Bölümler | Kategoriler | Konular | Üye Girişi | İletişim


ÜÇÜNCÜ CİLD, 6. cı MEKTÛB

ÜÇÜNCÜ CİLD, 6. cı MEKTÛB

Bu mektûb, sultâna[1] nasîhatdır. Mu’âz bin Cebel diyor ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” elimden tutdu. Birkaç adım yürüdükden sonra, (Yâ Mu’âz! Takva üzere ol. Hep doğru söyle. Ahdına sâdık ol. Emânete hıyânet etme. Yetimlere merhamet et. Komşunun hakkını gözet. Kimseye kızma. Hep tatlı konuş. Her müslimâna selâm ver. İmâmın lâzım olduğunu bil. Kur’ân-ı kerîmin yolu olan fıkh bilgilerini öğren ve bu bilgilerden ayrılma. Her işinde âhireti düşün. Hesâb gününe hâzırlan. Dünyâya gönül bağlama. Hep güzel, fâideli işler yap! Hiçbir müslimânı kötüleme. Yalancı şâhidlik yapma. Doğru sözü kabûl eyle. İmâm-ı âdile [ya’nî hükûmete], isyân etme. Yeryüzünde fesâd çıkarma. Her zemân Allahı zikr et [ya’nî hâtırla]. Gizli günâhlara gizli tevbe et. Âşikâr günâhlara âşikâr tevbe et!) buyurdu. Abdüllah ibni Ömer diyor ki, bir kimse, Resûlullahdan sordu: Hizmetcimi kaç kerre afv edeyim dedi. Cevâb vermedi. Tekrâr sordu. (Hergün, yetmiş kerre afv et!) buyurdu. Ey Emîrül-mü’minîn! Size hürmetlerimi ve sevgilerimizi arz ediyorum. Şükr ediyorum. Emniyyet ve huzûr içinde olduğumuza ve islâmiyyete yapdığınız hizmetlere, islâmiyyete kuvvet vermenize çok teşekkür ediyorum. Ömrünüzün uzun olmasına, kuvvetinizin artmasına, düşmanlara gâlib gelmenize, talebelerim ile birlikde, gece gündüz, cân-ü gönülden düâ ediyoruz. Kalbden ve uzakdan yapılan düânın kabûl olacağına güvenerek, düâmıza devâm ediyoruz. Devlet ve saltanat güneşiniz, yüksek üfklarda, dâim parlasın! Âmîn.

[1] Hindistânın altıncı sultânı, Alemgîr Muhammed Evrengzîb 1118 [m. 1707] de vefât etdi. Hindistânı elli sene adâletle idâre etdi ve islâmiyyete hizmet etdi.

ÜÇÜNCÜ CİLD, 34. cü MEKTÛB

Büyüklerin yolundan ayrılmayınız! Talebeye ve müsâfirlere çok iyi hizmet ediniz! İslâmiyyete sıkı sarılınız! Resûlullahın sünnetine yapışınız! Bid’atlerden sakınınız! Bid’at sâhibleri ile sohbet etmeyiniz. Onlardan kaçınız! Hadîs-i şerîfde, (Bid’at sâhibleri, Cehennemde azâb çekenlerin köpekleri olacaklardır) buyuruldu. Bu hadîs-i şerîfi unutmayınız! Büyüklerimizin yolunda bid’at [değişiklik] yapmayınız! Bid’at yapılmadıkca, büyüklerin feyzleri, bereketleri devâm eder. Allahü teâlânın rızâsını her ân arayınız. Onun ma’rifetine kavuşmağa çalışınız! Bu ni’metin kokusu gelen yere koşunuz! Dünyâya gelmekden murâd, bu ni’mete kavuşmakdır. Yazıklar olsun ki, istenilen terk olunuyor. Başka şeyler arkasında koşuluyor. Allahü teâlâ, sizi ve bizi, mahlûklarla uğraşmakdan kurtarsın. Kendini aramak nasîb etsin! Mahlûkların yaldızlı, sahte güzelliklerine aldanmakdan korusun! Başımıza gelen zulmler, belâlar, kötü amellerimizin netîceleridir. (Âmirleriniz, amellerinizdir) hadîs-i şerîfdir. Kendinizi islâh etmeğe çalışınız! Vera’ ve takvâya sarılınız! Talak sûresinin ikinci âyetinde meâlen, (Takvâ sâhiblerini sıkıntıdan kurtarırız) buyuruldu.

