Bölümler | Kategoriler | Konular | Üye Girişi | İletişim


Sultan Vahideddin Hakkında Yeni Bir İddia ve İftira Curcunası

Durup dururken eski başbakanlardan Bülent Ecevit ‘in 16 Temmuz 2005 tarihli Zaman Gazetesi’nde “Sultan Vahideddin merhûmun hâin (!) olmadığı” hakkında bir beyânâtı haber sûretinde yer aldı. (1) Böyle bir söz, ilk defa vârid oluyormuşcasına bir hayret, infiâl ve münâkaşa zemini oluşturdu. İhtimal bu değerlendirmenin, kendisinden beklenmesi muhtemel olmayan bir şahıstan sâdır olması dolayısıyla yazılı basında ve televizyonlarda bir iftira curcunası başlatıldı. Seksen küsûr yıldan beri devam edegelen isnâd ve iftiralar, bir kırık plâk gibi bir çok din ve tarih düşmanı kalem tarafından merhûma salvo hâlinde yeniden bir hücum için vesîle ittihaz edildi. Bunlarda yeni hiçbir şey yoktu. Bu eski iddialar ise, tarafımızdan tam kırk sene evvel “Sarıklı Mücâhidler” isimli eserimizde cevaplandırılmış (2) ve orada bu iddiaların hiçbirinin geçerliliğinin olmadığı sayısız delille isbat edilmişken, bir çok devrimbaz yazar, verilmiş olan cevapları duymamışcasına hareket ederek eski iddiaları çiğnenmiş bir sakız hâline getirircesine tekrarlamak bayağılığından kurtulamamışlardır. Bunları ibret ve dehşetle seyrettik. Seyretmekle de kalmayarak radyo ve televizyonlarda –sâhib olabildiğimiz imkânlar nisbetinde- tekrâren cevaplandırdık. (3)

Tabiatıyla bu arada Türk basınında bazı insaf ehli kalemlerin de bir kısım hakşinas yazılarının yayınlandığını itiraf etmeliyiz. Fakat kaahir ekseriyet, iftirayı câhilâne, basmakalıp ve mesnedsiz iddialarla körüklemişlerdir. Bunların cevabı, bir çok vesile ile ve defaatle verilmiş olduğu cihetle biz, bu iftira kampanyası dolayısıyla ortaya çıkan “sarhoş kusmuğu” ndan farksız bir hezeyânı burada bir nebze tahlîl etmek istiyoruz. O da “Haftalık” isimli magazin dergisinin 23-29 Ağustos 2005 tarih ve 124 sayılı nüshasında “Haftalık-Özel Haber” başlığı altında sansasyanel bir sûrette “Vahdeddin, Gizli Belgeleri İngilizler’e Nasıl Uçurdu?” serlevhasıyla yayınlanmış olan yarı haber, yarı röportaj mâhiyetindeki yazıdır.

Bu haber ve röportaj, Yardımcı Doç. Dr. Orhan Çekiç isimli nâmâlum bir yazarcığa ve O’nun “İmparatorluktan Cumhûriyete” isimli eserciğine istinâden ortaya konulmuş olduğu bildirilmektedir. Yardımcı Doç. Dr. Orhan Çekiç , Maltepe Üniversitesi’nde öğretim üyesiymiş ve otuz yıldan beri de(!.) cumhuriyet tarihiyle ilgili araştırmalar yapıyormuş. Mâşaallah çok keskin bir araştırmacı olmalı ki, otuz senedir yardımcı doçentlikten doçentliğe bile yükselememiş. Bu keyfiyetin bir mânâsı da onun lisan bilmediğidir. Esâsen bu keyfiyet dikkat edilince bahsi geçen yazıdan da anlaşılmaktadır. Zira kendisiyle yapılan röportajda;

“ - Bu belgelere nasıl ulaştınız” suâline şu cevabı vermektedir:

“ - Bunlara doğrudan ulaşan kişi ben değilim. Orjinalleri ilk kez kullanan kişi Prof. Dr. Salâhî Sonyel , kırk yıl önce İngiltere’de yazdığı doktora tezinde bu belgeleri kullanmıştır.” demektedir. Bu demektir ki O, mevzuubahs olan raporları İngiliz Arşivi’nde bizzat çalışarak temin etmiş değildir. Onları başka bir kitaptan aktarmış bulunmaktadır. Hem de o eser yayınlandıktan kırk yıl sonra!.

“Vesika” sıfatıyla adlandırdığın bir kısım istihbarat raporlarını kırk sene evvel yayınlanmış bir eserden iktibas edip alacaksın, sonra bunların “ İngiliz İstihbaratı’nın müsaadesiyle ” (!.) yayınlandığını iddia edeceksin?! Bu demektir ki mâhud yazı-röportaj, daha takdiminde görülen bu yalanla başlamaktadır!.

Peki, bu Salâhî Sonyel kimdir? Doktora tezinin adı-sanı nedir? Nerde ve ne zaman yayınlanmıştır? Vesikalar(!.) onun kaçıncı sahifelerinde yer almıştır?! Bu husus bildirilmemektedir. Biz de bilmiyoruz.

