Bölümler | Kategoriler | Konular | Üye Girişi | İletişim


Memleketlerin Aynası

Dünyaya Ayna Tutan Adam

Abit Yaşaroğlu

Lisede iken edebiyat öğretmenimize niçin destanlarımızın sayısını az olduğunu sormuştuk. Öyle ya bunca kahramanlığın olduğu yerlerde birçok destanında olması gerekmez miydi? Elin Avrupalısı, Amerikalısı olmayan kahramanlar türetirken bizim varolan kahramanlarımızın niçin destanları yoktu. Hocamız;

—Belkide onların kahramanlık olarak gördüğü şeyleri biz hergün yaşadığımızdan, anlatma ihtiyacı hissetmemisizdir, diye cevap vermişti. Bu cevaba mebni olarak Osmanlı devleti gibi büyük bir devlete sahip olan bizler de niçin fazla seyahatname yoktur diye sorabilir miyiz acaba ?



Bizde seyahat denilince akla Evliya Çelebi gelir. Yaygın olarak seyahatname diye bilinen Evliya Çelebi Seyahatnamesi 1635’de kaleme alınırken, onun kadar meşhur olmasa da ilk seyahatname olan Mir’at-ül Memalik 1554’lü yıllarda yazılmıştır. Kitabın müellifi XVI. yüzyılın güçlü denizcilerinden olan Seydi Ali Reis İstanbul, Galata'da doğdu. Kahramanımız Sinoplu bir aileden gelmedir. Gençliğinde iyi bir öğrenim gördü. Ailesi de denizci olduğunudan Denizcilik üzerine bilgileri küçük yaşta edinmişti. Arapça ve Farsça öğrenmiş, metematiğe, astronomiye ve fiziğe karşı büyük bir merak sarmıştı. Dedesi, II. Mehmet zamanında tersane kethüdalığında, babası Hüseyin Ağa da Darüssınaa kethüdalığında bulunmuşlardı. Rodos'un fethine (1522) ve daha sonra Akdeniz'de cereyan eden bütün deniz savaşlarına Barbaros Hayrettin Paşa yanında katıldı ve Batı Akdeniz bölgesini çok iyi öğrendi. Preveze savaşı ve Trablusgarbın fethinde bulundu Kanuni Sultan Süleyman tarafından, Murat Reis'in yerine Hint Kaptanlığına atandı ve Basra'daki donanmayı Süveyş'e getirmekle görevlendirildi.



Bu olay onun yaşamının da dönüm noktası oldu. Bu atama olmasa büyük bir ihtimalle kaptanımız ismini sadece ilim adamlarının bildiği kişilerden biri olarak kalacaktı. 15 gemisi ile Basra'dan ayrıldı (1554). Yolda 25 parçalık Portekiz donanmasıyla karşılaştı. Portekizlileri püşkürttü. Umman sahilindeki Zufar limanı geçilerek Şihr şehri hizasına gelinince, günbatısı yönünden fil tufanı(Tufan-ı Fil) (Anlatılanlara bakarak bunun Tusunami olduğu tahmin edilebilir ) denilen bir fırtına çıktı. Çıkan fırtına yüzünden Seydi Ali Reis kalan dokuz kadırgalık donanmasıyla birlikte kıyıdan uzaklaşmak zorunda kaldı. Fırtınaya kapılan, gemiler Hindistan kıyılarına, Gücerat sultanlığının Demen Kalesi önüne gelebildi, burada üç gemi karaya vurdu; geri kalan gemilerdeki top ve levazımı bırakarak Seydi Ali Reis elindeki altı gemiyle Surat limanına girdi; çünkü Portekiz donanması onu yakalamak için dolaşıyordu