ÜÇÜNCÜ CİLD, 55. ci MEKTÛB

Âl-i İmrân sûresinin 28. ci âyetinde meâlen, (Mü’minler mü’minlerden başka, kâfirleri sevmesinler. Onları seven, Allahü teâlâyı sevmiş olmaz. Dârülharbde, zarûret olunca, onlara dostluk göstermek câiz olur) buyuruldu. Tefsîr-i kebîr sâhibi[1] bu âyet-i kerîmeyi güzel açıklamışdır. (Bu âyet, kâfirleri sevmeği harâm etdi) demişdir. Âl-i İmrân sûresinin 118. ci âyet-i kerîmesi meâlen, (Ey mü’minler! Mü’min olmıyan kâfirlerle dost, arkadaş olmayınız!) ve Mücâdele sûresinin 2. ci âyet-i kerîmesi meâlen, (Allahü teâlâya ve âhiret gününe inanan, Allahın ve Resûlünün düşmânlarını sevmez) ve Mâide sûresinin 54. cü âyet-i kerîmesi meâlen, (Ey îmân edenler! Yehûdîleri ve hıristiyanları sevmeyiniz!) ve Mümtehine sûresinin birinci âyeti meâlen, (Ey îmân edenler! Benim ve sizin düşmanlarımızı sevmeyiniz) ve Tevbe sûresinin 72. ci âyeti meâlen, (Mü’minlerin erkekleri ve kadınları birbirlerini severler)dir. Bu âyet-i kerîmeler de, kâfirleri sevmeği harâm etmekdedir.

[1] Tefsîr-i kebîrin ismi (Mefâtîhulgayb)dır. Yazarı Muhammed Fahruddîn Râzî, şâfi’î 606 [m. 1209] da Hirâtda vefât etdi.

Mü’minin kâfiri sevmesi üç Türlü olur. Birincisi, onun küfrünü beğenir. Bunun için sever. Bu muhabbet yasakdır. Çünki, onun dîninden râzı olmuşdur. Küfrü beğenen kâfir olur. Böyle muhabbet, îmânı giderir. İkincisi, herkesle iyi geçinmek için, kâfire dost görünmekdedir. Bu muhabbet memnû’ değildir. Üçüncüsü, ikisi ortasıdır. Onlara meyl eder, yardım eder. Dîninin bâtıl olduğunu bilerek, akrabâlık, iş arkadaşlığı sebebi ile dostluk yapar. Bu muhabbet küfre sebeb olmaz ise de, câiz değildir. Çünki bu muhabbet, zemânla dînini beğenmeğe sebeb olur. Yukarıdaki âyet-i kerîme, bu muhabbeti men’ etmekdedir. (Bu âyet-i kerîme, mü’minleri sevmeyip, kâfirleri sevmeği men’ etmiyor mu? Mü’minleri de severse câiz olmaz mı?) denirse, diğer âyet-i kerîmeler, bunu da men’ etmekdedir. Müseylemetül-kezzâbın adamları iki sahâbîyi yakaladı. Birisine, (Muhammedin peygamber olduğuna inanıyor musun?) dedi. Evet dedi. (Benim de peygamber olduğuma inanıyor musun?) dedi. Buna da evet dedi. Müseyleme, kendisinin Benî Hanîfe kabîlesine peygamber olduğuna, Muhammed aleyhisselâmın Kureyş kabîlesine peygamber olduğuna inanıyordu. Bunu serbest bırakdı. Diğerini getirdiler. Buna da sordu. Birinci süâle evet, ikincisine, ben sağırım dedi. Bunu öldürdü. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” haber alınca, (İkincisi, îmânı üzere şehîd oldu. Birincisi, Allahü teâlânın verdiği izne tâbi’ oldu) buyurdu. Nahl sûresinin 106. cı âyet-i kerîmesi meâlen, (İkrâh ile [korkutularak] kalbi îmân ile dolu iken küfr söyleyen afv olur) olup, ikrâh olunca, küfre izn vermekdedir.