Ancak şunu söyleyelim ki, İngiliz resmî belgelerinin saklandığı Public Record Office’deki Sultan Vahideddin ‘e âid dosyanın bütün muhtevâsı elimizde mevcuddur. Onlar arasında bu “otuz yıllık araştırmacı Yard. Doçent” in bahsettiği vesikalar nevcud değildir.

Diyelim ki, biz o dosyayı takrîben otuz beş sene önce tetkîk edip oradaki vesikaların fotokopisini almış bulunduğumuza nazaran bunlar daha önceden mevcudmuşlar. Çünkü yardımcı doçentin atıf yaptığı Salâhî Sonyel ‘in meçhul doktora tezi ifşaatçının ifadesine nazaran kırk yıl evvel basılmış olduğu cihetle, bizim tetkimizden evvel bu vesîkalar orada mevcut olabilir ve sonra da çıkarılmış bulunabilir. Bu takdirde onlara İngilizler’in de itibar etmeyerek bu vesâik denilen hayal mahsûlü ajan raporlarını oradan çıkarmış olmaları ihtimâli akla gelebilir. Bu husûsun anlaşılabilmesi için Salâhî Sonyel ‘in eserinin referansı bildirilmesi lâzım gelirdi. Umûmiyetle şuradan buradan aşırmayla kitap yazanlar hep böyle yapar ve aşırma yaptıkları kaynakları sarih bir sûrette zikretmezler.

Diğer taraftan Record Office’de muhafaza edilen vesâikin aslı bizim yazıyla (Osmanlıca olarak) mevcud olmak gerekirdi. Bu takdirde ise o da ingilizce tercümesiyle birlikte muhâfaza edilmiş olması îcâb ederdi. Orada usûl budur. Bizim elimizde aynı yerden elde edilmiş bir çok vesikanın beraberinde onun osmanlıca aslı mevcuddur. Bunları her isteyene gösterebiliriz. Bunların bazılarını da Sultan Vahideddin ‘le ilgili izahlarımızda kullanmış bulunmaktayız.

Bahsi geçen yazıda yer alan ilk yalan şudur:

Derginin kapağında “Belgeleri, İngiltere Devlet Arşivleri’nin izniyle yayınlıyoruz.” ibaresi yer almaktadır. Bu fiilî ve ilmî gerçeklere aykırı bir beyândır. Zîra bir kere Record Office’e konulan ve böylece herkesin tetkîkine âmâde kılınan her vesîkadan kopya almak ve onları yayınlamak izne bağlı değildir. Bunu şimdiye kadar izin almadan pek çok kimse yapmıştır. Yazar, bu vesika dediği ajan raporlarını umûma açıklanmadan önce resmî şahıslardan temin etmiş olsaydı, ancak o takdirde bir müsaade almak külfetiyle karşı karşıya olabilirdi. O, bunları yayınlanmış bir eserden aktardığına göre “ müsaade ” sözü neden uydurulmuştur? Elbette ki; bu yazarcığın yaptığı işin basit aşırma değil de çok mühim bir çalışma (!.) olduğu vehmini hâsıl etmek için!.

Bütün bu söylediklerimizden daha fecî olarak nakledilen ajan raporları vesîlesiyle verilen izahât, hiçbir kaynağa istinad ettirilememektedir. Üstelik meselâ “…. Yusuf Kemal heyecanla bu heyetin tüm Türkiye adına görüşmeler yapmaya yetkili olduğunu ilân etmesi için Sultan ‘la görüşmesi gerektiğini anlatırken seksen küsur yaşındaki Tevfik Paşa , türk kahvesinden ağır ağır yudumlar çekerek dinlemektedir.” tarzında ancak bir görgü şâhidinin ifâde edebileceği pek çok teferruatı nakletmektedir. Yazı baştan başa bu üslûb ile, yani roman stiline uygun bir sûrette kaleme alınmış bulunmaktadır. Halbuki yardımcı doçentin bahsettiği heyetin başkanı Yusuf Kemal Tengirşenk “Vatan Hizmetinde” adını taşıyan bir hâtırât yayınlamış bulunmaktadır.

Tuhafı şu ki, bu hâtırâtta bahsettiği heyetin faaliyetleriyle ilgili olarak “Hâriciye Vekili Olarak Avrupa’ya Gidişim” serlevhası altında yirmibeş sayfalık bir tafsilât (4) verildiği hâlde, yardımcı doçentin tırnak içinde Yusuf Kemâl ‘e atfettiği sözlerden orada bir kelime bile bulmak mümkün değildir. Bu nasıl tarihçiliktir ki, koskoca bir makalede bir tek kaynağa atıfta bulunmadan çeşitli şahıslara, çeşitli sözler söyletilebilmektedir. Bu ancak bir romanda olabilir. O Yusuf Kemal ki, nâmuskârlığı, 31 Mart Vak’ası’nı tahkîk için Adliye Vekâleti’nde kurulan bir heyete başkanlık etmesi dolayısıyla, “Bu vâkıalar bende 31 Mart İsyanı’nınAbdülhamid ‘in eseri olmadığını, bunun İttihatçılardan iktidarı almak için yapılmış bir tertib olduğu kanaatini hâsıl etmiştir.” demesiyle sâbittir. (5)

