Bölümler | Kategoriler | Konular | Üye Girişi | İletişim


33 SILSILE-I SADAT EFENDILERIMIZ

19-Kâdi Muhammed Zâhid K.S.

Kâdi Muhammed Zâhid hazretleri, Türkistan'da yaşamış büyük velilerdendir. Silsile-i aliyyenin on dokuzuncusudur. Annesi silsile-i aliyye büyüklerinden Yakub-i Çerhi hazretlerinin kızıdır.

Küçük yaştan itibaren ilim öğrendi. Daha sonra tasavvufa yöneldi. Ubeydullah-ı Ahrar hazretlerine talebe oldu. 12 yıl onun kalblere şifa olan sohbetlerinde bulundu. Ondan vazifesini devraldı. Birçok talebe yetiştirdi. Silsile-i aliyye büyüklerinden Derviş Muhammed hazretleri onun yetiştirdiği evliyadan biridir.

Memleketi olan Semerkand'da kalıp ilim tahsil ettikten sonra daha fazla ilim öğrenmek için bir talebesiyle Hirat'a gitmek üzere yola çıktı. Şadman köyüne vardıkları zaman havanın sıcak olması sebebiyle orada bir müddet kaldılar. O sırada köye Ubeydullah-ı Ahrar hazretleri teşrif etti. Onu ziyarete gitti. Ubeydullah-ı Ahrar hazretleri onunla biraz konuştuktan sonra, sohbete başladı. Sohbette Muhammed Zâhid'in hatırından geçenlere cevap verip, ona, "Eğer maksadın ilim öğrenmekse o iş burada daha kolay" buyurdu. Sonra onun yanına yaklaşıp, "Hirat'a gitmekten maksadın ne? İlim öğrenmek mi, yoksa tasavvuf mu?" buyurdu. Muhammed Zâhid dehşete kapılıp cevap veremedi. Yanındaki talebesi; "Onun asıl maksadı tasavvuf yoluna girmektir" diye cevap verdi.

Ubeydullah-ı Ahrar hazretleri tebessüm edip; "O halde çok iyi" buyurdu. Sonra birlikte bahçeye çıktılar. Orada Muhammed Zâhid'in elini tuttu. Elini tutar tutmaz kendinde büyük değişiklik hisseden Muhammed Zâhid bayıldı. Ayıldığı zaman Ubeydullah-ı Ahrar hazretleri; "Belki sen benim yazımı okuyabilirsin" diyerek cebinden bir kağıt çıkarıp, “Bu kağıtta ibadetin hakikati ve Allahü teâlânın azameti karşısında insanın acizliği yazılı” diyerek Muhammed Zâhid'e verdi.

Bu kağıtta şöyle yazılıydı:
"Bu saadet Allahü teâlânın muhabbetiyle ve Onun resulüne tâbi olmakla ele geçer. Bunun için din ilimlerine vâris olan âlimlerin sohbetlerinde bulun. Onlardan faydalı ilim öğren. Tâ ki Resulullah efendimize tâbi olmak suretiyle marifet-i ilahiyyeye kavuşasın. Kötü din adamlarından uzak dur. Helal haram ayırmayan, dine uygun olmayan işler yapan cahil tarikatçılardan uzak dur."

Muhammed Zâhid'e Hirat'a gitmek üzere izin verdi. Sadüddin Kaşgari'ye vermesi için bir de mektup verdi. Mektupta Muhammed Zâhid'e yardımcı olunması yazılıydı. Bu hareketleri gören Muhammed Zâhid'in Ubeydullah-ı Ahrar hazretlerine karşı muhabbeti ve bağlılığı arttı. Fakat bir türlü Hirat'a gitme azminden vaz geçemedi. Mektubu alıp yola çıktı. Yolda ilerledikçe bindiği hayvan yavaşladı, yol almaktan aciz kaldı. Buhara'ya 36 km kalmıştı ki, şiddetli bir göz ağrısına tutuldu. Günlerce orada kaldı. İyileşince yola çıktı. Bu sefer de Humma hastalığına tutuldu. O zaman eğer yola devam ederse helak olacağını anladı. Gitmekten vaz geçti. Ubeydullah-ı Ahrar hazretlerinin huzuruna dönüp sohbet ve hizmetinde bulunmaya karar verdi. Gelip umduğuna kavuştu.

