle Rasûlullâh -sallallâhu aleyhi ve selem- de ashâbına ve bütün insanlara namaz üzerinde hassasiyetle durmalarını ve bu husûsta sabırlı olmalarını emrederdi. Kendisini Peygamber Efendimiz'in halîfesi olarak telakkî eden Osmanlı sultânı VI. Mehmed Reşâd'ın, saraydaki hanedan çocuklarını yetiştirmek üzere "muallime-i selâtin" (sultan hocası) tayin ettiği Safiye Hanım'a ilk iradesi şu olmuştur:

"Namaz kılmayanlara, oruç tutmayanlara yedirdiğim tuz ve ekmeği haram ediyorum. Bu iradem hoca hanım tarafından talebe şehzade ve hanım sultanlara söylensin". (Ünüvar, Safiye; Saray Hatıralarım, İstanbul, 1964, s. 21)

Rasûlullâh -sallallâhu aleyhi ve selem-'in namaz ibâdeti üzerinde hassâsiyetle durduğunu gören ve bütün varlıklarını onun izinde yürüyebilmek için fedâ eden ashâb-ı kirâm hazerâtı da namaza durduklarında kendilerini kaybederler ve Allâh'ı en yakınlarında bulurlardı. Huzûr-ı İlâhîde okumaya başladığı bir sûreyi yarıda bırakmak istemeyen ve bir an da olsa alacağı feyz uğruna bütün ömrünü fedâ eden ashâba âit olan şu hâtıralar ne kadar dehşet vericidir:

Zâtü'r-Rikâ gazvesinde Peygamber Efendimiz Ammâr bin Yâsir ile Abbâd bin Bişr'i kendi istekleri üzerine bir konak mahallinde gece için muhâfız olarak tensib etmişti. Ammâr gecenin ilk vaktinde istirahat etmeyi tercih ettiği için uyudu. Abbâd bin Bişr de kalktı ve namaz kılmaya başladı. O sırada bir müşrik geldi. Bir karaltı görünce gözcü olduğunu anladı ve hemen bir ok attı. Abbâd'ın vücûduna isâbet etti. Abbâd oku çıkardı. Adam ikinci ve üçüncü kez ok atıp isâbet ettirdi. Her defâsında da Abbâd ayakta sâbit durarak okları çekip çıkarıyordu. Rükû ve secdesini yaptıktan sonra arkadaşını uyandırarak:

- Kalk! ben yaralandım, dedi. Ammâr sıçrayıp kalktı. Müşrik ikisini görünce arkadaşını uyardığını anladı ve kaçtı. Ammâr, Abbâd'ın kanlar içinde olduğunu görünce:

- Sübhânallâh! İlk oku attığında beni uyandırsaydın ya! dedi. Abbâd ise namaza olan aşk ve şevkini gösteren şu muhteşem cevâbı verdi:

- Bir sûre okuyordum, onu bitirmeden namazı bozmak istemedim. Ama okları peşpeşe atınca namazı tamamlayıp seni uyandırdım. Allâh'a yemin ederim ki Peygamber Efendimiz sallallâhu aleyhi ve sellem'in korunmasını emrettiği bu gediği kaybetme endişesi olmasaydı, sûreyi yarıda bırakarak namazı kesmektense ölmeyi tercîh ederdim. (Bkz. Ahmed bin Hanbel, Müsned, III, 343-344)

Yaratanının emir ve isteklerini henüz duymamış olan diğer insanlara da en son ilâhî dinin ulaşabilmesi için kendisine tevdî edilen vazîfeyi ihmâl korkusu olmasa bu sahâbîyi Rabbinin huzûrundan ayırabilecek hiçbir kuvvet bulunmamaktadır. Ne var ki, umûmun istifâdesini düşünüyor olması kendi zevk ve lezzetini yarıda kesmesini gerektirmiştir. Çünkü İslam müntesiplerinden, ferdîlikten ziyâde içtimâî olmalarını istemektedir.