Yaşadığı vak’alar dolayısıyla da teferruât nakletmesine sıra gelince 1921 tarihli Moskova Muâhedesi’ni imzalamasından bahsederken “İçimden kaç defa âh benim Nazlı’m(Nazlı, O’nun hanımıdır) da şimdi benimle beraber olsaydı derdim.” ifâdesine yer vermiş bulunmaktadır. (6)

Muâhede imzalamak gibi ciddî bir işle meşgûlken içindeki tahassürü böylece ortaya koyan bir siyâset adamı, acaba neden yardımcı doçentin naklettiği sayfalar dolusu beyânın hiçbirine yer vermemiştir. Yer vermemiştir, çünkü bunlar olmamıştır. Onları yardımcı doçent yazarcık kendi hayal hânesinden îcâd etmiş bulunmaktadır. Yusuf Kemâl Bey ‘in bahsi geçen hatıratı ile yardımcı doçentin beyanlarını karşılaştırınca bir alay detayın uydurulmuş bulunduğu ve bu uydurmalara da zannî bir kısım kıymet hükümlerinin istinâd ettirildiği kolayca anlaşılıyor.

Peki bu defa şu suâli soralım:

“Kimdir bu Yard. Doç. Dr. Orhan Çekiç denilen otuz yıllık (!.) araştırma yazar?!.”

Bunu öğrenmek için yardımcı doçentin “ İmparatorluk’dan Cumhûriyet’e ” isimli magazin türü kitabına bakıyoruz. Bunun daha ilk sayfalarında başka bir yayını dolayısıyla aldığı mektuplar sergilenmektedir. Bunlar da kendisine hitâb şöyledir:

“Sayın Orhan ÇekiçModa Lions Klübü DerneğiAtatürk Komitesi BaşkanıİSTANBUL”

Demek ki; yardımcı doçent hem Lions Klübü mensubu hem de Atatürkçü imiş. Sadece bu iki sıfat bile onun hüviyetini, zihniyetini yani dünya görüşünü, tâkib etmekte olduğu maksadı ve uydurduğu yalanların sâikini (özel sebebini) anlamaya kifâyet eder sanırız. Bir de kendisini ilmî (!.) çalışmalarından dolayı tebrik edip takdirkâr mektuplar gönderenlerin isimlerini söyleyelim ki onun hüviyeti daha iyi anlaşılsın:

Süleyman Demirel, Yekta Güngör Özden , v.s.

Buraya kadar söylediklerimizi okuyanlar:

“-Yâhu bu yardımcı doçentin Sultan Vahideddin ‘e –hâşâ- casusluk isnad eden iddiasının dayandığı vak’a nedir?” diyeceklerdir. Kısaca anlatalım:

Yusuf Kemal (Tengirşenk) , Büyük Millet Meclisi’nden aldığı selâhiyete istinâden sulh görüşmeleri yapmak üzere, Dış İşleri Bakanlığı Siyasî İşler Müdürü Hikmet (Bayur) , Husûsî Kalem Müdür Vekili Ferid , Genelkurmay Başkanlığı’ndan Binbaşı Tevfik ve ismi belirtilmeyen iki kâtipten ibaret bir heyetin başkanı olarak 1922 senesi Şubat başlarında Londra’ya gitmek üzere yola çıkmıştır.

Heyet, önce İstanbul’a gelir ve Sultan Vahideddin ‘le görüşerek O’ndan Türkiye’yi temsil salâhiyetinin sadece Büyük Millet Meclisi’ne âid olduğuna dâir bir beyân istihsal etmek ister. Bu heyet, Sadrazam Tevfik Paşa , Hâriciye Nâzırı Ahmed İzzet Paşa vs. ile görüştükten ve onların tasvîbini aldıktan sonra padişah tarafından kabul edilir. Yusuf Kemâl Bey ‘in ifadesine göre Sultan Vahideddin bu talebe hiçbir cevap vermez ve maksad hâsıl olmaz. Buna rağmen Londra’ya, İstanbul Hükûmeti de Hâriciye Nâzırı Ahmed İzzet Paşa riyâsetinde bir başka heyet gönderir. Yardımcı doçent, bu keyfiyeti Sultan Vahideddin ‘in Ankara’daki Millî Hükûmeti tanımak istemediği yolunda yorumlamaktadır. Halbuki heyetin başkanı Yusuf Kemâl Bey de bu ikiliği doğru bulmamakla beraber bunun sebebini Sadrazam Tevfik Paşa ‘ya sorduğunda, O’nun “İngiltere ve Fransa komiserleri böyle istediler.” karşılığını verdiğini nakletmektedir. (7) Unutmamak gerekir ki, o sırada İstanbul, işgal altındadır.

Heyet, Marsilya tarîkıyla hareket edip önce Paris’e ve oradan da Londra’ya ulaşır.