Buyurdu ki:
Dervişlik, yalnız bir yere çekilip oturmak, gökte uçmak, keramet göstermek değildir. Dervişlik; gönlü, masivadan, [Allahü teâlâdan başka her şeyden] yüz çevirmektir. Bir yandan günah işleyip, bir yandan da, "Estağfirullah" demek, istiğfar değildir. İstiğfar; Allahü teâlânın emirlerine uymak, yasak ettiği şeylerden sakınmaktır.
Muhammed Zahid (k.s.)
Kısa Çizgilerle Hayatı:

Nakşbendiyye'nin Ubeydullah Ahrar'dan İmam-ı Rabbani'ye kadar olan dönemdeki adı"Ahrariyye." Ubeydullah Ahrar'dan emaneti alan ise Muhammed Zahid. O da silsiledeki Yakub Çerhî'nin kızının oğlu. Reşehât'ta kendisinden "Kadı Muhammed" diye bahsedildiğine bakılırsa dinî ilimlerde "Kadılık" payesine ulaşacak bir derinliğe sahip olduğu, belki kadılık da yaptığı anlaşılmaktadır. Dini ilimlerde belli bir derinlik kazandıktan sonra tasavvufa meyletti. 855/1451 yılında Ubeydullah Ahrar'a intisab etti. On iki yıl süreyle şeyhinin yanında ve hizmetinde bulundu. Silsiletü'l-arifîn ve tezkiretü's-Siddikıyn adlı Farsça eserinde özellikle şeyhi ile olan münasebetlerini Nakşî tarikatı adabını, tasavvufun belli esaslarını anlatmaktadır. Şeyhinin vefatından sonra yerine irşad makamına oturdu. 936/1529 yılında vefat edinceye kadar bu görevi sürdürdü. Kabri Hisar'da Vahş denilen yerdedir.

Kadı Muhammed Efendi, gençlik yıllarından itibaren riyazat ve mücâhedeye meraklı, ibadete düşkün bir kimseydi. Belki de bu yüzden "Zahid" lakabıyla anılır olmuştu. Ubeydullah Ahrar'a İntisabı:

Kadı Muhammed Efendi, şeyhi Ubeydullah Ahrar'a intisabını şöyle anlatıyor:

- Şeyh Nimetullah adında biriyle Herat'a gitmek üzere Semerkant'tan yola çıktık. Mevsim yaz, havalar çok sıcaktı. Şaduman köyüne gelince orada birkaç gün konakladık. Biz orada iken Ubeydullah Ahrar hazretleri de o köye geldi. Ziyaretine gittik. Tanıştıktan sonra aramızda güzel konuşmalar oldu. Sohbet sırasında Ubeydullah Ahrar, içimdeki bazı sorulara cevap verdiği gibi Herat'a gidiş sebeplerimizi de tek tek saydı. İnsan ruhunu okuyan kamil bir zat karşısında olduğumu anladım. Ancak içimdeki Herat'a gitme arzusu kaybolmadı. O bana Herat'a değil, Buhara tarafına gitmemi tavsiye etti.

Ertesi sabah yolculuk için izin almaya gittim. Beni kapıda karşılayan bir müridi, "Efendi hazretlerinin yazı yazmakla meşgul olduğunu" söyledi. Bir süre sonra geldi ve elindeki kağıdı bana uzatarak:

"Bu. benim sana nasihat ve vasiyetimdir" dedi. Kağıtta şunlar yazılıydı: "İbadetin hakikati benlikten geçmek, Allah'ın azameti karşısında titremek, tazarru ve inkisar halinde bulunmaktır. Bu manalar gönülde, ilahî azameti taraf taraf görmekle doğar. Bu saadete aşk ve muhabbetle eritir.

Aşk ve muhabbetin zuhuru Kainatın efendisine uymakla kabildir. İttiba; yani O'na uymak, uymanın yolunu bilmeye bağlıdır. Bunun için peygamber varisi, maneviyat alimi mürşitlere uymak gerekir. Alimliğini dünya kazancına vesile sayan, makam ve itibar sahibi olmaktan başka hırsı olmayan ilim ehlinden uzak durmak lazımdır. Kendilerim büsbütün musiki ve sema ve raksa veren ve halkın eline bakan dervişlerden uzak durmak icap eder. Ehl-i sünnet ve'l-cemaat itikadına zıt fikirler dinlemekten sakınmak şarttır. İlim tahsilim Allah Rasulü'ne ittibaın zaruri bir sonucu olarak görmek ve ilme bu gözle bakmak tek çıkar yoldur."