Misver bin Mahreme -radıyallâhu anh-, ashâbın namaza atfettikleri ehemmiyeti gösteren diğer bir ibretli hâdiseyi şöyle anlatıyor: Ömer bin Hattab radıyallâhu anh hançerlendiğinde, zaman zaman baygınlık geçiriyordu. Bir keresinde yanına girdiğimde üstüne bir örtü örtmüşler, kendinden geçmiş vaziyette yatıyordu. Yanındakilere:

- Kendisini nasıl buluyorsunuz? diye sordum.

- Gördüğün gibi (baygın) dediler.

- Namaza çağırdınız mı? Eğer yaşıyorsa onu namazdan başka bir şey korkutup uyandıramaz, dedim. Bu ikazım üzerine oradakiler:

- Ey Mü'minlerin Emîri Namaz! Namaz kılındı! dediler. Hemen uyandı ve:

- Öyle mi? Vallahi namazı terkedenin İslam'dan payı yoktur, dedi. Kalktı, yarasından kan fışkıra fışkıra namaz kıldı. (Heysemî, Mecmau'z-zevâid, I, 295; İbn-i Sa'd, III, 35)

Allâh'ın emri herşeyden azizdi. Mal ve can onun yanında bir hiç mesâbesindeydi. Toplumun bütün fertleri bu şuuru yakalamış ve namazın ibâdet hayâtının mihverini teşkil ettiğini kavramıştı. Sıhhat için ruhsat verilmiş olmasına rağmen hakîkat karşısındaki anlayış ve kabulleri sebebiyle azîmeti tercih etmek onlar için daha doğru idi. Müseyyib bin Râfî anlatıyor:

Abdullah bin Abbas -radıyallâhu anh-'ın gözlerine perde inince bir kimse geldi ve:

- Eğer yedi gün hiç kalkmadan sırtüstü yatmaya dayanabilirsen ve bu arada namazlarını îmâ ile kılmayı kabul edersen seni tedâvî edebilirim. İnşaallâh şifâ bulursun, dedi.

İbn-i Abbas, Hz. Âişe ile Ebû Hureyre'ye ve daha başka sahâbîlere haber gönderip mes'eleyi sordurdu. Hepsi de:

- Ya bu süre zarfında ölürsen namaz hususunda yöneltilecek soru karşısında ne cevap verirsin? dediler.

Bu cevaplar üzerine İbn-i Abbas -radıyallâhu anh- gözünü tedâvî ettirmekten vazgeçti. (Hâkim, Müstedrek, III, 629, 6319)

Bir kudsî hadîste; "Namazı benimle kulum arasında ikiye böldüm: Kulum için de istediği verilecektir." buyurulmuştur. Bu va'd gereğince usûlüne göre kılınan namazda, gönlü başka taraflara kaydırmadan okunan Fatiha'da çok müjdeli ilhamlar vardır. Gözde nûr, gönülde mânevî bir sürür hasıl olur. Namaz, insanın dâimâ Allâh'ı düşündüğü, O'ndan bir an bile gâfil olmadığı ihsân haline yükselmesinin yolunu gösterir. Bütün hareket, söz ve düşüncelerinde Yüce Yaratanını düşünün bir insan kâmil bir mü'min olma vasfını kazanmış olur.

Peygamber Efendimiz'in Medîne'yi teşriflerinde onu görmek için yanına gelen ve gül yüzünü görür görmez "Vallâhi bu yüz yalancı olamaz" diyerek hakîkatı haykıran Yahudî âlimi Abdullâh bin Selâm -radıyallâhu anh-, mübârek ağızlarından ilk olarak "Birbirinize selâm veriniz! Birbirinize ikrâmda bulununuz! Akrabânızın haklarını gözetiniz! Gece herkes uyurken namaz kılınız. Bunları yaparak selâmetle Cennet'e giriniz." (Tirmizi, Kıyamet, 42) sözlerini işittiğini söylemektedir. Herkesin uyuduğu bir vakitte veya çoğu kimsenin muvaffak olamadığı bir şekilde Allâh'a yönelmek hiç şüphesiz cennetin yollarını kolaylaştıran en mühim âmildir.

