Bölümler | Kategoriler | Konular | Üye Girişi | İletişim


SOY VE NESEB İLE ÖVÜNMEK VE DİNİ İSTİSMAR

İnsanın kendi elinde olmayan, kendi gayreti ve çabasıyla elde edilmemiş olan, rengi, ana dili, nesebi gibi özellikleriyle övünmesi doğru değildir. Bu özellikler sadece mukadderattır, yani Allahu Teâlâ’nın takdiridir. Allahu Teâlâ’nın takdiri olan bu hususiyetlerle övünmek, İslam’a göre sakıncalıdır.

Toplumumuzda kimi insanlar ırklarıyla övünürler. Kimileri mesleki kariyerleriyle, kimileri şöhretleriyle, güzellikleriyle, iktidarlarıyla, mallarıyla… Bunların hepsi sakıncalıdır, hiçbiri İslam açısından doğru değildir. Fakat en kötüsü, en çirkini de Müslümanların İslami hassasiyetlerini istismar ederek, nesebi özellikleriyle üstünlük taslamaktır.

Bu gibi kişiler, “Ben seyyidim, ben falan zatın soyundanım, ben falan ailedenim, biz ‘ocak’ız” gibi sözlerle menfaat elde etmeye çalışmaktadırlar. Maalesef bu gibiler, toplumumuzda azımsanmayacak kadar çoktur.

Bu yazımızda onların, halkımızın hassasiyetlerinden yararlanarak, İslami değerleri istismar etmeleri üzerinde duracağız.

Ehli Beyt’in fazileti ve üstünlüğü

Bir insanın, Resulullah aleyhisselamın soyundan gelmesi, elbette güzeldir, iftihar kaynağıdır… Resulullahın bize miras bıraktığı üç emanetten biri de Ehli Beyt’idir. Topluma mal olmuş, yaşadığı dönemde Müslümanlara rehberlik etmiş değerli âlim/mürşit bir zatın soyundan gelmek, önemli bir vasıftır, kayda değer bir durumdur.

Böyle olduğu için de bu özelliğe sahip olan bir insanın, İslami ve toplumsal sorumlulukları da daha fazladır. O insanın, bütün hal ve davranışlarına, diğer insanlardan daha çok dikkat etmesi lazımdır. Bütün davranışlarının toplum tarafından dikkatle takip edildiğinin farkında olması gerekir. Her zaman ‘veren el’ olmaya çalışmalıdır. İnsanlardan asla menfaat temin etmemelidir.

Hz. Peygamberin evlatları ve torunları, bize, özel bir aileye mensup olmanın ne anlama geldiğini, bu vasıftaki insanların hal ve davranışlarının nasıl olması gerektiğini, yaşantılarıyla en iyi şekilde göstermişlerdir.

Mesela, Hz. Hüseyin’in evladı Ali Asgar’ın ismi pek bilinmez, herkes onu “Zeynelabidin” olarak veya “İmam Seccad” olarak bilir. Bu mahlasların anlamlarına dikkat edilecek olursa: “Zeynelabidin” “abidlerin süsü”, “imam seccad” ise “çok secde eden imam” anlamına gelir. Eskiden Küfe’de veya Bağdat’ta, bir camide, secdede çok bekleyen biri görülseydi, “Bu Ehli Beyt’tendir” denirdi.

Onlar, Peygamberimizin torunu olmayı bir imtiyaz ve üstünlük vesilesi olarak görmediler. Tam tersi bir dava yükü, bir sorumluluk olarak kabul ettiler. Örnek bir makamda durdukları için ruhsatlardan bile yararlanmazlardı. Onlar hem gönüllerin sultanı hem de İslam tarihinin gizli fatihleriydiler.

Hz. Ali kerremallahu veche Efendimiz, bir şiirinde der ki:


الجنة لمن أتقى ولو عبدآ حبشيآ والنا ر لمن عصاه ولو شريفآ قريشيآ

“El cennetu limenitteka velev abden Habeşiyyen
Vennaru limen ‘asahu velev şerifen Kurayşiyyen.”

Cennet muttakiler içindir
Velev Habeşli bir köle olsa
Ateş de isyan edenler içindir
Velev Kureyşli bir seyyid olsa

Soyların en üstünü, en şereflisi, hiç şüphesiz Peygamber Efendimizin pak soyudur. Bununla beraber, birisinin “seyyid” olmasıyla övünmesi, doğru değildir. İslam’da, Hıristiyanlıktaki ruhbanlığa benzer, imtiyazlı bir sınıf yoktur.