Gûyâ heyet, İstanbul’daki görüşmeleri icrâ ederken bu heyetteki altı kişiden biri olan Kâtip Kemâl Bey, ( Yusuf Kemâl Bey böyle birinden bahsetmemektedir) kayınpederinin evinde kalmış. Heyetin gizli evrâkı da başkanın yanında olmayıp bu kâtibin muhâfazasındaymış. Kâtip, bu derecede ehemmiyetli vesîkaları kayınpederinin evine valizle bıraktıktan sonra iki gün o eve uğramamış. Şimdi yazarcığı dinleyelim:

“Durumdan bir şekilde haberdar olan Vahideddin’in hafiyeleri bir gece gizlice eve süzülür. Valizi alıp kayıplara karışır. İçindeki altı adet gizli belgenin fotoğrafını çekip daha sonra çaktırmadan eve bırakırlar. Bu kopyalar ise 6 Mart 1922 günü Vahideddin’in emektar bir mâbeyncisi ile İngiltere Yüksek Komiserliği baş tercümanına gönderilir.”

Peki, bunu kim söylüyor? Belli değildir. Evrâkın kopyasının alındığı ve bu kopyaların Sultan Vahideddin tarafından İngilizler’e gönderildiği iddiası İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiseri’nin Londra’ya yazdığı raporda “bunların kendisine Sultan Vahideddin tarafından gönderilmiş olduğu” tarzındaki bir beyana dayandırılmaktadır. Yani şahs-ı âhardan vârid olan bir sözle, üstelik o da işgalci düşmanın bir memuru, Sultan Vahideddin itham olunmaktadır. Allah’dan korkmayanlar ve insan haklarına saygıdan nasibi olmayanlar böyle uluorta iddiaları kolaylıkla ortaya atarlar. Be hey yardımcı doçent! Sen bir padişahı “casusluk!..” gibi çirkin bir fiille itham ederken O’nun düşmanından sâdır olan bir beyana güvenip itimad etmek için ne derecede mantık fukarası olman gerekir, var kendin düşün! Tabiî bu suâl de seni iyi niyetli kabul etmek şartıyla vâkî olabilir. Yoksa sû-i niyetin yazının bütününe âid her satırda bir sarhoş kusmuğu iğrençliği ile zâhirken belki bu suâlin tevcihine bile lâyık ve müstehak değilsin!..

Buna istihbaratta dezenformasyon, yani yanlış bilgilendirme derler. Bunu da, bu yanlış bilgilendirmede menfaati olanlardan başkası yapmaz! Bu, selîm muhâkeme ve inkılâb yobazlığı ile selâmet-i zihniyesi bozulmamış insanların kabulde tereddüd etmeyeceği bir gerçektir. Sen bunu da anlamazsın! Fakat okuyucuların bu husûstaki mantık sakatlığını kavramaları için burada bizzat yaşadığım bir vak’ayı nakletmek isterim:

Bundan otuzbeş sene evvel Eskişehir’de İrfan Özaydınlı nâm müteveffânın cellâdlarınca muhâkeme olunurken, ortaya Almanya’dan bana gönderilmiş bir mektup çıkmıştı. Bu mektup elime geçmeden derdest olunup istihbârât tarafından askerî mahkemeye gönderilmişti. O mektupta Ahmed Çakır isimli Almanya’da çalışmakta olan bir vatandaş, bana muhâkeme mevzuu olan konferansın bantını nasıl orada yayıp dinlettiğini anlatıyordu. Askerî savcı bunu benim aleyhimde bir delil olarak kullanıyor ve beni M. Kemal Paşa aleyhine verilmiş olan bir konferansın bantını Avrupa’da düzenli ve teşkilâtlı bir sûrette Türk işçilerine dinletmiş olduğum yolunda itham ediyordu. Ben bu itham karşısında demiştim ki:

“-Mektubu göndereni tanımam!.. Bu mektuba da burada muttalî oldum. Sayın savcı bununla beni itham etmek istiyorduysa mektubun elime geçmesi engellenmemeli ve benim vereceğim cevab beklenilmeliydi. Cevâbım kullanılarak ben itham olunabilirdim. Meçhûl bir şahsın (isterse mâlum olsun) ifadesiyle itham olunmam sadece hukûka değil, akla ve mantığa da muğâyirdir. Ben şimdi bir tertible, sayın mahkeme reisine bir mektup gönderttirsem, o mektupta «tâlimâtınız üzere bombayı şuraya yerleştirdik, falan işi şöyle yaptık» tarzında beyanlar olsa, onunla şu mahkeme reisini itham etmek ne kadar mâkulse benim de bu mektupla itham edilmem o kadar mâkuldür.”

Aynen bu misalde olduğu gibi bir ingilizin kendi hükümetine “bunları bana Vahideddin gönderdi” demesiyle Sultan Vahideddin ‘in itham edilmesi de aynı derecede çürük bir mantık sefâletidir. Çünkü onu ingilize ulaştıran ajan, asıl göndereni setrederek bir başkasının ismini verse, ingiliz bunu nereden bilecek?! Unutmamak gerekir ki; istihbarat işinde düşmanı yanıltmak başarıya götüren en esaslı âmildir.