İbn-i Ömer -radıyallâhu anh- şöyle anlatmaktadır: Hz Peygamberin sağlığında rüya gören bir kimse onu Peygamberimiz'e anlatırlardı, ben de bir rüya görmeyi ve onu Hz Peygamber'e anlatmayı çok isterdim. O zaman bekar bir delikanlı idim ve mescidde uyurdum. Bir defasında rüyamda iki melek beni cehenneme götürdüler. Baktım ki, o kuyu duvarı gibi örülmüş olup kuyununki gibi iki boynuzu vardı; o da ne, orada kendilerini tanıdığım insanlar da vardı. Ben şöyle haykırdım: "Cehennemden Allah'a sığınırım! Cehennemden Allah'a sığınırım!" O sırada bir başka melek diğer iki meleğe katıldı ve bana şöyla dedi: "Korkutulmayacaksın!"

Abdullah ibni Amr ibni Âs -radıyallâhu anhümâ-'ya da Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle tavsiyede bulunmuştu:

- "Abdullah! Falan adam gibi olma! Çünkü o, gece ibâdetine devâm ederken artık kalkmaz oldu." (Buhârî, Teheccüd, 19; Müslim, Sıyâm, 185) Hayırlı bir ibâdete başladıktan ve onun feyzini aldıktan sonra terk etmek Allâh ve Rasûlünün tasvîb edeceği bir şey değildir elbette. O güzel hasleti daha da geliştirmek ve artırmak gerekmektedir.

Gece ibâdeti, insanın gündüz hayâtının bereketli ve feyizli geçmesinin temel şartıdır. Gündüz yapacağı işlerin ve hizmetlerin semereli olabilmesi teheccüd vaktinde kalbin doldurulmasına bağlıdır. Cenâb-ı Hak, Rasûl-i Ekrem Efendimiz'e emrederken şöyle buyurmaktadır:

"Ey örtünen (Peygamber!) Gecenin birazı hariç olmak üzere geceleyin kalk (namaz kıl). Gecenin yarısında kalk, yahut yarısından biraz eksilt. Veya bunu artır ve yavaş yavaş güzel güzel tertil ile Kur'ân oku. Çünkü biz, senin üzerine ağır, (sorumluluk gerektiren) bir söz indireceğiz. Çünkü gece kalkışı hem daha etkili, hem de söz bakımından daha sağlamdır. Çünkü gündüz senin için uzun bir meşguliyet vardır." (el-Müzzemmil/73, 1-7)

Kendisini söz konusu olduğunda kimsenin dayanamayacağı kadar ağırlığa ve meşakkate katlanan Rasûlullâh -sallallâhu aleyhi ve selem-, ümmetine tavsiyede bulunurken engin bir merhamet ve şefkât âbidesi olurdu. "Allâh Teâlâ'nın en çok beğendiği namaz Dâvûd aleyhisselâm'ın namazı, Allâh Teâlâ'nın en çok beğendiği oruç da yine Dâvûd aleyhisselâm'ın orucudur. Dâvûd aleyhisselâm gecenin ilk yarısında uyur, üçte birinde namaz kılardı. Gecenin altıda birinde yine uyurdu. Bir gün oruç tutar, bir gün tutmazdı." (Buhârî, Teheccüd, 7; Enbiyâ, 37, 38) buyurarak insanların sıkıntıya düşmemelerini isterdi. Bununla birlikte bütün geceyi uyku ile geçirmeye de hiç razı olmazlardı.

