Bölümler | Kategoriler | Konular | Üye Girişi | İletişim


EBU HANÎFE EN-NU'MAN(I) »Hayatından şahane anlar»

«Ebu Hanife'den daha akıllı, daha fa ziletli ve daha takvalısmi görmedim»[1]

e parlak yüzlü, tatlı ve güzel sözlüydü. Boyu ne çok uzun, ne de hoşlanılmayacak derecede kısaydı.

Ayrıca o çok şık elbiseler giyen, çok güzel kokan birisiydi. İnsan­ların arasına çıktığında, daha görmeden, onu kokusundan tanırlardı.

İşte bu; Ebu Hanîfe künyeli en-Numan İbn Sabit İbn el-Merzuban'-dir. O, fıkhın kabuklarını yarıp içindeki şaheserlerini ortaya çıkaran­ların ilkidir.

Ebu Hanîfe Emevîler devrinin sonunun bir kısmına, Abbasiler dev­rinin de başının bir kısmına yetişmiştir,

O, halifeler ve valilerin ilim ve marifet sahiplerine bol bol ih­sanda bulunup da onlara, haberleri olmadan her taraftan bol bol gelir gelmeye başladığı bir zamanda yaşamıştır.

Ancak Ebu Hanîfe, [2] lmini ve nefsini bundan korumuş, sağ elinin kazandığından yemek ve elinin daima veren el olması şeklinde işini sağlama bağlamıştı...

Bir defasında el-Mansur onu, ziyaretine gelmeye davet etmişti. Ebu Hanîfe onun yanına varınca el-Mansur ona aşırt saygı ve ikramda bulundu. Onu yakınına oturttu. Din ve dünya işlerinden birçoğu hak­kında ona soru sormaya başladı.

Ebu Hanîfe onun yanından ayrılmak isteyince, el-Mansur'un meş­hur olan cimriliğine göre ona içinde otuz bin dirhem bulunan bir kese verdi.

Ebu Hanîfe ona şöyle dedi:

«Müminlerin ernîri! Ben Bağdad'da kimsesizim... Benim bu para için yerim yok. Ona bir zarar gelmesinden korkuyorum.

Onu benim için beytülmalde (hazinede) sakla, ihtiyacım olduğun­da ben onu senden isterim».

El-Mansur onun isteğini kabul etti.

Ancak o günden sonra Ebu Hanîfe'nin hayatî uzun sürmedi.

Öldüğünde evinde, halka ait, bu miktarın kat kat üstünde olan emanetler bulundu.

El-Mansur bunu duyunca şöyle dedi:

«Allah Ebu Hanîfe'ye rahmet etsin. Bizi aldatıp birşey almayı ka­bul etmedi.»

Hiç tuhaf değildir. Ebu Hanîfe, kişinin, eünin emeğiyle elde ettiği lokmadan daha temiz ve değerli bir lokma yemediğine inanırdı.

Bu sebeple onun, vaktinin bir kısmını ticarete ayırdığını görüyoruz.

O, kumaş ve elbise alıp satardı. Kervanı Irak şehirlerine gider ge­lirdi.

Halkın alışverişe geldiği bir dükkanı vardı. Orada doğru, dürüst muameleyi, ahş-verişte güveni görürlerdi.

Onların oradan büyük bîr zevk duyduklarında da hiç şüphe yoktu.

Onun ticareti ona bol hayır ve —Allah'ın lutfu olarak— bol para getiriyordu.

O malı helâlinden alır mahalline koyardı.

Onun şöyle yaptığı meşhurdur: Üzerinden bir yıl geçince ticaret­ten elde ettiği kârı hesap eder. Onun, geçimine yetecek kadar olanını endinde bırakır. Geri kalanıyla Kurra (Kur'an okuyanlar), muhaddis ve ilim öğrenenlerin ihtiyaçlarını, yiyecek ve giyeceklerini satın alırdı.