Soy ile övünmek, genellikle, ortaya kendinden bir şey koyamayan, ne ilmi ile nede salih amelleri ile toplumdan farklı olmayan insanların tevessül ettikleri bir davranıştır. Bu tip insanlar, zaman içinde öyle bir hal alıyorlar ki sanki ameli salih yapılmasa da soyları kendilerine yetermiş gibi görülüyorlar. Bir süre sonra, soy ve neseplerini bir üst sınıf gibi addederek, kendilerini ayrıcalıklı görmeye başlıyorlar.

Böyle, “kerameti kendinden menkul” kişilere tabi olup dinini onlardan öğrenen insanlar da o büyük soya sahip kişilerin lakayt hallerinden etkilenerek, dini yanlış öğreniyor, bozuluyorlar.

Evet, bu bozulma ve yozlaşma ile alakalı olarak, peygamberler tarihi örneklerle doludur. İlahi bir din olan Hz. Musa’nın dini, “el-İslam” bu şekilde bozulmuştu. Hahamların onu bir ticaret metaı haline getirmesinden sonra, Yahudiliğe döndü ve batıl/sapkın bir din anlayışı çıktı orta yere. Hz. İsa’nın dini olan “el-İslam” da, Papaz ve rahiplerin çıkar ve siyasi entrikaları ile Hıristiyanlığa dönüşüverdi.

İslam’ın zuhurundan sonra; Yezidilik, Kadiyanilik, Bahailik gibi sapkın fırkaların ortaya çıkmasının sebebini araştıranlar, aynı manzaralarla karşılaşırlar.

Şunu katiyetle bilmemiz lazım; kişi, ceddinin gittiği hak yolda giderse ve takva halini yaşarsa onun nesebine mensup olur. Yok, o insan, dedelerinin yolundan gitmez ve ehli dünya gibi yaşarsa o zaman ceddi ile arasındaki nesep kesilir. Zira şeref, asalet ve üstünlük nesepte değildir. Takva, ameli salih ve tevazudadır.

İslam’ın üstünlük ölçüsü

Peki, bir Müslümanı değerli kılan nedir? Allahu Teâlâ, Kuranı Kerim’inde ve Resulü Ekrem Efendimiz hadisi şeriflerinde bunu bize nasıl bildirmiştir? Biz hangi hal ve davranışlarla üstün ve şerefli olabiliriz?

Hz. Bilal radıyallahu anhın, Mekke’de ezan okuması üzerine, Kureyş’in ileri gelenleri dediler ki:

— Bu siyahî kölenin ne özelliği var ki ona bu kadar değer veriliyor?

Bunun üzerine, ayeti kerime nazil oldu: “…Allah katında en değerliniz, takvada en önde olanınızdır.” (Hucûrat; 13) Ne zamanki Efendimize emir geldi ve “Önce akrabalarını uyar ve ikaz et” denildi. Resulullah, kızı Fatıma’ya şöyle dedi:

— Ey Muhammed’in kızı! Âhiret için hazırlığını yap. Sen, o büyük güne hazırlıksız çıkarsan, benim sana yapacak bir şeyim olmaz. Efendimiz aleyhisselam, Halası Safiye’ye de:

— Ey Halacığım! Âhiret hazırlığını yap, oraya boş gidersen, benden bir fayda bekleme! Diyerek uyarmıştır.

Ve yine, Resulü Ekrem efendimiz, Veda Haccı’nda şöyle diyordu: “Sözümü iyi dinleyin, iyi belleyin. Rabbiniz birdir, babanız birdir. Hepiniz Âdemin çocuklarısınız, Âdem de topraktan yaratılmıştır. Hiç kimsenin başkaları üzerinde soy sop üstünlüğü yoktur. Allah katında üstünlük, ancak takvâ iledir. Müslüman Müslümanın kardeşidir. Böylece bütün Müslümanlar kardeştir.”

Bu konu ile alakalı bakınız Allahu Teala, Hz. Nûh aleyhisselamın kafir olan oğlu ile ilgi bizi şöyle bilgilendiriyor: Hz. Nuh (as) gemiye binmeyen oğluna şöyle sesleniyordu; “Ey oğulcuğum! Bizimle beraber gel; kâfirlerle birlik olma” diye seslendi. Oğlu: “Dağa sığınırım, beni sudan kurtarır” deyince, Nûh aleyhisselam: “Bugün, Allah'ın buyruğundan, O'nun acıdıkları dışında kurtulacak yoktur” dedi. Aralarına dalga girdi. Oğlu da suların altında kalarak boğuldu.