(Takıyye), kalbinde olanın aksini söylemekdir. Buna (Müdârâ) da denir. İ’tikâdını, mezhebini saklamak demekdir. Muhtelif şeklleri vardır: Birincisi, kâfirler arasında olup, malından, canından korkanın, kalbi râzı olmadığı hâlde muhabbet izhâr etmesidir. Bu, câizdir. İkincisi, kalbinde olanı açıkca söylemesidir. Bu, efdaldir. Müseylemenin şehîd etdiği Sahâbî böyledir. Üçüncüsü, öldürmek, zinâ, malını gasb, yalancı şâhidlik, nâmûslu kadını kazf etmek [fâhişe demek], müslimân kadınları kâfirlere haber vermek gibi zararlı şeyleri yapmak câiz değildir. Dördüncüsü, takıyye, kâfirlerin gâlib olduğu yerde câizdir. Şâfi’î mezhebinde, zâlim müslimânlar arasında da câiz olur. Beşincisi, mâlını muhâfaza için de, takıyye câiz olur. (Mü’minin mâlı, cânı gibi kıymetlidir) hadîs-i şerîfi buna şâhiddir. (Mâlını muhâfaza ederken öldürülen, şehîd olur) hadîs-i şerîfi de böyledir. Çünki, insanın mâla ihtiyâcı pekçokdur. Meselâ, su gaben-i fâhiş ile, pahalı satıldığı zemân, abdest almak, farz olmaz. Teyemmüm etmek câiz olur. Altıncısı, imâm-ı Mücâhid[1] diyor ki, islâmiyyetin başlangıcında böyle idi. Çünki, o zemân, müslimânlar garîb idi, za’îf idi. İslâm devleti teşekkül edince, bu hükm değişdi. Takıyye, kıyâmete kadar câizdir diyenler de vardır. Bunların kavlleri, evlâdır. Çünki, mü’minin kendinden zararı, mümkin olduğu kadar def’ etmesi lâzımdır.

[1] Mücâhid, 104 [m. 723] de Mekkede vefât etdi.