Onların her birine bir miktar para ayırır ve hepsini onlara verir ve şöyle derdi:

«Bunlar, Allah'ın benim vasıtamla sizin için gerçekleştirdiği tica­ret mallarının kârlarıdır.

Vallahi, ben size kendi paramdan hiçbir şey vermedim.

Ancak bu, sizin için Allah'ın bana Iutfetmesidİr.

Allah'ın rızkında, Allah'tan başka hiç kimsenin gücü yoktur».

Ebu Hanîfe'nin özellikle dost ve yakınlarına karşı cömertliği ve iyiliği hakkındaki haberler her tarafa yayılmıştır.

Bunlardan birisi şöyledir: Dostlarından biri, bir gün onun dükkâ­nına gelip:

«Ebu Hanîfe! Benîm yünlü kumaştan yapılmış bir elbiseye ihtiya­cım var» dedi.

Ebu Hanîfe ona: «Rengi nasıl olacak» dedi. O: «Şöyle, şöyle» diye cevap verdi.

Ebu Hanîfe: «Bana öyle bir elbise gelinceye kadar sabret,'onu ben senin için alacağım».

Bir hafta geçtikten sonra, istenilen elbise eline geçti. Arkadaşı ona uğradı. Ebu Hanîfe:

«Aradığın şey elime geçti» dedi ve elbiseyi çıkarıp ona verdi. Arkadaşı onu beğendi ve:

«Çırağına, ne kadar para ödiyeceğim» dedi.

Ebu Hanîfe: «Bir dirhem [3]dedi.

Adam garip bir tavırla: «Bir dirhem mi?!» dedi.

Ebu Hanîfe: «Evet» dedi.

Adam ona: «Ebu Hanîfe! Senin benimle alay edeceğini zannet­mezdim» dedi.

Ebu Hanîfe: «Ben seninle alay etmedim... Ancak bu elbiseyi ve onunla birlikte bir başkasını on dinar altına ve bir gümüş dirheme sa­tın aldım.

İki elbiseden birini on dinar altına sattım. Bir dirhem karşılığın­da da bende bu elbise kaldı.

Ben dostumdan asla kâr almam».

Ona, ipekli kumaştan yapılmış bîr elbise isteyen yaşlı bir kadın

geldi.

İstediği elbiseyi onun için çıkardı. Kadın ona:

«Ben yaşlı bir kadınım. Fiyatlardan haberim yok.

Fiyatlara güvenip güvenemiyeceğim hakkında da bilgim yok.

Elbiseyi bana satın aldığın fiyata, az bir kâr ilâve ederek sat. Çün­kü fakirim» dedi.

Ebu Hanîfe ona: «Ben bîr defada iki elbise satın aldım. Daha son­ra birisini, ikisine ödediğim paradan dört dirhem eksiğine sattım. Onu dört dirhem karşılığında al. Senden hiç kâr istemiyorum» dedi.

Bir gün o dostlarından birinin üzerinde eski bir elbise görmüştü. Herkes gidip sadece kendisi ve o adam kalınca:

«Şu seccadeyi kaldır ve altındakini al» dedi.

Dostu seccadeyi kaldırdı, onun altındaki bin dirhemi gördü.

Ebu Hanîfe ona:

«Onları al ve durumunu onlarla düzelt» dedi.

Adam da:

«Ben zenginim, Allah bana bol nimet vermiştir. Benim onlara htiyacım yok» dedi.

Ebu Hanîfe ona şöyle dedi:

«Madem ki, Allah sana bol nimet verdi, peki onun nimetinin eser­leri hani?

Resûlüllah'ın [s.a.v.) buyurduğu şu söz sana ulaşmadı mı? «Allah, nimetinin eserini kulunun üzerinde görmeyi sever».

Senin, dostunu üzmemen İçin .durumunu ve görünüşünü düzelt­men gerekir».

Ebu Hanîfe'nin cömertliği ve insanlara iyilik severliği, şu dere­ceye gelmişti: Çoluk çocuğuna bir harcamada bulunduğunda aynısını başka ihtiyaç sahiplerine de tasadduk ederdi.