Nûh aleyhisselam, Allahu Teâlâ'ya; “Rabbim! Oğlum benim ailemdendi. Doğrusu senin va'din haktır. Sen hükmedenlerin en iyi hükmedenisin.” Diye seslendi. Bir bakıma oğlunun başına gelenlerin hikmetini öğrenmek istemişti. Allah Teâlâ, söz konusu olan bir peygamber dahi olsa kan bağının hiçbir şey ifade etmediğini, insanların bir nesebe mensup olmalarının, yegâne ölçüsünün akide olduğunu beyan eder. Devamla Allahu Teala şöyle buyurur. “Ey Nûh! O senin ailenden değildir. Çünkü o, çok kötü bir iş işlemiştir. Öyleyse bilmediğin şeyi benden isteme.” ayetiyle Nûh aleyhisselama ve dolayısıyla bizlere bildirmiştir.

Ayetten de anlaşılacağı üzere, insanı Allah katında değerli kılan nesebi değil, bizzat iradesiyle ortaya koyduğu inanç seçimidir. Peygamberimizin öz amcası iman etmediği ve Peygamberimize zulmettiği için Allahu Teâlâ, Kuran’da onun hakkında “Tebbet yeda ebi lehebin ve tebbe” diyor; “Ebu Leheb’in iki eli kurusun ve yok olsun!”

Ayrıca şu ayet de üstünlüğün kaynağı hususunu teyit etmektedir: “Onlar, o müminlerdir ki kendilerine yeryüzünde iktidar verdiğimiz takdirde, namaz kılarlar, zekâtı verirler, iyiliği emrederler ve kötülükten vazgeçirmeye çalışırlar. Bütün işlerin sonu Allah'a dönecektir.” (Hacc, 41)

Evet, insanı Allah katında değerli kılan, imani ve ameli durumudur. Üstünlük tanımlaması da buna göre yapılmıştır.

Dine hizmet zarar görüyor

İmam Şafii rahmetullahi aleyh, bir beytinde derki;

لعمرك ماالانسان الا ابن دينه
فلا تترك التقوى اتكالا على النسب
لقد شرف الاسلام سلمان فارس
وقدوضع الشرك النسيب ابى اللهب


Hayatın üzerine yeminim olsun ki, insan ancak dininin çocuğudur.
Sakın nesebine güvenerek takvayı terk etme
(Unutma ki) Selmanı Farisi İslam’la şeref sahibi oldu
Ve şirk ile alçaldı, neseb sahibi Ebu Leheb.


Geçmişinden başka hiçbir meziyete sahip olmayan ve takvadan nasiplenmemiş bu tür insanlarla alakalı olarak, özellikle tasavvuf ehlinin daha çok dikkat etmeleri gerekir. Kendi mürşitlerinin çocukları istikamet üzereyse ona elbette saygı duymaları lazım. Çünkü o evlat, aynı zamanda mürşitlerinin bir hatırasıdır, ondan bir parçadır.

Eğer “başkaları onun elinden ve dilinden selamette ise”; “kendisi için istediğini Müslüman kardeşi için istiyorsa”; “Allah adı zikredildiği vakit, kalbi tir tir titriyorsa”; “Allah yolunda hizmet ederken, kınayıcının kınamasından korkmuyorsa”; “Dine hizmetini, maddi menfaatlere alet etmiyorsa” o farklıdır. O üstündür, ona saygı da gösterilir, arkasından da gidilebilir. Eğer bu evlat, güzel yaşantısının yanında bir de ilim ehli ise o zaman, çekirdekten yetişmiş bir âlim ve bir yol göstericidir.

İstikamet üzere değilse onun Allah katında da hiçbir değeri yoktur. Sofiler de ona itibar etmemelidirler.

Esasında çok iyi bir insan olmak için illaki necip bir soya sahip olmak gerekmiyor. Aksine, kötü ve hain olmak için de kötü bir geçmişe sahip olmak da gerekmiyor. Kısacası, İslam’da soy imtiyazı yoktur.

İslam’ın ilk yıllarında, hatta müçtehit âlimler döneminde bile âlimlerin çoğu Mevali’dendi. (1) Bu insanların değeri, soylarından gelmiyordu. Onlar, takvalarıyla, ameli salih ve İslami ilimlerdeki derinlikleriyle birer rehberdi. Hiç kimse onları meçhul olan geçmişleri ile ayıplamazdı. (2)

Maalesef, bugün bizim toplumumuzda, seyyidliğiyle övünen veya bazı salih zatların torunları olmakla kendini farklı gören, birçok insan vardır. Bu insanlar, kılık kıyafetleri ve söylemleri ile kendilerini farklı bir yere oturturlar. Genelde insanlar onların hizmet için çabaladıklarını sanırlar.