Bunun bir dezenformasyon olduğunu anlamak için bir vesika diye sunulan ajan raporlarının muhtevalarına bakmak lâzımdır. Büyük Taarruz’la ilgili verilen bilgiler yanlış ve yanıltıcıdır. Kaldı ki, İngilizler’in bunu öğrenmesi zor da değildir. Bu yardımcı doçente şunu söyleyelim ki, İngilizler’in:

“-Kuvva-yı Milliye’ye kat’iyyen müdâhale etmeyeceklerine dâir Ali Fuad Paşa vâsıtasıyla teminât verdikleri, bu teminatın Eskişehir Havâlisi’ndeki İngiliz kuvvetleri komutanı General Salliklat ‘ın imzasını taşıdığı, hatta oradaki kuvvetlerini geriye çekerlerse Kuvva-yı Milliyecilerin memnun olup olmayacaklarını sormaları ve müsbet cevab almaları üzerine İngilizler’in bu kuvvetleri, önce Merzifon’a sonra da Samsun’a çekmiş bulundukları Mustafa Kemal Paşa ‘nın Nutkunun vesikalar kısmında Ali Fuad Paşa ‘nın gönderdiği bir yazıyla sabitken (8) İngilizler’in bu vesîka diye takdim edilen ajan raporlarındaki bilgilerden daha fazlasına sahip bulunduklarını kavramak için acaba otuz senelik araştırmacı yardımcı doçent mi olmak gerekir?!

Bu ajan raporlarında onun dezenformasyon olduğuna dâir kanaati takviye eden en ehemmiyetli nokta Ankara Hükümeti’nin Ruslar’la münâsebetine dâir beyanlardır. Hoş, yardımcı doçent bu husustaki gerçekleri de karakûşî bir hükümle bir hayli değiştirmektedir. Rus yardımının miktarı vs. hakkındaki bilgiler gibi… Fakat bunlar hâiz-i ehemmiyet değildir. Mühim olan o zaman komünizm ve Ruslar’dan nefret eden İngilizler’i onlardan gelecek bir yardımla tehdid edip gözdağı vermek olduğu anlaşılmaktadır. Bundan doğacak menfaatin ise, Ankara Hükümeti’ne râci olduğu her türlü izahtan vârestedir. Bu, Sultan Vahideddin ‘in ne işine yarayacak ki, bu bilgiyi İngilizler’e ulaştırsın!?.

Mâlum olduğu üzere M. Kemal Paşa daha İstanbul’dan ayrılmadan Pera Palas’ta Bolşeviklerin adamı olan Albay İlyaçef ‘le görüşmüş, bilâhare Havza’da Albay Bubiyeni ile de görüşerek Ruslar’la sıcak temas imkânı aramıştır. Bundan tabiî bir şey olamaz. O yardım gelecek herkesle teşrik-i mesâî mecbûriyetinde değil miydi? Siyâset bunu îcâb ettirmiyor muydu? Ancak İngilizler’in bu münâsebetten rahatsız olarak Batum çıkartmasını yaptıkları bütün kaynakların şehâdetiyle sâbit değil midir?! Şu hâlde Ankara’nın Ruslar’la sıcak temasta bulunduğu yolundaki bilgilerle İngilizler’i korkutmak ve bu sûretle Yunan’a sağlanacak desteği bertaraf etmek Sultan Vahideddin ‘den önce Mustafa Kemal ‘in işine gelen bir keyfiyet değil midir?!

Bütün Kemalist kalemler, Sultan Vahideddin ‘i İngilizlerle beraber göstermek yanlışında müttefik olduklarına göre, bu durum onlar için bir tezad teşkil etmez mi?

Bu vesileyle Sultan Vahideddin ‘in İngilizleri oyalamak istikaametindeki hareketlerini mesned ittihaz ederek O’nu İngiliz taraftarlığıyla itham edenlerin ne denli bir mantık tezadı içinde olduğunu anlamak için, bir tek noktaya işâret edelim:

Sultan Vahideddin , 17 Kasım 1922′de vatan-ı azîzini terketmiştir. Halbuki M. Kemal Paşa’ nın tehditlerle gerçekleştirdiği (9) saltanatın ilgası tarihi 1 Kasım 1922′dir.

Osmanlı Devleti için “ ebediyen münkariz ” olmuş yani ortadan kaldırılmış olduğuna dâir bir kaanun çıktıktan sonra Sultan Vahideddin onların iddia ettiği gibi İngilizlerle beraber hareket etmiş olsaydı çekilip gitmek yerine İngiliz desteğiyle bu kararı tanımama yoluna gitmesi gerekmez miydi?! Bu takdirde meşhur Napolyon ‘un ifâdesiyle, “Tek başına bir imparatorluğa bedel olan” İstanbul’u, M. Kemâl Paşa ve taraftarları Sultan Vahideddin ‘in elinden nasıl alabileceklerdi?!

Bilindiği üzere:

“- Ordular ilk hedefiniz Akdeniz’dir, ileri! ” ta’limâtının bir ikincisi de vardı. O da Trakya’ya geçmekti. O sırada Çanakkale Boğazı, İngiliz işgâli altında bulunduğundan bu yapılamamıştır. Mantîkan, ikincisi olmayan bir şeyden “ ilk ” tavsîfiyle bahsedilemeyeceği bir bedâhettir.

Ajan raporlarını vesika kabul ederek sansasyon peşinde koşanlar, cehâletlerini böyle Sultan Vahideddin düşmanlığı ve M. Kemal Paşa taraftarlığı ile setredegelmişlerdir. Bu yardımcı doçent, artık çoğu câhil kimseler için bir yükselme vasıtası hâline getirilmiş bulunan M. Kemal Paşa taraftarlığının sağlayacağı faydayı daha evvel keşfetmiş olsaydı, çoktan profesör olurdu. Nitekim böyle süratli yükselen emsalleri de az değildir.