Yeni bir elbise giydiği zaman onun değerinde yoksullara da giy­dirirdi.

Yemek önüne koyulduğunda, ondan her zamanki yediği miktarın bir katı kadarını alır, onu fakirlere verirdi.

Şu da onun hakkında anlatılanlardandır: O, konuşurken Allah'a ye­min etmemek için kendi kendine söz vermişti. Yoksa bir dirhem gü­müş sadaka verecekti. Daha sonra bu konuda gittikçe ilerlemeye baş­ladı. Öyle olunca, eğer Allah'a yemin ederse altından bir dinarı sada­ka olarak vermeye söz verdi. Doğru olarak yemin ettiğinde de bir di­nar sadaka veriyordu.

Hafs İbn Abdirrahman, Ebu Hanîfe'nin kervanlarından birine or­tak olmuştu. Ebu Hanîfe ona kumaş ve elbiseler hazırlıyor ve onunla birlikte İrak şehirlerinin bazılarına gönderiyordu.

Bir defasında ona birçok ma! hazırladı. Bazı elbiselerde bir takım kusurlar olduğunu bildirdi ve ona şöyle dedi:

«Onları satmak istediğinde müşteriye kusurlarını açıkla»,

Hafs bütün malları sattı. Müşterilere kusurlu elbiselerin kusur­larını açıklamayı unuttu.

Hafs kusurlu elbiseleri sattığı kişileri hatırlamak için kendini zor­ladı. Ama başaramadı.

Ebu Hanîfe meseleyi öğrenip aldatılan kimseleri tanıma imkânına sahip olamayınca, bütün malların değerlerini tasadduk edinceye ka­dar yerinde duramadı ve gönlü rahat etmedi.

Bütün bunların üstünde Ebu Hanîfe, muamelesi iyi, dostluğu tatlı bir kimseydi. Dostu onun yüzünden mutlu olurdu.

Onun hakkında konuşan kimse, ona düşman bile olsa, onun yüzün­den mutsuz olmazdı.

Dostlarından birisi şöyle anlatır:

Abdullah İbn Mübarek'în [4] üfyan es-Sevrî'ye [5]şöyle dediğini duydum:

«Ebu Abdillah! Ebu Hanîfe gıybetten ne kadar uzak!.

Ben onun hiçbir düşmanını kötülükle andığını duymadım».

Süfyan ona şöyle cevap verdi;

«Ebu Hanîfe, sevaplarına çok iyi sahip olur. Onları gidermez».

Ebu Hanîfe insanların sevgisini kazanmaya çok düşkün ve onlar­la olan dostluğunu sürdürmeye çok önem verirdi.

Onun şu hali meşhurdur: Çoğunlukla halktan birisi ona uğrar, belli bir maksadı olmadan biraz onun meclisinde otururdu.

Kalkarken, Ebu Hanîfe onun halini hatırını sorardı. Eğer fakirse ona para verirdi...

Eğer hastaysa onun ziyaretine giderdi...

Bir ihtiyacı varsa onu yerine getirirdi...

Böylece onunla dostluğunu ve ilişkisini sürdürürdü...

Bütün bunların üstünde Ebu Hanîfe, gündüzleri oruç tutan, gece­leri namaz kılan, Kur'an okuyan ve seherlerde istiğfar eden birisiydi...

Çok ibadet etmesi ve kendini ona vermesi sebebiyle o, bir gün bir topluluğun yanından geçerken kendisi hakkında:

«Gördüğünüz bu adam geceleri uyumaz dediklerini duydu».

Onların bu sözünü duyar duymaz şöyle dedi:

«Ben insanların yanında, Allah'ın yanında olduğumun aksineyiın.

Vallahi şu andan itibaren halk benim hakkımda, yapmadıklarımı konuşmayacaklar.

Bugünden sonra, Allah'a kavuşuncaya kadar geceleri başımı yastı­ğa koyrnıyacağim».