Hâlbuki bunların bir kısmı, dünyanın faniliğinden dem vurur, arkasından, halktan mal toplayarak dünyevi geleceklerine yatırım yaparlar. Bir süre sonra, insanlar onlara bakıp şöyle düşünürler: “Demek ki yeryüzünde iyi insan kalmadı, artık hizmet için kime güvenebiliriz ki?...” Böylelikle, gerçek hizmet ehli olan insanları da gölgelemiş, onların arkasından gidilmesini de engellemiş oluyorlar. Bu ise dini hizmetlere ciddi zarar vermek demektir ki bunun vebali de oldukça ağırdır.

Rahmetli Mehmet Akif Ersoy (r.aleyh) kendi dönemine ait buna benzer bir durumu bakın nasıl şiirleştirmiş;

Hiç unutmam ki, cömerdin biri, hem zengin adam,
Beni üzdürdü nihayette şu sözlerle:

“İmam,
Günde on kerre gelip istediniz, hep verdim.
Yine vermezsem eğer millet için, nâ-merdim.
Yalnız, ehline gitsin bu emekler... Olur ya,
İş bizim Avrupa yaranına benzer sonra!
Hali ıslah edecekler, diyerek kaç senedir,
Bekleyip durduğumuz züppelerin tavrı nedir?

Evet, “Kim, kötü huylu ise ve kötü işleri yapıyorsa nesebi ile yol alamaz. (Şerefli bir aileye mensup olması ahirette ona hiçbir fayda sağlamaz.)”

Hülasa, gerek şahsi, gerek siyasi menfaat veya nüfuz sağlama işine İslam’ı alet etmek istismardır. Koltuk kapmak, isim yapmak, bir grup insanı peşine takmak, herhangi bir menfaat gibi Allah rızasından başka niyetlerle yapılan her iş istismardır, riyadır ve büyük bir günahtır.

Böyle kimseler hakkında Peygamber Efendimiz, “Ahir zamanda, dünya menfaati için dini alet eden, gösteriş yapan, sözleri baldan tatlı kimseler çıkar. Bunlar kuzu postuna bürünmüş birer kurttur’ buyurdu.” (Tirmizi)

Bunları burada dile getirmemizin sebebi, kimseyi karalamak veya kötülemek değildir. Biz isteriz ki Müslümanlar kendi içlerindeki çürükleri tanısınlar ve gerçek âlimleri ve Allah dostlarını gölgeleyen bu şarlatanların tasallutundan kurtulsunlar. Gerçek Allah dostlarının değeri daha iyi anlaşılsın. Onlara bir leke dahi gelmesin.

Dilerseniz, sözümüzü Allahu Teala’nın eşsiz kelamıyla noktalayalım. Allahu Teâlâ, gerçek müminlerin özelliklerini saydıktan sonra, onların güzel akıbetlerini de müjdeliyor:

Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla;

1- Mü'minler gerçekten felah bulmuştur,
2- Onlar namazlarında hûşû içinde olanlardır,
3- Onlar, ‘tümüyle boş’ şeylerden yüz çevirenlerdir,
4- Onlar, zekâta ilişkin (söz ve görevlerini mutlaka) yerine getirenlerdir,
5- Ve onlar ırzlarını (iffetlerini) koruyanlardır,
6- Ancak eşleri ya da sahip olduklarına karşı (tutumları) hariç; bu konuda kınanmış değillerdir,
7- Fakat kim bundan ötesini ararsa artık, onlar sınırı çiğneyenlerdir,
8- (Yine) Onlar, emanetlerine ve ahitlerine riayet edenlerdir,
9- Onlar, namazlarını da (titizlikle) koruyanlardır,
10- İşte (yeryüzünün hâkimiyetine ve ahiretin nimetlerine) varis olacak onlardır,
11- Ki onlar, Firdevs (cennetlerin)’e de varis olacaklardır; içinde ebedi olarak kalacaklardır. (Mü’minun Süresi)

Gerçek mümin, daima hakkın ve haklının yanında yer alır.
En hakiki dostun Allah olduğunu unutmaz.
Allah dostlarını da dost edinir.

Dipnotlar: 1- Arapların dışında kalanlar için o zaman bu tabir kullanılırdı. Bazıları bilgisizlikleri veya Arap olmadıkları için bu tabiri aşağılamak için de kullanmışlardır. 2- Muhammed Ebu Zehra; “Ebu Hanife” adlı eseri.

MUHAMMED Z. YILDIZ

Alıntıdır...

Allah razı olsun..!


Hayatın İçinden İslam

MollaCami.Com