Kadı Muhammed, bu vasiyeti alıp okuduktan ve Ubeydullah Ahrar'a veda ettikten sonra Buhara yolunu tuttu. Veda sırasında Ubeydullah Ahrar, kendisine Sa'deddin Kaşgarî'nin oğlu Şeyh Gilan'a verilmek üzere bir mektup daha verdi. Mektupta şunlar yazılıydı: "Bu mektubu getiren zata dikkat edin, alaka gösterin. Onun uygunsuz yabancılarla dolaşmasına mani olun, onu aranıza alın." Kadı Muhammed, elinde bu mektupla yola koyuldu. Buhara'ya varıncaya kadar, başına gelmedik kalmadı. Hummadan göz ağrısına kadar türlü dertlere müptela oldu. Altı tane at değiştirdi. Nihayet Buhara'ya vardı. Fakat karşı konulması imkansız bir cazibe onu Semarkand'a Ubeydullah Ahrar cihetine doğru çekiyordu. Biraz dinlenip kendisini toparladıktan sonra uçarcasına tekrar Semerkand yolunu tuttu. Yolda Taşkent'e uğradı. Orda Şeyh İlyas Aşkî'yi ziyaret etmek istediyse de kitaplarını ve eşyalarını kaybetti. Bunun üzerine bu ziyaretten de vazgeçti ve kendisinin cazibe merkezi olan Semerkant'a, mürşidinin yanına koştu. Şeyhi onu kapıda karşıladı ve "Hoşgeldin, safalar getirdin, merhaba" diye hüsn-i kabul gösterdi.

Ubeydullah Ahrar onda üstün bir istidad sezmişti. Çünkü o, tasavvufun inceliklerim ve ariflerin zarif nükte ve mefhumlarını kavramakta tam bir maharet sahibiydi. Ubeydullah Ahrar hazretleri ince sırları, mürid ve halifeleri içinde en çok onunla konuşurdu. Hatta bazan onun bu konudaki tepkisini ölçmek için şöyle sorardı: "Bizim söylediklerimiz, çocukluğunda anne-babandan, gençliğinde hocalarından öğrendiğin inanç ve bilgilere ters düşmüyor mu? Bu anlattığımız incelikleri kavramada sıkıntı çekmiyor musun?" "Hayır" cevabım alınca da: "Öyleyse seninle bu konuları konuşabilirim." derdi. Aslında büyük mürşitlerin ilmi hakikate dair konuları ancak istidadlı müritlerine anlatmaları adabdandı. Çünkü herkese anlayabileceği dilden konuşmak, anlayabileceği ölçüde anlatmak gerekliydi.

Diri Kedi, Ölü Aslan:

Kadı Muhammed Zahid, şeyhinin hizmetinde bulunduğu yıllarda Semerkant'ta Hoca Zekeriya adlı bir şeyhin kabrini ziyarete gider. Fakat kendisinde bir fevkaladelik hisseder, dayanılmaz bir karın ağrısıyla ayağım türbe kapışma koymuşken, kendini dışarı atar. Şeyhinden izinsiz geldiği için bunların basma geldiğine hükmeder. Adeta irade ve ihtiyarı elinden alınmış bir halde şeyhinin yanına döner. Muhammed Zahid, daha. bir şey söylemeden Ubeydullah Ahrar ona: "Bilmez misin ki, diri kedi, ölü aslandan üstündür" diyerek irşadda, ölmüş şeyhlere değil, hayatta olan mürşitlere bağlanıp rabıta yapılması gerektiğine işaret eder.

Fakirlikle Sınanması:

Ubeydullah Ahrar hazretleri son demlerini yaşamaktadır. Bütün evlatları ve halifeleri etrafını çevrelemişlerdir. ? Kendisinden emaneti teslim alacak Muhammed Zahid de ordadır. Ubeydullah Ahrar der ki:

- "Bizim ihvanımızdan her birinin fakirlik ve zenginlikten birini seçmesi gerekmektedir. Kadı Muhammed, sen bunlardan hangisini seçersin?" O da şu cevabı verir:

- "Ben, sizin bize münasip göreceğinizi seçerim"

Bunun üzerine Ubeydullah Ahrar, muhasiblerinden birine dönerek şöyle buyurur:

- "Mevlana Kadı Muhammed'e dört bin altın verin. O fakirliği seçti. Bu meblağı yanındaki ihvanın geçimi için sermaye yapsın, ihvanın geçim işi zihnini meşgul etmesin."

Kadı Muhammed belki de fakrı ve bilinmezliği ihtiyar ettiği için, hakkında yazılanlar ve bilinenler pek sınırlıdır.

- rahmetullahi aleyh-

20-Derviş Muhammed Semerkandî (k.s.)