O günden itibaren bütün geceyi, Azîz ve Celîl olan Allah'ın şu sö­zünü tekrar ederek geçirmiştir:

O günden itibaren bütün geceyi ibadetle geçirmeye başladı. Gece olup herkes yataklarına çekilince, o kalkar en güzel elbise­lerini giyer, sakalını tarar koku sürünürdü.

Daha sonra köşesine çekilir, gecesini namaz kılarak, Kur'an oku­yarak veya elleri havada dua ederek geçirirdi. Bazan Kur'an'ın tamamını bir rekatta okur... Bazan bütün geceyi bir ayetle geçirirdi...

Anlatılır ki bütün geceyi, Azîz ve Celîl otan Allah'ın şu sözünü tekrar ederek geçirmiştir:

«Kıyamet onların azâb ile va'dedi I di ki eri gündür. O ne korkunç, ne acı bir gündür!» [6]

O, Allah korkusundan kalp damarlarını koparacak ve kalpleri par­çalayan bir şekilde boğuk bir sesle ağlardı.

Onun hakkında şu da meşhurdu: Kırk yıla yakın yatsı abdestiyle sabah namazını kılmış ve bu süre zarfında bunu bir defa bile aksat-mamıştır.

Vefat ettiği yerde yedi bin defa Kur'an'ı hatmetmiştir.

Ziizal suresini okuduğunda tüyleri diken diken olur ve korkudan kalbi titrerdi...

Eliyle sakalını tutar ve şöyle demeye başlardı, «Ey zerre miktarı iyiliğe iyilik veren... Ey zerre miktarı kötülüğe kötülük veren... Kulun en-Nu'man'ı ateşten koru... En-Nu'man'ı ona yaklaştıranlardan uzak tut...

Ve onu geniş rahmetine sok, ey merhamet edenlerin en merha­metlisi!»[7]







--------------------------------------------------------------------------------

[1] Yezîd İbn Harun.

[2] Bazı alimler Ebu Hanîfe'nin bazı sahabilerle görüştüğü, fakat onlardan hadis rivayet etmediği kanaatine varmışlardır.

Neticede tabiîlik vasfı için sohbet ve hadis semaı'nı (dinlenilmesini) şart koşan alimlere göre Ebu Hanîfe tabiî sayılmaz. Fakat ekseriyetin kabul ettiği ve «mülâkât»a (görüşmeye) inhisar ettirilen şorta göre Ebu Hanîfe tabiilerden biri sayılmaktadır. Bu takdirde e!-Hakim en-Neysaburi'nin tasnifine göre, Ebu Hanîfe tabiîlerin eh son tabakasına, yani onbeşinci tabakaya dahildir. (Bu bil­giler M. Tayyib Okiç'in Konya Yüksek İslâm Enstitüsü Hadis ders notlarından İktibas edilmiştir.) Çeviren

[3] Dirhem gümüşten, dinar altından olur

[4] Abdullah İbn Mübarek: Müslüman büyüklerinden ve tebeu't-tabiînden biridir. Benzersiz bir tacir ve meşhur bir mücahiddir

[5] Süfyan es-Sevrî: Hadis imamlarından biridir. Zamanında helâl ve haramı on­dan daha İyi bilen yoktu

[6] Kamer, 46.

[7] Dr. Abdurrahman Re’fet el-Bâşâ, Sahabe Hayatından Tablolar, Uysal Kitabevi: 2/462

«Ebu Hcmîfe en-Numan Allah'ın horam kıldığı şeylerden çok sakınır, çok su­sar ve devamlı düşünürdü».[1]

Ebu Hanîfe en-Nu'man, arkadaşlarıyla birlikte oturmakta olan imam Malik'in yanına girmişti. Ebu Hanîfe yanından çıkınca Malik arkadaş­larına dönüp:

«Bunun kim olduğunu biliyor musunuz?» dedi. Onlar: «Hayır» diye cevap verdiler. Malik: «Bu, en-Nu'man İbn Sabit'tir.