Bu ajan raporlarının muhtevâlarını ve bu mesnedsiz yazının sansasyonel iddialarını doğrusu cevaplamaya değer bulmadığımızı, her şeyden evvel ifade etmemiz gerekirdi. Fakat bizi internetten takip eden bazı dostlarımızın ısrarlı talepleri üzerine istemeye istemeye bir cevap vermeyi düşünür ve bu hususta mütekâsil (ağırdan davranan) davranırken yardımcı doçentin ikinci bir hezeyanına daha şâhid olmak bedbahtlığına uğramış bulunmaktayız. O da adı geçen derginin bir sonraki haftasında Sultan Vahideddin merhumun yeğenleri tarafından M. Kemal Paşa ‘ya bir sûikasd plânladıkları yolundaki iftirâdır.

Bu da; yine ajan raporlarına müstenid, “Atatürk 1938′de ölmeseydi, Vahdeddin’in yeğeni tarafından öldürülecekti.” serlevhalı yazı ile ortaya atılmıştır. Bu yazıda ele alınan bir kısım ajan raporları da aynı sansasyonel roman muhtevâsıyla okuyuculara takdim edilmiştir. Halbuki bunlar takrîben otuz sene evvel hem de yüksek tirajlı bir türk gazetesinde ve hem de daha mufassal bir sûrette Nuyan Yiğit ismini kullanan bir ermeni tarafından yayınlanmıştı. O ajan raporlarındaki saçma-sapan iddiâların o zaman ortaya atılma sebebi şuydu: 1974 yılında TBMM’de bir umûmî af görüşmesi mevcuddu. Çıkacak olan kaanunla Osmanlı Hânedânı mensuplarının da o kaanunun şümûlüne sokularak Türkiye’ye getirilmeleri isteniyordu. Bunu önlemek için Hürriyet Gazetesi (10) onlardan bazılarının M. Kemal Paşa ‘ya karşı bir sûikasd düşündüklerine dâir yine bu yardımcı doçentin yaptığı gibi sansasyonel bir tefrika yayınlanmıştı. (11) Bu satırların yazarı da mahud 163. maddeden dört, 5816 sayılı M. Kemal Paşa hakkındaki kanundan da üç olmak üzere cem’an yedi seneye mahkûm bulunuyordu. Bu mahkûmiyet dolayısıyla eli-kolu bağlı olmasına rağmen Millî Gazete ‘de bu tefrikanın yanlışlarına cevap vermiş, saçmalıklarını göstermiş ve bilâhare yayınladığı “Osmanoğulları’nın Dramı” isimli esere bu yazıları “Osmanoğullarına Karşı Son Haçlı Taarruzu” ismiyle dercetmişti.

Şimdi, otuz senelik araştırmacı yardımcı doçentin şu M. Kemal Paşa ‘ya sûikast meselesi için istinad ettiği ajan raporlarının daha mufassal bir sûrette yer aldığı mâhud tefrikaya verilmiş olan cevapları dikkatlerinize arz etmek istiyoruz. Böylece o cevablarla artık yuttuğu herze bardağı taşırmış olan bu otuz senelik(!.) araştırmacı yazar da hak ettiği karşılığı almış olacaktır. Ancak, otuz senelik araştırmacı(!.) yardımcı doçent orada mevzuubahs edilen ajan raporlarından kargaların bile güleceği bâriz mantık ve bilgi yanlışlarına mâkes olan bazı vesâiki, kasden mevzubahs etmediği, cevabımızdaki iktibaslarla görülecektir. Bu ifâdemizden onun bilgilerini bir mantık çerçevesine oturtmak yolunda bir gayret sahibi bulunduğumuz anlaşılmamalıdır.

Zira onun bu ikinci yazısı da mutlaka bir görgü şahidine istinâd ettirmek lâzım gelen bir alay teferruât(delilsiz yani kaynak gösterilmeksizin) ihtivâ etmektedir. Bunlar da hiç şüphesiz onun hayalhânesinin mahsûlüdür ve bu itibarla cevaba değmez. Bununla beraber Sultan Vahideddin -eski ve bu yardımcı doçentle Emin Çölaşan misâli yeni- düşmanlarının ilmî, fikrî ve mantıkî hacâletlerini göstermek ve bunların topuna birden tekrar bir cevap teşkil etmek üzere buyurun otuz sene evvelki cevabımızı birlikte okuyalım. (12)

Dipnotlar :

(1) Büyük bir gürültü kopmasına sebep olan bu beyânâtın akabinde Hulki Cevizoğlu , Bülent Ecevit ‘i programına alarak söylediği bu sözden dolayı yarı muâheze, yarı yumuşatma tarzında bir röportaj yaptı. Bülent Ecevit , programa beraber çıktığı karısının yardımıyla Hulki Cevizoğlu ‘nu cevaplandırırken bu meseleyi ciddiyet ve azimetle ortaya atmış bulunmadığı ve sadece bir gazetecinin suâli üzerine bu sözü söylemiş bulunduğu tarzında te’vile kaçan bir cevap verirken karısı daha sarîh davranarak “Türk Milleti’ni tarih içinde zaman zaman bir çok yöneticinin idâre ettiğini, bunların bazen de yanılmış olabileceklerini, fakat hiçbir zaman ihânet kasdıyla hareket etmiş olabileceklerine ihtimal vermediğini” söylemiştir.