Câhil tesavvufcular ve i’tikâdları küfre varan (Mülhid)ler, kâfirlerle dost olmakdan çekinmiyorlar. (Tesavvuf, herkesle iyi geçinmekdir) diyorlar. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, Evliyânın reîsi iken (Fakîrlikle öğünürüm) demişken, Allahü teâlâ, Tevbe sûresinin 74. cü âyetinde meâlen, (Ey Peygamberim! Kâfirlerle, münâfıklarla cihâd et! Onlara düşmanlık yap!) buyurdu. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” yolu, kâfirlere düşmanlık, onlarla cihâd idi. Bunlar nasıl tesavvuf ehlidir? Resûlullahın yolundan ayrılmışlar, başka yol tutmuşlar. Tutdukları yol, dalâlet yoludur. Doğru yoldan çıkmakdır. Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîfler, Allahü teâlânın kâfirlere düşman olduğunu, açıkca bildiriyor. Onun düşmanlarını seven, Onu sevmiş olur mu? Kâfirler ve fâsıklar, Allahü teâlânın düşmanı olmasalardı, (Bugz-ı fillah) vâcib olmazdı. İnsanı Allahü teâlânın rızâsına kavuşduracakların en üstünü olmaz ve îmânın kemâline sebeb olmazdı. Hadîs-i şerîfde, (Bir kimse, Allahü teâlânın düşmanlarını düşman bilmezse, hakîkî îmân etmiş olmaz. Mü’minleri Allah için sever ve kâfirleri düşman bilirse, Allahü teâlânın sevgisine kavuşur) buyuruldu. Bir hadîs-i şerîfde, (Bir kimse, Allahın dostlarını sever, düşmanlarını düşman bilirse ve Allah için verir ve Allah için vermezse, îmânı kâmil olur) ve (İsyân edenlere düşmanlık ederek, Allaha yaklaşınız!) buyuruldu. Bir hadîs-i şerîfde, (Allahü teâlâ, bir Peygambere vahy etdi ki, falan âbide söyle: Dünyâda zühd ederek, nefsini râhata kavuşdurdun ve kendini kıymetlendirdin. Benim için ne yapdın?) Âbid sordu: Yâ Rabbî! Senin için ne yapılır? Allahü teâlâ buyurdu: (Düşmanıma, benim için düşmanlık etdin mi ve sevdiğimi benim için sevdin mi?) buyuruldu. Sevenin, sevgilinin sevdiklerini sevmesi ve sevmediklerini sevmemesi lâzımdır. Bu sevgi ve düşmanlık, insanın elinde değildir. Sevginin îcâbıdır. Burada, diğer işlerde lâzım olan irâdeye ve kesbe ihtiyâc yokdur. Kendiliğinden hâsıl olur. Dostun dostları, insana sevimli görünür. Düşmanları, çok çirkin görünür. Bir kimse, birisini seviyorum derse, onun düşmanlarından uzaklaşmadıkca, sözüne inanılmaz. Ona münâfık denir. Şeyh-ul-islâm Abdüllah-ı Ensârî diyor ki, ben Ebül-Hasen Sem’ûnu sevmiyorum. Çünki, üstâdım Hıdrîyi üzmüşdü. Bir kimse, hocanı üzer, sen de ondan üzülmezsen, köpekden aşağı olursun. Allahü teâlâ, Mümtehine sûresinin dördüncü âyetinde meâlen, (İbrâhîm aleyhisselâmın ve Onunla berâber olan mü’minlerin sözlerinden ibret alınız! Onlar, kâfirlere dediler ki, biz sizden ve putlarınızdan uzağız. Dîninizi beğenmiyoruz. Allahü teâlâya inanıncaya kadar, aramızda düşmanlık vardır) buyurdu. Bundan sonraki âyet-i kerîmede meâlen, (Bu sözlerinde sizin için ve Allahü teâlânın rızâsını ve âhiret gününün ni’metlerini istiyenler için, ibret vardır) buyurdu. Buradan anlaşılıyor ki, Allahü teâlânın rızâsını kazanmak istiyenlere, bu teberrî [uzaklaşmak] lâzımdır. Allahü teâlâ meâlen buyuruyor ki, (Kâfirleri sevmek, Allahü teâlâyı sevmemekdir. İki zıd şey, birlikde sevilemez). İki düşman, birlikde sevilemez. Bir kimse, seviyorum dese, fekat onun düşmanlarından teberrî etmese, bu sözüne inanılmaz. Âl-i İmrân sûresinin 28. ci âyetinde meâlen, (Kâfirleri sevenleri, Allahü teâlâ, azâbı ile korkutuyor) buyurdu. Bu büyük tehdîd, çirkinliğin çok büyük olduğunu gösteriyor. Halîfe Ömere “radıyallahü teâlâ anh”, burada Hîre halkından bir nasrânî [hıristiyan] var. Hâfızası çok kuvvetli, yazısı da çok güzel, bunu kendine kâtib yaparsan çok iyi olur, dediler. Kabûl etmedi. (Mü’min olmıyan birini dost edemem) dedi ve bu âyet-i kerîmeyi okudu. Ebû Mûsel eş’arî, halîfe Ömere, (Yanımda nasrânî bir kâtibim var. Çok işe yarıyor) deyince, (Allah seni kahr etmesin! Niçin, bir müslimân kâtib kullanmıyorsun? Mâide sûresindeki, Ey mü’minler! Yehûdî ve hıristiyanları sevmeyiniz! âyetini işitmedin mi?) dedi. (Dîni onun, kâtibliği benim) dedim. (Allahü teâlânın hakîr etdiğine ikrâm etme! Onun zelîl etdiğini azîz eyleme! Allahın uzaklaşdırdığına yaklaşma!) dedi. (Basrayı onun yardımı ile idâre edebiliyorum) dedim. (Hıristiyan ölürse ne yapacaksan, şimdi onu yap! Hemen onu değişdir!) dedi. Mürşidimiz, sebeb-i se’âdetimiz imâm-ı Rabbânî “radıyallahü teâlâ anh” 266. cı mektûbda buyuruyor ki, (Halîlullah olan İbrâhîm aleyhisselâmın o büyük makâmı bulması, Peygamberlerin ağacı olması, Allahü teâlânın düşmanlarından teberrî etdiği içindi. Mümtehine sûresinin dördüncü âyetinde meâlen, (İbrâhîm aleyhisselâmda, sizin için ibret vardır) buyuruldu. Bu fakîre göre, insânı Allahü teâlânın rızâsına kavuşduracak şeylerden hiçbiri, bu teberrî gibi değildir. Allahü teâlânın, küfre ve kâfirlere düşmanlığı, zâtındandır. Lât ve Uzzâ gibi putlara ve bunlara tapanlara kendisi düşmandır. Cehennemde sonsuz yanmak, bu çirkin işin cezâsıdır. Nefsin istediği şeyler ve diğer bütün günâhlar, böyle değildir. Çünki, Allahü teâlânın bunlara adâveti ve gadabı, kendinden değildir. Gadabı, sıfatlarından, azâbı ef’âlindendir. Bunun için, günâhların cezâsı, sonsuz yanmak olmadı. Hem de, dilerse, bu günâhları afv edecekdir.)