Seydi Ali Reis buradan Gucerat'ın başkenti Ahmedabad'a gitti. Harap gemilerle Süveyş'e ulaşmak imkansız olduğundan, kalan gemiler satılıp karadan İstanbul'a dönülmesine karar verildi. Süveyş'i geçemeyeceğini anlayan Seydi Ali Reis gemileri ve mühimmatı satarak parasını İstanbul'a gönderdi ve üç yıl Osmanlı ülkesi dışında yaşadı. Daha doğrusu Ülkelerin aynası simli kitabında topladığı maceraları başladı. Seydi Ali Reis Gucerat sultanı Ahmet Han tarafından iyi karşılandı. Seydi Ali Reis, Ahmedabad'tan Sind memleketinin başkenti Multan'a, oradan Lahor'a, bu şehirden de Delhi'ye gelerek Timur oğullarından Hümayun Şah'ın huzuruna çıktı (1555). Hümayun şahın ölmesi üzerine Afganistan - İran yoluyla Anadolu'ya hareket etti (1556). Bundan sonra Kabil, Semerkant, Buhara, Meşhet şehirlerinde hükümdarları gördü.Buhara civarında Özbeklerin saldırısına uğradı ve yaralandı. İran da Meşhet valisi tarafından tutuklandı, daha sonra serbest bırakılarak Şah I.Tahmasp'a gönderildi. Bir süre göz hapsinde kaldıktan sonra Anadolu'ya geçmesine izin verildi ve Şah'ın Kanuni'ye yazdığı bir mektubu da alarak Kazvin'den ayrıldı (1557). Aynı yıl Bağdat'a ulaştı. Böylece Basra'dan çıkışından 3 yıl 7 ay sonra tekrar Osmanlı ülkesine dönüyordu. Seydi Ali Reis 1557 mayıs ayı başlarında İstanbul'a vardı ve Edirne'de bulunan hükümdarın yanına gitti. Süveyş donanmasının uğradığı kayıptan dolayı padişahtan af diledi. Dolaştığı yerlerde görüştüğü hükümdarların verdiği 18 nameyi(mektup) sundu; Ali Reis mahvolmuş bir donanmanın sorumlusu olmakla beraber, başına gelen olağanüstü olaylar kabul edilerek suçlu görülmedi, ve çeşitli görevler aldı . 1562 yılında İstanbul'da öldü. Denizcilikteki ününün yanı sıra denizcilik, coğrafya, astronomi gibi konularda da yetki sahibi bir bilim adamı olan Seydi Ali Reis'in bu konularda bıraktığı eserler şunlardır:



*Mirat-ı Kainat (Kainatın Aynası)

*Hulasat el-Heyyet (Kısa astronomi) Halep'te bulunurken hey'et ve matematik dersleri alan Seydi Ali Reis, Ali Kuşçu'nun Fethiye isimli eserini tercüme etmiş ancak bununla yetinmeyerek Mahmud b. Omar al Çağmini'den ve Kadızade-i Rûmî Musa Paşa'nın eserlerinden de faydalanarak tercümesine bir çok ilaveler yapmıştır.

*Kitap el-Muhit fi -İlm el-Eflak ve'l-Buhur (Felekler ve Denizler biliminde okyanus kitabı) Seydi Ali Reis kısaca Muhit adı ile tanınmış olan meşhur eserini 1554'te Haydarabad'da bulunurken kaleme almıştır. Geçirdiği tecrübelerden sonra kaptanlara ve gemicilere kılavuz olmadan Hint denizlerinde kolaylıkla dolaşım imkanını verecek bir kitap hazırlamak isteyen Seydi Ali Reis bu eserinde; yer tayini, zaman hesabı, takvimler, pusula taksimatı, denizcilikte önemli bazı yıldızlar ve yıldız grupları; meşhur limanlar, Hindistan'ın rüzgar- altı ve rüzgar-üstü sahilleri ile Hint denizindeki adalar, rüzgarlar, tayfunlar, sefer yolları hakkında mühim bilgi ihtiva etmekte; kitabın dördüncü bölümünde Yeni Dünya ( Amerika) ya ait bir bölüm de bulunmaktadır. Katip Çelebi, Cihannüma' sında Seylan, Cava, Sumatra ve diğer adalar hakkında verdiği bilgiyi aynen Muhit'ten nakletmiştir.

*Mir'at-ül Memalik (Memleketlerin Aynası) Seydi Ali Reis'in Hindistan'dan Bağdad'a dönüşünde yol arkadaşlarının, görülen şehirleri, karşılaşılan değişik ve ilginç olayları, ziyaret edilen türbeleri ve çekilen zorlukları anlatan bir kitap yazmasını istemeleri üzerine kaleme almaya başladığı bu eseri 1557' de İstanbul'da tamamlamıştır. Süveyş kaptanlığına tayininden sonra yaşadıklarının bir hikayesi olan bu eserde Seydi Ali Reis, geçtiği memleketler, tanıştığı hükümdarlar ve şahit olduğu olaylar hakkında bilgi vermektedir. Aynı zamanda şair olan Seydi Ali Reis' in Mir'at ül-Memalik'te şiirlerinden örnekler mevcuttur.