Nitekim Resulullah -sallallâhu aleyhi ve sellem-'in yanında bir adamın zikri geçti ve sabaha kadar uyuduğu, namaz kılmadığı söylendiğinde Aleyhi's-salâtü ve's-selâm- Efendimiz:

- "Bu adamın kulağına şeytan bevletmiştir." buyurmuşlardır. (Buhari, Teheccüd 13, Bed'u'l-Halk 11)

Uzun geceleri uyku ile geçiren gaflet ehlinin durumunu tasvir ve hakîkaten teheccüde kalkmak isteyenlere de yol gösterme sadedinde Rasûl-i Ekrem Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

"Biriniz uyuyunca ensesine şeytan üç düğüm atar. Her düğümü atarken, düğüm yerine eliyle vurarak 'üzerine uzun bir gece olsun, yat, uyu' der. Adam uyanır ve Allah'ı zikrederse bir düğüm çözülür, abdest alacak olursa bir düğüm daha çözülür, namaz kılarsa bütün düğümler çözülür ve böylece canlı ve hoş bir halet-i ruhiye ile sabaha erer. Aksi halde habis ruhlu (içi kararmış) ve uyuşuk bir halde sabahlar." (Buhari, Teheccud 12, Bed'u'l-Halk 11; Muslim, Musafirin 207)

Teheccüd namazı ve geceleri ihyâ etmenin maddî ve mânevî faydasını dost düşman herkes kabul etmiş ve itirâfta bulunmuştur. Gece ibâdetinin bu faydalarını ifâde eden şu misaller ne kadar ibret vericidir:

Yermük savaşında iki ordu birbirlerine yaklaşınca, Rum askerî komutanı, bir Arap câsusu, İslam askerlerinin durumunu tedkîkle görevlendirir. Adam dönüp gelince:

- Durumları nasıl? Ne yapıyorlar? diye sorar. Câsus da gördüklerini şöyle anlatır:

- Onlar geceleri râhip, gündüzleri süvâri bir millet! (Gecenin büyük bir kısmını ibâdetle geçiriyorlar)

Kendi aralarında birbirlerinin kölesi gibi iken başkalarına karşı aslan kesiliyorlar. Konuştuklarında doğruyu söylüyorlar ve vaadde bulunduklarında sözlerini yerine getiriyorlar... Meliklerinin oğlu birşey çalsa muhakkak elini kesiyorlar, zinâ etse hakkı ikâme için onu recmediyorlar.

Bunun üzerine komutan şu cevâbı verir:

- Şâyet doğru söylüyorsan yerin altında olmak, onlarla yerin üstünde karşılaşmaktan daha hayırlıdır...(Taberî, Târih, II, 347)

İbn-i İshak da şunları nakleder:

Hiçbir düşman savaşlarda Rasûlullâh Efendimiz'in ashâbına karşı üstün gelemiyordu. Aynı şekilde müslümanlara yenilen Hırakl, askerlerine hiddetle:

- Yazıklar olsun size! Şu savaştığınız kavim nasıl insanlardır? Onlar da sizin gibi beşer değiller mi? diye sordu.

- Evet, dediler.

- Peki siz mi çoksunuz yoksa onlar mı?

- Evet Efendim biz her hususta onlardan kat kat üstünüz.

- O halde size ne oluyor ki onlarla her karşılaştığınızda hezîmete uğruyorsunuz? diye sorduğunda Rum büyüklerinden bir bilge ihtiyar şu tesbitlerde bulunur:

- Çünkü onlar, geceleri kıyâmda ibâdetle geçiriyorlar, gündüzleri oruç tutuyorlar, ahdlerini yerine getiriyorlar, iyiliği emredip kötülükten sakındırıyorlar ve aralarında herşeylerini paylaşıyorlar. Ve bir de şunun için yeniliyoruz ki; biz içki içiyor, zinâ yapıyor, haramlar içinde yüzüyor, ahdimizi bozuyor, gasbediyor ve zulümde bulunuyoruz. Allâh'ın gadabını celbedecek şeyleri emredip, râzı olduğu şeyleri yasaklıyoruz ve yeryüzünde fesâd çıkarıyoruz. Bu cevap üzerine Hirakl:

- Sen gerçekten doğruyu söyledin, dedi. (İbn-i Asâkîr, Târîhu Dımeşk, II, 97)

Gece kalkıp Allâh'a ibâdet eden mü'minlere, kalkamadıkları günler için de kendilerine mükâfaat verilecektir. Çünkü onların niyetleri samîmî idi ve teheccüde kalkma düşüncesi ile uyumuşlardı. Bu durumu Rasûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- şöyle müjdeler:

"(Mûtad olarak) geceleyin namaz kılan bir kimse, uykunun galebe çalmasıyla (bir gece uyuyakalsa ve namazını kılamasa) Allâh Teâlâ Hazretleri onun namazının sevâbını yine de yazar. Uykusu da kendisine (Allâh tarafından ikram edilen) bir sadakâdır. (İmam-ı Mâlik, Muvatta', Salâtu'l-Leyl, 1)

paylaşım için teşekkürler ALLAH razı olsun..

NE KADAR GÜZEL BİR NAMAZ ALLAH BİZLERE BÖYLE NAMAZ KILMAYI NASİP ETSİN İNŞALLAH

ÇOK AMA ÇOK GÜZEL BİR PAYLAŞIM TEŞEKKÜRLER ALLAH CC RAZI OLSUN

NAMAZIN MÜKÂFÂTI


Resûl-i Ekrem Efendimiz, namaza çok büyük bir değer vermiş ve onu en hayırlı amel olarak tavsîf etmiştir. Bir hadîs-i şerîflerinde:

“İstikamet üzere olun. (Bunun sevabını) siz takdir edip kavrayamazsınız. Şunu bilin ki, en hayırlı ameliniz namazdır…” buyurarak (Muvatta, Tahâret, 6) namazın mü'min için ne kadar kıymetli olduğunu göstermiştir.

Cenâb-ı Hak da, bu en hayırlı amele kat kat fazlasıyla ecir vereceğini bildirmiştir. Hz. Enes -radıyallâhu anh- anlatıyor; “Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-' e Mi'râc'a çıktığı gece elli vakit namaz farz kılındı. Sonra bu azaltılarak beşe indirildi. Daha sonra da şöyle hitâb edildi:

«Ey Muhammed! Artık, nezdimde (hüküm kesinleşmiştir) , bu söz değiştirilmez. Beş vakit namaz, (Rabbinin bir lüftu olarak on misliyle kabul edilerek) senin için elli vakit sayılacaktır.» ” (Müslim, Îman, 259)

Allâh Teâlâ'nın namaza olan iltifâtı, ona daha çok önem vermeyi gerektirmektedir. Bu sebeple kılınacak her bir rekâtin, insan için çok büyük bir kıymeti vardır. Peygamber Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem- bu hakîkati şu hâdisede ne güzel açıklamıştır. Ebû Hureyre -radıyallâhu anh- anlatıyor:

“Resûlullâh'ın sağlığında Kudâa kabilesinin Beliyy boyuna mensup iki zât birlikte İslâm'a girmişlerdi. Bilâhare birisi şehid düşmüş, diğeri de bir sene daha yaşayıp öyle ölmüştü. Talha bin Ubeydullah, «Rüyamda, bir sene sonra vefât edenin şehid düşenden daha önce cennete girdiğini gördüm ve hayret ettim!» diye anlattı. Sabah olunca Talhâ'nın bu rüyâsı Efendimiz'e anlatıldı. Rüyâyı dinleyen Allâh Resûlü, başta namaz olmak üzere, bütün ibâdetlerin mükâfatını gösteren şu cevâbı verdi:

«– O, şehid olan kardeşinden sonra Ramazan orucunu tutmadı mı, bir senede altı bin şu kadar rekât namaz kılmadı mı? (O halde ikisi arasında bu kadar fark tabiî ki olacak!)»” ( İbn-i Hanbel, II, 333)

İslâm'ın en mühim ibâdeti olan namaz, sâhibini büyük mükâfâtlara nâil ettiği gibi, onu bütün kötülüklerden de muhâfaza eder. Yüce Rabimiz:

“Kur'ân'dan sana vahyedilenleri oku ve namazı da dosdoğru kıl! Gerçekten kâmil mânâda kılınan namaz, fahşâdan (çirkinlik ve edepsizlikten) ve münkerden (dînin ve akl-ı selîmin tasvip etmediği her şeyden insanı) men eder.” buyurmaktadır. (el-Ankebût 29/45)

Çünkü namaz, saâdet için gerekli olan sıfatlardan temizlik ve huşûyu bünyesinde toplamakta ve insanı mâneviyat âlemine yükseltmektedir. İnsan, güzel bir vasıf kazandığında, onun zıddı olan hallere karşı tavır alır ve onlardan uzaklaşır. Kim namazları tam olarak edâ eder; namaz için gerekli olan abdestin hakkını verir, vakitlerine riâyet ederek kılar, rükûunu, huşûunu ve zikirlerini tam yerine getirir ve tâdil-i erkâna riâyet ederse, o kişi kesinlikle kötülüklere cephe alır, rahmet deryâsına dalar ve Allâh Teâlâ'nı affına mazhar olur.

Birgün Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- ashâbı ile birlikte mescidde namaz vaktini beklerken, bir kimse kalktı ve:

– Yâ Resûlallâh! Ben bir günâh işledim, dedi. Rasûl-i Ekrem Efendimiz ona cevap vermedi. Namaz bittikten sonra, aynı kişi kalkarak önceki sözünü tekrarladı. Peygamberimiz ona:

“– Sen şu namazı bizimle kılmadın mı? Ve onun için güzelce abdest almadın mı?” diye sordu. Adam:

– Evet yâ Resûlallâh! dedi. Fahr-i Kâinât Efendimiz bu defa:

“– İşte o namaz, işlediğin günâha keffâret olur!” buyurdu . (Heysemî, I, 301)


Mevlâna -kuddise sirruh- ne güzel söyler:

“O kerem sâhibi Allâh, namazda gizlenmiştir. Gönül namazı kılan ve kendini tamamıyla Allâh'a veren kuluna O, lütuf ve ikramda bulunur! O'nun affı ve mağfireti günâha şeref elbisesi giydirir de, böylece o günâhı affedilmeye, ihsâna ve kurtuluşa sebep kılar!” ( Mesnevî , beyt: 4345)

Mevlâna'nın bu sözlerinde şu âyet-i kerimelere telmih bulunmaktadır:

“Muhakkak ki iyilikler kötülükleri giderir.” (Hûd 11/114) ve:

“Ancak, tevbe edip îmân eden ve sâlih ameller işleyen kimselerin Allâh, kötülüklerini iyiliklere tebdîl eder.” (el-Furkân 25/70)


Namazın, beklenen netîceyi vermesi ve tam bir mîrâc olabilmesi için Rasûl-i Ekrem 'in kıldığı namaza yaklaşması ve onun hissettiği şuur içerisinde kılınması gerekmektedir. Usûlüne göre kılınan namazda, gönlü başka taraflara kaydır­madan okunan Fatiha'da, çok müjdeli ilhamlar vardır. Bu sâyede gözde nûr, gönülde mânevî bir sürûr hâsıl olur. Böyle bir namaz, insanın dâimâ Allâh'ı düşündüğü, O'ndan bir an bile gâfil olmadığı ihsân hâline yükselmesinin en kısa yoludur. Bunun sonucunda bütün hareket, söz ve düşüncelerinde Yüce Yaratanını düşünen bir insan, kâmil bir mü'min olma vasfını kazanmış olur. Aksi takdirde namaz, Efendimiz'in gösterdiği şekilde kılınmadığı için, hayâtımızda hiçbir değişikliğe sebep olamaz ve biz, içinde bulunduğumuz günâh bataklıkları ve çirkinlikler içerisinde ebedî hüsrâna doğru yüzüp gideriz. Mevlâna hazretleri bu durumu gözümüzde canlandırarak şöyle tasvîr etmektedir:

“Ey Hak tâlibi can! Önce ambara giren fâreden kurtulma çâresini ara, ondan sonra buğday toplamaya çalış. Büyükler büyüğü olan, gönüllere gönül kesilen Sevgili Peygamberimiz'in; «Namaz, ancak kalb huzûruyla tamam olur.» hadisini hatırla da nefisten ve şeytandan kurtulmak için kalb huzûruyla namaza başla.

Eğer ambarımızda hırsız bir fâre bulunmasaydı, kırk yıllık ibâdet buğdayı nereye giderdi? Her gün azar azar da olsa, candan ve sevgi ile yapılan ibâdetlerden, iyiliklerden hâsıl olan iç rahatlığı ve huzûr neden gönlümüzde hissedilmiyor?

Çakmak demirinden bir çok kıvılcım sıçradı. İlâhî aşkla yanan gönül, onları çekti aldı. Fakat karanlıkta gizli bir hırsız var. Kıvılcımları söndürmek için üstlerine parmak basıyor ve dünyâda mânevî bir çerağ uyanmasın diye kıvılcımları söndürüyor.” ( Mesnevî , beyt: 380-385)


{

Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-'in namaz üzerinde hassâsiyetle durduğunu gören ve bütün varlıklarını onun izinde yürüyebilmek için fedâ eden ashâb-ı kirâm da, namaza durduklarında kendilerinden geçerler ve Allâh'ı en yakınlarında bulurlardı. Huzûr-ı İlâhîde okumaya başladığı bir sûreyi yarıda bırakmak istemeyen ve bir an da olsa alacağı feyz uğruna bütün ömrünü fedâ eden ashâba âit şu hâtıralar ne kadar etkileyici ve ibret vericidir:

Zâtü'r-Rikâ gazvesinde bir konak mahallinde Peygamber Efendimiz, Ammâr bin Yâsir ile Abbâd bin Bişr -radıyallâhu anhumâ-' yı, kendi istekleri üzerine muhâfız tâyin etmişti. Ammâr, gecenin ilk vaktinde istirahat etmeyi tercih ettiği için uyudu. Abbâd bin Bişr de namaz kılmaya başladı. O sırada bir müşrik geldi. Ayakta duran bir karaltı görünce gözcü olduğunu anladı ve hemen ok attı. Ok Abbâd'a isâbet etti. Abbâd oku çıkardı ve namazına devâm etti. Adam ikinci ve üçüncü kez ok atıp isâbet ettirdi. Her defâsında da Abbâd ayakta sâbit durarak okları çekip çıkarıyor ve namazına devâm ediyordu. Rükû ve secdesini yaptıktan sonra arkadaşını uyandırarak:

– Kalk! Ben yaralandım, dedi. Ammâr sıçrayıp kalktı. Müşrik iki kişi olduklarını anlayınca kaçtı. Ammâr, Abbâd'ın kanlar içinde olduğunu görünce:

– Sübhânallâh! İlk oku attığında beni uyandırsaydın ya! dedi. Abbâd namaza olan aşk ve şevkini gösteren şu muhteşem cevâbı verdi:

– Bir sûre okuyordum, onu bitirmeden namazı bozmak istemedim. Ama oklar peş peşe gelince, namazı biraz seri olarak tamamlayıp seni uyandırdım. Allâh'a yemin ederim ki, Allâh Resûlü'nün korunmasını emrettiği bu gediği kaybetme endişesi olmasaydı, sûreyi yarıda bırakıp namazı kesmektense ölmeyi tercîh ederdim. ( Ebû Dâvûd, Tahâret, 78; İbn-i Hanbel, III, 343-344)


Ashâb-ı kirâmın böylesine göz kamaştırıcı fazîletleri gösterebilmesinin temel sâikı, Allâh aşkı ve Resûlullâh muhabbetidir.