Bu adam, şu direğin altın olduğunu söyleseydi, bu söylediğine deli! getirir ve direk öyle çıkardı».

İmarrr Malik Ebu Hanîfe'nİn delil getirme gücü, pratik ve keskin zekâsı hakkında söylediği sözlerde mübalağa etmiyordu.

Tarih ve siyer kitapları onun rey (görüş) ve akîde (İnanç) konu­sunda düşmanlarına karşı olan davranışlarıyla ilgili haberlerle doludur.

Bunları'n hepsi, imam Malik'in tarif ettiği şeyin doğruluğuna delâ­let eden şeylerdir. Gerçekten size, önümüzdeki toprağın altın oldu­ğunu iddia etse artık sizin için onun delilini kabul etmek ve iddiasına teslim olmaktan başka çareniz kalmazdı.

Hele o hakkı savunup onun için mücadele ettiğinde nasıl olur­du, düşünebiliyor musunuz?

Bununla ilgili hadiselerden birisi şöyledir: Kûfeli bir adam sapıt-mıştı.

O, bazı insanların gözünde itibarlı, onlar tarafından kabul edilen bir sözün sahibiydi.

Adam şunu ileri sürüyordu: «Osman İbn Affan aslında bir yahu-diydi.

İslâm'dan sonra da yahudiliğîne devam etmişti...»

Ebu Hanîfe bu sözü duyunca ona gitti ve şöyle dedi:

«Kızını arkadaşlarımdan birine istemek için sana geldim».

O da: «Hoşgeldin, safa geldin...

Senin gibisinin isteği geri çevrilmez, Ebu Hanîfe!

Fakat evlenecek olan kim?» dedi.

Ebu Hanîfe: «Kavmi arasında şerefiyle ve zenginliğiyle tanınmış...

Eli açık ve çok cömert...

Azîz ve Celî! Allah'ın Kitabı'nı ezbere bilen...

Bütün geceyi bir rekatta geçiren...

Allah Taâiâ'nın korkusundan çok ağlayan bir adam...» dedi.

Adam: «Bravo, bravo... Bu kadar yeter, Ebu Hanîfe!

Evlenmeye talip olan kişinin nitelikleri olarak söylediklerinin bir kısmı onu, müminlerin emîrinin kızına denk hale getiriyor» dedi.

Ebu Hanîfe:

«Ancak onda mutiaka öğrenmen gereken bîr özellik var» dedi.

Adam: «Nedir o?» dedi.

Ebu Hanîfe: «O yahudîdir» dedi.

Adam sarsılıp: «Yahudi mi?

Sen benim kızımı bir yahudiyle evlendirmemi mi istiyorsun Ebu

Hanîfe!

Vallahi, öncekilerin ve sonrakilerin özellikleri biraraya gelse yi­ne de kızımı onunla evlendirmem...» dedi.

Ebu Hanîfe

«Sen kızını bir yahudiyle evlendirmeyi kabul etmiyorsun ve bu­na şiddetle karşı çıkıyorsun...

Sonra insanlara, Allah'ın Resûlü'nün (s.a.v) iki kızını bir yahudiy-ie evlendirdiğini söylüyorsun?!» dedi.

Adamı bir titreme tuttu ve şöyle dedi:

«Söylediğim kötü sözden dolayı Allah'tan af diliyorum...

Yaptığım iftiradan dolayı Allah'a tövbe ediyorum».

Bunlardan birisi de şöyledir:

Haricîlerden [2] irisi olan ez-Zahhak eş-Şarî bir gün Ebu Hanîfe'ye gelip şöyle dedi:

«Ebu Hanîfe! Tövbe et».

Ebu Hanîfe: «Neden tövbe edeyim?!» dedi.

Haricî: «Ali'yle Muaviye arasında meydana gelen tahkimin (ha­kem tayin etmenin) caiz olduğuna dair sözünden dolayı» dedi.

Ebu Hanıfe ona:

«Bu meselede benimle münazara yapmayı (tartışmayı) kabul et­mez misin?» dedi.