Ecevit ’se bu sözün söylenmesine zemin teşkil eden hâdiseyi, kendisinin köy-kent projesi (!) ile ilgili bir kitap yazmakta bulunduğunu ve bu vesîleyle târihî meselelere de temas etmek mecburiyetinde kaldığı tarzında izah ettikten sonra Osmanlı’nın köylüyü dâimâ ihmâl etmiş bulunduğunu, Midhad Paşa ‘nın ise köylüyü müdâfaa sebebiyle hayatından olduğunu söylemiştir.

İhtimal, Midhad Paşa ‘nın “Ziraat Bankası” nı kurmuş olmasından mülhem olarak söylenilmiş şu sözler tarihî hakikatler karşısında ne dehşet verici bir cehâlet örneğidir. Zira Midhad Paşa Ziraat Bankası’nı kurmuş olmaktan dolayı hiçbir zaman ve hiçbir kimse tarafından muâheze edilmiş olmadığı gibi hakkındaki idam hükmü de bununla alâkasız bir sûrette Sultan Aziz merhûmun vahşiyâne bir sûrette katledilmiş olması sebebiyle Yıldız Mahkemesi’nce verilmiştir. Mahkeme hükmüne rağmen Sultan Abdülhamid merhum bu hükmü tetkik etmek üzere devrin en mûteber ricâlinden olan büyük hukukçu Ahmed Cevdet Paşa , Gâzi Osman Paşa vs.’den müteşekkil geniş kadrolu bir heyet teşkil etmiş, onlar da kararı haklı bularak ” bir ibret-i müessere teşkil etmek üzere ” hükmün derhal infazı yolunda beyanda bulunup bu beyanlarının altını imzâlamışlardır. Böyle olduğu hâlde merhametli padişah Sultan II. Abdülhamid Han hazretleri bu kararı “Tâif’e sürgün” sûretiyle tebdil etmiş ve giderken de Midhad Paşa ‘nın cebine sekizyüz altın koymuştur.

Aynen Sultan Vahideddin gibi Sultan Abdülhamid Han hazretlerinin etrafında da İttihatçı güruhun eseri olan bir iftira ile onun Tâif’te boğdurulduğu yolunda bir yalan uydurulmuş ve bu yalan günümüze kadar sürüp gelmiştir.

Kafasını sol fikirlerle bozmuş ve bugün de dimağı selîm muhâkeme imkânını kaybetmiş olan Ecevit , bu yalanı -ihtimal tarihle meşgûl olmadığı için- doğru zannederek Cevizoğlu ‘nun programında yetmiş milyon insanımızın önünde tekrarlamak ve onun sebebini de yanlış nakletmek hacâletinden -maalesef- kurtulamamıştır.

(2) “Sarıklı Mücâhidler” isimli eserimiz 1965 yılında yayınlanmış ve vatanımızın düşman işgal ve istilâsından kurtuluşunda en müessir âmilin milletin imanı olduğunu sayısız vesîka ile ispat etmiştir. Bu arada Sultan Vahideddin merhumun rolü de -lâyıkıyla- belirtilmiş ve bu vesileyle O’nun hakkındaki çeşitli iddia ve iftiralara gerekli cevaplar verilmiştir. Bugüne kadar dokuz kere basılmış ve yüzbinden fazla nüshası Anadolu’ya dağılmışken, bu eseri yok farzederek Sultan Vahideddin hakkındaki “rejim kaygusundan doğmuş” iftiralara devam olunması Türk fikir hayatı bakımından hazîn bir sefâlettir!

(3) İlk olarak “Ceviz Kabuğu” programında Lozan Muâhedesi’nin yıldönümü dolayısıyla 23 Temmuz 2005 ve “Alternatif” adlı programda ise 31 Temmuz’da, imkân nisbetinde “Sultan Vahideddin” ile ilgili gerekli cevaplar da verilmekle kalınmayıp bilâhare Özel FM radyosunda 31 Temmuz 2005 ve 13 Ağustos 2005 tarihlerinde aynı cevaplar daha geniş bir sûrete tekrâren arzedilmiştir. Bilhassa bu sonuncu radyo programlarında sözümüz kesilmeyerek zamanın müsâadesi nisbetinde gerekli cevapları verebilmiş olmamızdan dolayı adı geçen radyonun idarecilerine teşekkürü bir borç biliyoruz.

(4) Bkz. Yusuf Kemal Tengirşenk , “Vatan Hizmetinde”, (İstanbul-1967) s: 254 vd.

(5) Bkz. Yusuf Kemal Tengirşenk , a.g.e., s: 119.

(6) Bkz. Yusuf Kemal Tengirşenk , a.g.e., s: 157

(7) Bkz. Yusuf Kemal Tengirşenk , a.g.e., s: 258

(8)Bkz: Mustafa Kemal , Nutuk, Ankara-1927, sh. 101.