Son iki eseri batı dillerine de çevrilmiştir. Mir’at-ül Memalik (Memleketlerin Aynası - 1557) adlı seyahatnamesi donanmasının akıbetini ve emrindeki adamların hesabını veren bir müdafaname gibi düşünülebilir. Şimdi yazarımızın(yoksa kahramanımızın mı demeliydik) Mir'at-ül Memalik isimli eserinden bazı ilginç bölümlerle sizi baş başa bırakıyoruz;



HİNT OKYANUSUNDA MEYDANA GELEN OLAYLARI BİLDİRİR



Rüzgardan biraz aman alınca, Allah'ın yardımına sığınarak, Hint okyanusuna açıldık ve Yemen tarafına doğrulduk. Tahminen Re's-ul Hat'ı geçmiş, Zafer ve Şihr kıyıları yakınlarına gelmiştik ki, gün batısından, fil tufanı adıyla meşhur bir fırtına koptu. Rüzgar hiç göz açtırmıyordu. Gemilerde olan ağırlıkların hepsini denize döktük. Bu fırtına on gün kadar sürdü. Denizde, iki kadırga uzunluğunda; hattâ daha büyük balıklar gördük. Kılavuzlar: Dokunmaz; korkmayın dediler…Med-cezir olayı meydana geldi. Bulunduğumuz yerde med olayı daha fazla olduğundan Çekid körfezi yakınlarına düştük. Karaya yakın olduğumuza işaret olmak üzere deniz atları, kocaman yılanlar, harman büyüklüğünde kaplumbağalar ve rişte-i bahr gördük…Denizin rengi beyazlaşmaya başladı. Bu bir girdabın meydana geleceğine işarettir…Bunlara tutulanların kurtulma imkanı olmadığı deniz kitaplarında yazılıdır. Hemen bulunduğumuz yerin derinliğini ölçtük, orta yelkenleri bağlayıp sereni yisa ettik ve devriye koyduk. Sonunda Hakk'ın yardımıyla cezir zamanı geldi. Rüzgar da ters esmeye başladı. Yani hafiften çapazlama hatta pupa-pruva esmeye başladı. Yelkenleri takıp Formiyan ve Mangalur'un önünden geçtik. Diu'ya vardık. Diu düşman elindeydi, oraya gitmeye çekindik. O gün yelken açmadık, serdümen ile yol aldık. Gittikçe rüzgar hızını arttırdı. Gemilerin dümenleri zaptedilemeyecek hal aldı. Deniz gemilerin üzerindeki ağaçları alıp gitti.Velhasıl o gün bir kıyamet günü idi. Sonunda Hindistan'ın Gücerat eyaletine vardık. Fakat bulunduğumuz yerin neresi olduğunu bilmiyorduk.

………….

Bu şehirde -Gücerat'da -Tanrı ağacı diye bilinen hurma nevinden bir ağaç vardır. Bunun her budağına bir su testisi asarlar. Budağın ucunu kesip testinin içine sokarlar. Buradan kan renginde su akar. Bu su, güneşin hararetiyle az zamanda şaraba döner. Her ağacın altında bir meyhane vardır. Halk devamlı orada yiyip içer.

….

İşe yarar adamlardan elli kişiyle, 962 senesi Muharreminin evvelinde Ahmedabad'a doğru yola çıktık. Birkaç günde Buruc'a ve Blodra'ya daha sonra da Campanur yolu ile devam ettik.Yollarda tuhaf ağaçlar gördük. Herbirinin tepesi semaya varan ve üzerlerinde bir kanadından diğer kanadına 14 karış büyüklüğünde her ağaçta sayısız yarasa vardı.Bu ağaçların kökleri yüksekten toprağa iniyor ve indiği yerden tekrar bir ağaç büyüyordu. Bu ağacın ismi o yerde Tub idi. Bu ağaçların herbirinin gölgesinde binlerce adam gölgelenebilirdi. Yollarında zakkumlar vardı. Gücerat diyarında çok papağan vardı ve bu yerler maymunların da yetişip barındığı yerlerdi. Her gün, nerde konaklasak, binlerce maymun, etrafımızı çevirirdi. .. Bu acize ticaret merkezi Lahor'u vermeyi teklif ettiler ama kabul etmeyip gitmek için izin isteyince onlarda kalenin fethidden sonra gidersiniz deyip, padişah efendimiz hazretlerine bir mektup yazdılar.

….

Bu arada bir ay kadar zaman geçti. Bunun sonunda hepimizi Padişah'a gönderip yanımızda da adam koştular. Zaruri olarak yola revan olduk. Deryayı Sultan-Pur'u gemilerle geçip Hisar-i Firuz Şah yoluyla yirmi gün kadar yürüyerek Zilkade'nin sonlarında Hind Pay-ı tahtına, yani, Delhi şehrine varınca Hümayun Padişah haberdar oldu. Han, hanan, diğer hanlar ve sultanların dört yüz fil ve binlerce adam ile Saadetlü Padişah Hazretlerinin izzet ve hürmetine karşılamak için gönderdi. Bu acize de bir at, iki hil'at ve harçlık gönderip o gün orada Han-Hanan büyük bir ziyafet yapıldı ve Diyar-ı Hind'de Divan gece olduğu için akşamleyin ta'zım ve tekrim ile Padişah'ın Divan-ı Hümayun'una götürüldük….