Haricî: «Kabul ederim» dedi.

Ebu Hanîfe: «Tartıştıklarımız hakkında anlaşmazlığa düşersek, ara­mızda kim hakem olacak.?» dedi.

Haricî: «İstediğin kimseyi hakem yap» dedi.

Ebu Hanîfe, haricînin yanındaki arkadaşlarından birine dönüp şöyle derdi: «Anlaşamadığımız konularda aramızda hakem ol» dedi.

Daha sonra hariciye de şöyle dedi: «Ben arkadaşını kabul ettim, sen de kabul ediyor musun?»

Haricî sevinip: «Evet» dedi.

Ebu Hanîfe: «Yazıklar olsun sana! Aramızda meydana gelen mese­lede tahkîmi caiz görüyorsun da Resûlüllah'ın (s.a.v.) ashabından olan iki kişiye onu caiz görmüyor musun?!»

Haricî şaşırıp kaldı ve verecek cevap bulamadı...

Bunlardan birisi de şöyledir: Müslüman topraklarında şer tohum­ları eken, sapık ve bidatçı cehmiyye fırkasının başı Cehm İbn-Safvan bir defasında Ebu Hanîfe'nin yanına geldi ve şöyle dedi:

«Sana sormayı düşündüğüm bazı konularda, seninle konuşmak için geldim».

Ebu Hanîfe: «Seninle konuşmak utançtır... Senin görüşlerine dal­mak alev alev yanan bir ateştir» dedi.

Cehm: «Daha önce benimle görüşmediğin ve benim sözlerimi din­lemediğin halde nasıl benim aleyhimde hükmettin?!» dedi.

Ebu Hanîfe: «Bana hakkında, Kıble ehlinden [3]an birisinden çıkmayan bazı sözler geldi».

Cehm: «Benim aleyhimde gıyaben mi hüküm veriyorsun?» dedi.

Ebu Hanîfe: «Bu, senin hakkında meşhur olmuş ve halk arasında

yayılmıştır.

Avam ve havas herkes onu öğrenmiştir. Bu bakımdan, senin hak­kında rivayet edilenlerle, onu senin aleyhinde isbat etmem caiz ol­muştur».

Cehm: «Sana sadece îman hakkında sormak istiyorum» dedi.

Ebu Hanîfe: «Şu ana kadar imanı öğrenemedin mi de onu bana soracaksın?!» dedi.

Cehm: «Tamam, fakat ben onun bir çeşidinde şüphe ettim». Ebu Hanîfe: «İmanda şüphe küfürdür».

Cehm; «Benden kâfir olduğuna hükmettirecek birşey duymadıkça, beni kafirlikle suçlaman sana helâl olmaz».

Ebu Hanîfe: «Aklına gelen şeyi sor».

Cehm: «Allah'ı kalbiyle tanıyıp onun tek, ortaksız ve benzersiz olduğunu bilen, onu sıfatlarıyla tanıyan hiç birşeyin onun gibi olma­dığını söyleyen, sonra diliyle iman ettiğini açıklamadan Ölen kimse­nin durumunu bana söyler misin?

O mümîn olarak mı, yoksa kâfir olarak mı ölür?»

Ebu Hanîfe: «O kâfir olarak ölür, diliyle açıklamasını engelleyen bir durum olmadığı sürece, kalbiyle tanıdığını, diliyle açıklamadığı za­man cehennem ehlinden olur».

Ebu Hanîfe. «Eğer sen Kur'an'a inanıyorsan ve onu delil yapıyor­san sana onunla konuşayım.

Eğer Kur'an'a inanmıyor ve onu delîl olarak görmüyorsan, sana İslâm'a karşı çıkan kimselerle konuştuğumuz şeylerle konuşayım».

Cehm: «Ben Kur'an'a inanıyor ve onu delîl yapıyorum».

Ebu Hanîfe: «Allah Taâlâ imanın iki uzuvla meydana geldiğini,

buyurdu. Kalp ve dille, ikisinden birisiyle değil.