ÜÇÜNCÜ CİLD, 153. cü MEKTÛB

Ezelde takdîr edilmiş olan şey, elbet vâkı’ olacakdır. Ra’d sûresinin kırkıncı âyetinde meâlen, (Her vakt için, bir hükm vardır) buyuruldu. Hak teâlâyı aramağa devâm ediniz! Kokusunu duyduğunuz yere koşunuz. Fırsat günleri ganîmetdir. Dünyâya iki kerre gelmek yokdur. Yolumuzun esâsı sohbetdir. Yanındaki ile uzakdaki müsâvî olur mu? Veyselkarânî, Resûlullahı göremediği için, hiçbir Sahâbînin derecesine ulaşamadı. Bütün tarîklerde, yakında olan ile uzakda olan müsâvî değil ise de, bizim yolumuzun esâsı sohbetdir, berâber olmakdır. Aklı başında olan tâlib, üstâdına olan muhabbeti mikdârınca, onun kalbinden saçılıp kendisine gelen feyzlerden ve bereketlerden, uzakda iken de, alır. Ma’nevî bağı [muhabbeti] sebebi ile, uzakdan gelen feyzlerden alırsa da, ma’rifete ve vilâyet derecelerine kavuşmak için, sohbet şartdır. Allahü teâlâ, büyüklerin kalblerinden yayılan feyzlerden almamızı nasîb eder. [Resûlullahdan gelen din bilgileri ikiye ayrılır: Beden bilgileri ve kalb bilgileri. Beden bilgilerine (Ahkâm-ı islâmiyye) denir. Bu bilgiler (Kelâm), (Fıkh) ve (Ahlâk) kitâblarından öğrenilir. Kalb bilgilerine (Ma’rifet) ve (Feyz) denir. Ma’rifet, feyz, insanın kalbine, Evliyânın kalblerinden akar.]

Geçdi gençlik, tatlı bir rü’yâ gibi, ey çeşmim zâr!

beni mecnûn etdi girye, meskenim olsun mezâr!