Bir gün, padişah bu hakire:

"-Vilayet-i Rum mu yoksa Hindistan mı büyüktür," diye sual sorunca:

"-Padişahım, Rum'dan maksadınız Rum'un merkezi ise, o Sivas vilayetidir. O zaman Hindistan çoktur. Fakat Padişah-ı Rum'a tabi olan memleketler ise Hindistan onun onda biri kadar yoktur." Diye cevap verdim. Padişah ta "Maksadım tümüdür" deyince, "Padişahim, bu hakirin hatırına gelen şudur ki, İskenderin dünyaya hükmedip yedi iklime malik olması, galiba Padişah-ı Rum olmasındandır. Zira, rub'u meskun'un boyu, (uzunluğu) 180 ve hattı istiva (ekvator) dan eni 66 dir. Astronomi kitaplarında onun genişliği dört bin kere bin ve 668670 fersahtır.

Buna göre, bunların hepsini gezip, buralara hükmetmesi kolay değildir. Galiba her iklimden Padişah-ı Rum gibi hissedar oldu da, onun için yedi iklime hükmetti deniyor:" deyince "Padişah-ı Rum'un yedi iklimde yeri var mıdır?" diye sual etti.

Cevaben "Evvela Yemen, l. İklimden, Mekke-i Şerife ll. İklimden, Mısır, lll. İklimden, Halep lV. İklimden payitaht Konstantiniyye V. İklimden, Kefe Vl. İklimden, Budin ve Beç Vll. İklimden" dir. Yedi iklimin her birinde padişahımın beylerbeyileri ve kadıları vardır. Mekke ve Medine Sultanı sıfatıyla padişahımın adı, hâkimiyeti altında bulunmayan memleketlerde bile hutbelerde anılır. Çin Müslümanları cuma namazı hutbesini Sultan Süleyman'ın adına okurlar. Çin Fağfuru bile, cihan'ın en büyük hükümdarının Sultan Süleyman olduğunu bilir.



Kabil güzel bir şehirdir. Etrafı karlı dağlarla, dört bir yanı da akarsulu bağlarla çevrelenmiştir. Her tarafı zevk sefa sohbet meclisleriyle doludur. Halk, uçtan uça, latif ve müzeyyen güzellikler içinde zevk ve sefa ederler. Saz ve sözleriyle halkı daima şen, içkili, halinden memnun ve toplu haldedir. Fakat binaların hiçbirisi gözümüze gelip vatan arzusu gönlümüzden bir an olsun gitmedi.

……..

Şimale doğru yapacağımız seyahatte en büyük tehlike Raçputlar'dı. Hindu olan bu kavim, süvari ve gayetle muharip ve çapulcuydu. Bu taraflarda “bat” denen bir Hindu kastı vardı ki, gayetle itibarlı bir sınıftı. Hindu dininden olanlar, bu sınıfa hürmet ve riayete mecburdu. Raçput ülkelerinden geçen yolcular, bu bat’ların sayesinde sağ salim yollarına devam edebilirlerdi. Batlar, muayyen bir para karşılığında yolculara ve kervanlara kılavuzluk ederlerdi. Raçputlar yolcuların veya kervanın yolunu kesse, bat’lar, hançerlerini çıkarıp göğüslerine dayarlar: “Biz kefil olmuşken kervana zarar ederseniz kendimizi helak ederiz” derlerdi. Bir bat'ın ölümüne sebep olma Hindular nazarında azîm günah olduğu için, Raçput atlıları çekilip giderlerdi. Hattâ Raçput çapulcularına söz geçiremeyen bir kaç bat, hakikaten intihar etmiş. Zira böyle yapmazlarsa bir daha zerrece itibarları kalmazmış. Bir bat'ın ölümüne sebebiyet veren Raçput, kadınları ve kızları dahil bütün ailesiyle beraber, Raçput beyleri tarafından yok edilirmiş.



Sonsöz yerine Mir'at-ül Memalik tercüme edilip holyywodd’a gönderilse sizce bu kitaptan kaç serilik İndiana Jons filmi çıkar acaba. Elimizdeki kültür hazinelerinin değerini bilmiyoruz VESSELAM.

seydi ali reis romanını okumuştum çok güzel ve sürükleyiciydi teşekkürler...

ilginize ben teşekkür ederim

Teşekkürler emeğine sağlık kardeşim.


Osmanlı Tarihi

MollaCami.Com