Allah'ın Kitabı ve ResûiüMah'ın (s.a.v.) hadîsi bunun açıklamala­rıyla doludur:

Allah Taâlâ şöyle buyurmuştur: «Peygambere indirilen Kur'anY işittiklerinde, gerçeği öğrenmelerinden gözlerinin yaşla dolarak, Rab-bimiz! İnandık, bizi de şahitlerden yaz. Rabbimizin bizi iyi milletle bir­likte bulundurmasını umarken niçin Allah'a ve bize gelen gerçeğe inan­mayalım? dediklerini görürsün. Allah onlara, dediklerine karşılık, te­melli kalacakları, altından ırmaklar akan cennetler verdi. Bu, iyi dav­rananların mükâfatıdır». [4]

İşte onlar hakkı kalpleriyle tanıyıp dilleriyle söylemişlerdir de Al­lah söylediklerinin karşılığı olarak onları, altından ırmaklar akan cen­netlere koymuştur.

Yine Allah Taâlâ şöyle buyurmuştur:

«Allah'a bize gönderilene, İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a ve torunlarına gönderilene, Musa ve İsa'ya verilene, Rableri tarafından peygamberlere verilene inandık, deyin [5]

Allah Taâlâ onlara «söz»ü (yani dili) emretmiştir. Onların tanıma ve bilmelerini yeterli görmemiştir.

Resûlüllah fs.a.v.) da şöyle buyurmuştur:

«Lâ ilahe illa'llah (Allah'tan başka ilâh yoktur) deyiniz felâh [6]bu­lursunuz.

Felahı sadece tanımakla ilgili kılmamış ona sözü (dili) de ilâve et­miştir.

Yine Resûiüllah (s.a.v.): «Lâ ilahe illa'Ilah diyen kimse cehennem­den çıkar» buyurmuştur,

«Allah'ı tanıyan kimse cehennemden çıkar» dememiştir.

Söze ihtiyaç duyulmayıp o olmaksızın «tanımakla» yetinilseydi, İblîs mümin olurdu.

Çünkü o Rabbini tanımaktadır. Kendisini onun yarattığını, onun öl­düreceğini, sonra yine onun dirilteceğini ve kendisini saptıranın o (Allah) oiduğunu bilmektedir.

Allah Taâlâ onun dilinden şöyle buyurmaktadır: «Beni ateşten, onu çamurdan yaratiın [7]

Yine şöyle buyurmuştur: «Rabbim! Beni hiç olmazsa, tekrar diri­lecekleri güne kadar ertele». [8]

«Beni azdırdığın için, and olsun ki, senin doğru yolun üzerinde onlara karşı duracağım». [9]

Eğer ileri sürdüğün şey doğru olsaydı, dilleriyle inkâr etmeleri­ne rağmen rablerinî tanımaları sebebiyle birçok kâfir mümin olurdu.

Allah Taâlâ şöyle buyurmuştur: «Gönülleri kesin olarak inandığı halde onları bile bile inkâr ettiler». [10]

Allah onları, inanıp kabul etmeleri sebebiyle mümin yapmamıştır. Dillerinin inkâr etmesi sebebiyle onları kâfir saymıştır».

Ebu Hanîfe bu sırayla yani bazan Kur'an, bazan hadisle konuşma­ya devam etti. Nihayet Cehm'in yüzünde bozulma ve yenilgi belirtileri görüldü.

Cehm:

«Bana unuttuğum birşeyi hatırlattın, senin yanına yi ğim» diyerek Ebu Hanîfe'nin karşısından çekip gitti.

eceTabiî, bir daha dönmemek üzere çekip gitmişti.