ÜÇÜNCÜ CİLD, 154. cü MEKTÛB

Allahü teâlâ, yüksek derecelere kavuşdursun! Bunun için, parlak dîne uymak, Muhammed aleyhisselâmın yolunda bulunmak lâzımdır. Bu yolu gösteren üstâdı sevmeli, ona tâbi’ olmalıdır. Elem, derd geldiği zemânlarda da, Allahü teâlânın irâdesine ve ezeldeki takdîrine teslîm ve râzı olmalıyız! Mevtâlara düâ, sadaka ve hayr yâd ile imdâd ediniz! Rahmetlinin feyzlerini, bereketlerini bekleyiniz! Kabrini ziyâret ederek, feyz taleb ediniz! Sevdiklerimizden, o mübârek şehri ma’mûr etmelerini ve merhûmun yolunda bulunmalarını, vazîfelere devâm etmelerini bekliyoruz. Müsâfirlere hizmet ediniz! Merhûmun evlâdına hizmet etmeğe ve onların gönüllerini almağa çalışınız! Çocuklara dinlerini öğretmekde, edeb ve terbiye vermekde kusûr etmeyiniz! Beş vakt nemâzı, vaktlerinde ve cemâ’at ile kılınız! Vazîfeleri [Zikri ve ezânı] ve Kur’ân-ı kerîmi, tegannî yapmadan ve mizmâr [ses veren âlet] kullanmadan okumağa devâm ediniz! [(Dürrül-meârif) önsözünde diyor ki, (Mûsikî âletleri ile okumak günâhdır. İcmâ’ [ya’nî sözbirliği] ile harâmdır.).]

Dostlarımın ayrılığından, kalbim kan ağlıyor.
Onları hâtırladıkca, iliklerim yanıyor.

ÜÇÜNCÜ CİLD, 156. cı MEKTÛB

Yazıklar olsun, ömr geçdi. Bir hayrlı iş yapmadım. Dünyânın vefâsız, yalancı olduğu, şimdi anlaşıldı. Hayâtı, hayâl oldu. Fitneleri, derdleri bitmedi. Ahbâb, arkadaşlar, öldüler, gitdiler. Bu hâlleri görüp de, gafletden uyanmıyor, ibret almıyoruz. Pişmân olmuyoruz. Tevbe etmiyoruz. Gaflet devâm ediyor, günâhlarımız artıyor. Allahü teâlâ, Tevbe sûresinin 127. ci âyetinde meâlen, (Görmiyorlar mı ki, her sene, bir iki kerre, derdlere, belâlara yakalanıyorlar. Yine tevbe etmiyor, pişmân olmuyorlar) buyurdu. Bu nasıl îmândır? Nasıl müslimânlıkdır? Ne kitâbdan, ne sünnetden nasîhat alınıyor. Ne de, başa gelen derdlerden, hâdiselerden ibret alınıyor. Uzun seneler, berâber yaşadıkları,birlikde gezip dolaşdıkları, yiyip içdikleri, yatıp kalkdıkları ahbâblarını, arkadaşlarını düşünsünler. Sevdiklerinin, birlikde eğlendiklerinin, yardımcılarının ne olduklarını görmiyorlar mı? Hiçbirinden birşey kaldı mı? Onlardan haber verenler var mı? Ömrlerinin harmanını rüzgâr götürdü.

Vefâsızdır, ey denî dünyâ senin her ni’metin!
Ecel fırtınaları, mahv eyliyor her rif’atın.