(9)” ——— Bundan sonra; meseleye müteallik takrirler, üç encümene; teşkilât-ı esâsiye, şer’iyye ve adliye encümenlerine havâle olundu. Bu üç encümen heyetinin bir araya gelip; bizim ta’kib ettiğimiz maksada göre, mes’eleyi hall ve intâc etmesi elbette, müşkil idi. Vaziyeti yakından ve bizzat ta’kib etmek lâzım geldi.

Üç encümen bir odada ictima’ etti. Riyâsetine Hoca Müfid Efendi ‘yi intihâb eyledi. Mes’eleyi müzâkere etmeye başladılar. Şer’iyye encümenine mensub hocaefendiler;hilâfetin saltanattan münfek olamayacağını maâruf safsatalara istinâd ettirerek, iddia ettiler. Bu müddeayâtın cerh ve nakzını serbest idâre-i kelâm edenler, ortaya çıkar görünmediler. Biz, çok kalabalık olan aynı odanın bir köşesinde münâkaşayı dinliyorduk. Bu tarzda müzâkerenin maksûd netîceye iktirânına intizâr etmek, beyhûde idi. Bunu anladık. Nihâyet müşterek encümen reisinden söz aldım. Önümdeki sıranın üstüne çıktım. Yüksek sesle şu beyânda bulundum. “Efendim”dedim. “Hâkimiyet ve saltanat hiç kimse tarafından hiç kimseye ilim îcâbıdır diye, müzâkere ile, münâkaşa ile verilmez. Hâkimiyet ve saltanat kuvvetle, kudretle ve zorla alınır. Osmanoğulları, zorla Türk Milleti’nin hâkimiyet ve saltanatına vâdıu’l yed olmuşlardı. Bu tasallutlarını altı asırdan beri idâme eylemişlerdi. Şimdi de Türk Milleti, bu mütecâvizlerin hadlerini ihtâr ederek, hâkimiyet ve saltanatını, isyân ederek kendi eline bilfiil almış bulunuyor. Bu bir emr-i vâkîdir. Mevzuubahs olan; millete, saltanatını, hâkimiyetini bırakacak mıyız bırakmayacak mıyız mes’elesi değildir. Mes’ele zâten emr-i vâkî olmuş bir hakîkati ifâdeden ibârettir. Bu, behemehâl olacaktır. Burada ictima’ edenler, meclis ve herkes mes’eleyi tabii görürse fikrimce muvâfık olur. Aksi takdirde yine hakâkat usûlü dâiresinde ifâde olunacaktır. Fakat ihtimâl bâzı kafalar kesilecektir.” (M.Kemal,Nutuk, Ankara 1927, sh.421-422)

(10) Bkz: Hürriyet Gazetesi , 15 Nisan 1974-20 Nisan 1974.

(11)Hürriyet Gazetesi 1974′de gurbetzede Osmanlı Âilesi’nin fertlerinin vatan-ı azîzlerine dönmelerini engellemek maksadıyla böyle uydurma ajan raporlarına istinâden bir tefrika yayınlamışken, yirmi sene sonra (1993) Hânedân reisi Şehzâde Orhan Efendi ‘yi masrafını karşılayarak Türkiye’ye getirtmiş ve O’nu Çırağan Oteli’nde ağırlamaya ilâveten çok basit birtakım sözlerini halka manşetten duyurmuştu. Bu değişikliğin derûnî sebep ve sâiklerini kavramak için “Geçmişi ve Geleceği ile Hilâfet” isimli eserimize bakılmalıdır.

(12) Bu cevabı verdiğim zaman, ben Abdurrahman Sâmi Bey ‘in oğullarından sadece Rükneddin Sâmi Bey ile Londra’da görüşmüş bulunuyordum. Bu itibarla bilgim ondan öğrendiklerime münhasırdı. Fakat 1980 İhtilali akabinde vatandaşlıktan çıkarılarak uzun bir müddet Londra’da ikaamete mecbûr kalışım dolayısıyla bu âilenin diğer ferdlerini ve bu arada sû-i kasd tertipçisi olarak gösterilen Bahâeddin Sâmi Bey ‘i de yakînen tanımak imkânını elde ettim. Bugün ondan ve hâlen hayatta olan Fethi Sâmi Bey ‘den öğrendiklerim bir yeni kitap teşkil edecek genişliktedir. Bu itibarla bu yazıları yeniden yazsam ilâve edeceğim pek çok şey olmakla beraber burada böyle bir külfetten nefsimi berî addediyorum. Zira bu nâdânlara bu kadar cevap bile fazladır!.

Bununla beraber sadece şu hususu belirtmeliyim ki, Bahâeddin Bey , Musul petrolleri üzerindeki Abdülhamid Han hazretlerinin haklarını kurtarmak üzere çalışmış ve denilebilir ki, bütün ömrünü bu hususa tahsis etmiştir. İhtimal O’nunla ilgili yalan yanlış beyanlar, bu petrol meselesi dolayısıyla vâkî olan faaliyetlerinden bir galattır.

Kadir Mısıroğlu


Osmanlı Tarihi

MollaCami.Com