Misver bin Mahreme -radıyallâhu anh-, ashâbın namaza atfettikleri ehemmiyeti gösteren diğer bir ibretli hâdiseyi şöyle anlatıyor:

“Ömer bin Hattab -radıyallâhu anh- hançerlendiğinde zaman zaman baygınlık geçiriyordu. Bir keresinde yanına girdim, üstüne bir örtü örtmüşler, kendinden geçmiş vaziyette yatıyordu. Yanındakilere:

– Durumu nasıl? diye sordum.

– Gördüğün gibi baygın, dediler.

– Namaza çağırdınız mı? Eğer hayattaysa onu namazdan başka hiçbir şey korkutup uyandıramaz, dedim. Bunun üzerine oradakiler:

– Ey Mü'minlerin Emîri namaz! Namaz kılındı! dediler. Hemen uyandı ve:

– Öyle mi? Vallâhi namazı terk edenin, İslâm'dan nasîbi yoktur, dedi. Kalktı ve yarasından kanlar akarak namaz kıldı.” (Heysemî, I, 295; İbn-i Sa'd, III, 35)

Ashâb-ı kirâm için, Allâh'ın emri her şeyden azizdi. Mal ve can, ilâhî emirler yanında bir hiç mesâbesindeydi. Toplumun bütün fertleri bu şuuru yakalamış ve namazın ibâdet hayâtının mihverini teşkil ettiğini kavramıştı.

Daha sonraki nesiller içinde de bu şuurda olan kimseler gelmiştir. Bunlardan biri Kafkasların şanlı mücâhidi Şeyh Şâmil'dir. O, 1829'daki Gimri savunmasında göğsünden girip sırtından çıkan ve ciğerini parçalayan süngünün açtığı yaradan başka, bir düzine süngü, kılıç ve kurşun yarası almıştı. Ayrıca kaburgaları ve sağ köprücük kemiği kırılmıştı. Cerrah olan kayınpederinin tedâvîleri sonucunda altı aya yakın bir zamanda ancak kendine gelebildi. Yaralandığı günden îtibâren 25 gün boyunca komada yatan bu genç mücâhid, yirmi beşinci günün sonunda kendine gelip gözlerini açınca, başucunda annesini buldu. Ona söylediği ilk sözler:

“Anam! Namaz vakti geçti mi?” oldu. (İbrahim Refik, Efsâne Soluklar, s. 78)

Ashâb-ı kiram Resûlullâh'tan nasıl gördülerse öyle yaşamaya çalışmışlardır. İşte Resûlullâh'ın namazı ve işte onun hidâyet yıldızlarının namazı…

usve-i hasene

paylaşım için teşekkürler ALLAH razı olsun


NE KADAR GÜZEL BİR NAMAZ ALLAH BİZLERE BÖYLE NAMAZ KILMAYI NASİP ETSİN İNŞALLAH

ÇOK AMA ÇOK GÜZEL BİR PAYLAŞIM TEŞEKKÜRLER ALLAH CC RAZI OLSUN

Amin cümlemizden inşallah...

paylaşımınız için teşekkürler .birinci msj da ki eksikliklerimizi ikinci msj okuyrak tamamladık ,pekiştirdik cenabu hak razı ve memnun olsun inşallah.selam ve dua ile

Amin cümlemizden inşallah...


paylaşım için teşekkürler ALLAH razı olsun


Sevgili Peygamberimiz

MollaCami.Com