Başka bir olay da şöyledir:

Ebu Hanîfe, Azîz ve Celîl olan Halik'in (yaratıcının) varlığını in­kâr eden bazı inkarcılarla (mülhidlerle) karşılaştı. Onlara şöyle dedi:

«Çeşitli eşya ve mallarla yüklü bir geminin açık denizde şiddetli bir fırtınaya tutulduğunu ve azgın dalgalarla boğuştuğunu düşünün. Buna rağmen o çizilen rotasında, bilinen gaye ve maksadına hiç sal­lanmadan bir aksaklığa uğramadan ve yolunu şaşırmadan sakin ve emin bir şekilde gitmeye devam etmektedir. Yainız bu gemide hareke­ti sağlayan ne bir gemici, ne de onun gidişini düzenliyen bir yöneti­ci vardır.

Düşünce olarak bu doğru mudur?»

Onlar: «Hayır, bu aklın kabul edemiyeceği ve mümkün görme­diği bir şeydir, ey şeyh!» dediler.

Ebu Hanîfe: «Ya Subhanellah!

Bir geminin kaptansız olarak denizde mükemmel bir şekilde git­mesini kabul etmiyorsunuz da, coşkun denizleriyle, dönen gezegenle-riyle, uçan kuşlarıyla bu kainatın, yaptığını sağlam yapan idaresini iyi düşünen birisi olmadan kaim olmasını mı kabul ediyorsunuz?!

Sizler ve söylediğiniz yalanlar kahrolsun...»

Böylece, Ebu Hanîfe hayat yolculuğunun tümünü yaratıcının ken­disine verdiği mükemmel delille ve eşi bulunmaz mantıkla, Allah'ın dinini savunarak geçirdi. Öldüğünde, ailesine; kendisini temiz bir top­rağa defnetmelerini ve gabedilmiş olma şüphesi bulunan her yer­den uzak tutmalarını vasiyet ettiğini gördüler.

Vasiyeti el-Mansur'a ulaşınca:

«Sağken ve öldükten sonra Ebu Hanîfe'yi bize kim mazur göste rebilir?» dedi.

Ebu Hanîfe, kendisini el-Hasen İbn Ammare'nin yıkamasını vasi­yet etmişti. El-Hasen İbn Ammare onu yıkadıktan sonra şöyle dedi:

Ey Ebu Hanîfe! Allah sana rahmet etsin. Yaptıklarının karşılığı olarak seni affetsin.

Çünkü sen otuz yıldan beri gündüz yemek yemedin [oruç tuttun)... Kırk yıldan beri geceleri başını yastığa koymadın... Ve senden sonraki fakîhleri yordun... [11]







--------------------------------------------------------------------------------

[1] İmam Ebu Yusuf



[2] Haricîler: Hz. Ali'yle Muaviye'ye karşı çıkan kimseler.

[3] Kıble ehli müslümanlardır. Namazlarında kıbleye yöneldikleri için böyle İsim­lendirilmişlerdir. (1) Kıble ehli: Müslümanlardır. Namazlarında kıbleye yöneldikleri" için böyle isim- ehm: «Allah'ı hakkıyla tanıdığı halde nasıl mümin olmaz».

[4] Maide, 83-85.

[5] Bakara, 136

[6] Felah bulmak: Cenneti ve Allah'ın rızasını kazanmak.

[7] Araf, 12.

[8] Hicr, 36

[9] Araf, 16!

[10] Nemi, 14

[11] Ebu Hanîfe en-Nu'man hakkında geniş bilgi için aşağıdaki eserlere bakınız-

1. El-Bidaye ve'n-nihaye X/107.

2. Vefeyatu'l-a'yan, V/415-423.

3. En-Nücıımu'z-zahire, 11/12.

4. Şezeratu'z-zeheb, I/227-229.

5. Mirötu'l-cinan. I/309.

6. El-İber, 1/314 ' .

7. Tarihu Bağdad, Xlil/323-324.

8. Tarîhu'l-Buharî, VIII/81.

9. El-Cerhu ve't-tadîi, VIM/449-450.

10. Mîzanü'M'tidal, İV/265.

Dr. Abdurrahman Re’fet el-Bâşâ, Sahabe Hayatından Tablolar, Uysal Kitabevi: 2/469-476.


İz Bırakanlar (İslâm Büyükleri)

MollaCami.Com