Yâ Rabbî! Onların ecrinden, feyzinden bizi mahrûm eyleme! Onlardan sonra, bizi fitnelere düşürme! Biz garîbler, birkaç günlük ömrümüzü gaflet ile geçirmemeğe gayret edelim. Tavşan uykusu ile yaşamıyalım! Kalblerimizi geçici, yaldızlı, sahte lezzetlere kapdırmıyalım! Bu zehrli tatlılıklara aldanmıyalım! Allahü teâlânın emr etdiği ibâdetleri, râzı olduğu iyi işleri yapalım! Nefs ve şeytânın ve kötü kimselerin yalanlarına, fitnelerine inanmıyalım! Kabr ve kıyâmet azâblarını düşünerek, kendimizi şimdiden koruyalım! Bu kısa hayât ve aslı olmıyan görünüşü bırakıp, ölmeden ölmekle şereflenelim! Aslımızın hiç olduğunu düşünelim! Emânet edilen zînetleri takarak övünen ahmak kimse ile herkes alay eder. Bozuk, hîleli mal satanı kimse sevmez. Varlık ve var olana yakışan herşey, hakîkî var olanındır. Önü ve sonu yokluk olanın, kemâli, kendi yokluğunu anlamasıdır.

Kişi noksânını bilmek gibi, irfan olmaz!

ÜÇÜNCÜ CİLD, 168, ci MEKTÛB

Allahü teâlânın feyz göndermesinde, kesinti, durmak yokdur. Feyzleri, bereketleri, nûrları, devâmlı olarak göndermekdedir. [Maddî hayât için lâzım olan kudreti, enerjiyi, güneşden gönderiyor. Ma’nevî hayâta lâzım olan feyzleri, Muhammed aleyhisselâmın mubârek kalbinden göndermekdedir. Feyzler, Allah adamlarının kalblerine gelmekde, bunlardan yayılmakdadır. Bunların kalbleri, fosforessan hassası bulunan cism gibidir.] Kalblerinden yayılan feyzler, her müslimâna isti’dâdı, kâbiliyyeti kadar gelir. Ba’zılarına da hiç gelmez. Meselâ, insanın aynalarda görünmesi, aynaların parlaklığına göre değişir. Sâf olmıyan aynada hiç görünmez. Zuhûrun tam ve noksan olmasına sebeb aynadır. Görünen insanın te’sîri yokdur. [İnsan, gelen feyzlerden, üstâdına olan ihlâsı ve sevgisi kadar alır. Hepsini almak, nâdirdir.]

ÜÇÜNCÜ CİLD, 252. ci MEKTÛB

Velîden her an yayılan feyz, nûr, herkese isti’dâdı kadar gelir. İsti’dâd, Ehl-i sünnet i’tikâdında olmak, bid’atlardan sakınmak ve ahkâm-ı islâmiyyeye uymakdır. İsti’dâdı çok olana çok feyz gelir. Gelen feyzlerden, ihlâsı ve muhabbeti kadar feyz alır.

[Dört mezheb imâmına ve bunların yetişdirdikleri, ictihâd derecesindeki yüksek âlimlere (Ehl-i sünnet âlimi) ve bu âlimlerin bildirdikleri îmân bilgilerine (Ehl-i sünnet i’tikâdı) denir. Ehl-i sünnet i’tikâdında olan diğer mezhebler de vardı. Fekat, bunların fıkh kitâbları, şimdi mevcûd değildir. Üç dürlü imâm vardır: Câmi’ imâmı, mezheb imâmı, bütün müslimânların imâmı. Buna Emîr-ül-mü’minîn de denir. Bugün bu imâm yokdur. Bugün müslimânların çeşidli devletleri, hükûmetleri vardır. Müslimânın, bulunduğu memleketin hükûmetine, devletine, Almanya, Fransa gibi, kâfir hükûmet olsalar da, isyân etmemesi, kanûnlara karşı gelmemesi, bölücülük yapmaması, vergilerini vermesi lâzımdır. Kâfir memleketinde dahî, kimsenin mâlına, cânına saldırmaması, herkese iyilik etmesi lâzımdır. Râhatı, huzûru bozmak, fitne çıkarmak harâmdır. Yalan, iftirâ, hîle, hiyânet yapanlara karışmamalıdır. Allahü teâlâ, (ihsân sâhiblerini severim) buyuruyor. Kimseye zarar vermeyeni, hep iyilik yapanı, Allah da sever, herkes de sever.]


İz Bırakanlar (İslâm Büyükleri)

MollaCami.Com