Orta boylu, güzel yüzlü, buğday tenli, aksakallıydı. Azaları düzgün yapılı ve mütenasipti. Zahir ve batın ilimlerini bilen bir veliyi-kamil idi. Herkesin anlayacağı dilden konuşma özelliğine sahipti. Kabiliyet ve yetenekleri ortaya çıkarıp geliştirmede mahirdi. Cezbe ve istiğrakı sahi ve temkînine galip, isimsizliğe talip bir gönül eriydi. Bu yüzden "Derviş Muhammed" diye anılırdı.

Altın Silslle'nin 21. halkası Derviş Muhammed, Semerkantlı. Kadı Muhammed Zahid hazretlerinin kız kardeşinin oğlu. Emaneti ondan aldı. İlim ve irfanı ondan okudu. Onun gönül tezgahında muhabbet dokudu ve erenler kervanına katıldı.

Dayısına intisap etmeden önceki gençlik yıllarında tam on beş yıl züht, riyazet ve mücahide ile geçirdi. Barınağı viraneler, azığı açlık, işi zikir ve fikir olmuştu. Bir gün açlıktan iyice mecalsiz düşmüştü. Basını semaya kaldırıp acizliğini itiraf ile "Allahım" diye yakardı. Hak Teala hemen karşısına Hızır'ı hazır etti. Hızır ona:

- Sabır ve kanaat sahibi bir kul olmak istiyorsan dayın Kadı Muhammed Zahid'e git. Gireceğin mana yolunu o, sana öğretir, dedi.

Derviş Muhammed bunun üzerine Muhammed Zahid'in dergahına koştu. Teslim oldu. Onun himmeti altında hizmete başladı. Derslerinde yetişti, sohbetinde pişti. Halkı Hakka çağırabilecek bir kemale erişince şeyhi ona hilafet hırkası giydirdi. Şeyhinin vefatından sonra da postuna oturdu ve 970/1562 yılında vefat edinceye kadar bu hizmeti sürdürdü. Kabri Semerkant civarında Büster kasabasının Dasferar köyündedir.

Şeyhliği sırasında Semerkant bölgesinde dalalet ve bidatlerle mücadele etti. İnsanlara tebliğ ve irşad hizmeti götürmek için azimle çalıştı. Pek çok mürit ve müntesip yetiştirdi. Fakat, belki bilinmezliği ihtiyar ettiğinden, belki de Ubeydullah Ahrar ve Kadı Muhammed Zahid gibi, eserleri ve halifeleri İslam dünyasının her taratma yayılmış gönül sultanlarından hemen sonra gelmesinden, biraz gölgede kaldı. Bu yüzden gerek kendisi ve gerekse kendisinden hemen sonra emaneti devralan Hacegî Muhammed İmkenegî hakkında kaynakların verdiği bilgiler, yok denecek kadar azdır.

Derviş Muhammed'in yaşadığı yıllarda Osmanlı ülkesinin basında Yavuz Sultan Selim ve Kanunî Sultan Süleyman gibi güçlü sultanlar bulunmaktaydı. îlmî, edebî ve tasavvufi hayat oldukça canlıydı. Merkez Efendi ve Sünbül Efendi gibi Halveti şeyhleri sultanların yakın çevresini tesirleri altına almış ve onların gönül dünyalarını aydınlatmaya çalışmaktaydı.

Nakşibendiyye'nin Ahrariyye kolu şeyhleri, daha Ubeydullah Ahrar'ın sağlığında tesirlerini sultan Fatih'e kadar duyurmuşlardı. Fatih Sultan Mehmed'in büyük bir saygı duyduğu ve duasını talep için elçiler gönderdiği Ubeydullah Ahrar'ın halifeleri daha bu yıllarda Anadolu'ya ve hemen ardından İstanbul'a ulaştılar. Simavlı Abdullah İlahî, bunların ilkidir. Abdullah îlahînin yetiştirdiklerinden Fatih'te medfün Emir Buharı ve Nefehatü'1üns mütercimi Bursalı Lamii Çelebi, Ahrariyye'nin önemli temsilcilerinden olmuşlardır. Kaynaklar, ilk Nakşibendi erenlerinden bazılarının Timur ordusu içinde Anadolu'ya geldiğini yazmaktadır. Timurlularla ilişkisi bulunan Nakşiler, önceleri Osmanlılara yaklaşmakta tereddüt etmişlerse de Fatih döneminde Ubeydullah Ahrar ve Molla Cami ile bu yol açılmış oldu. Ubeydullah Ahrar'ın halifeleriyle başlayan bu çığır, Osmanlı ülkesinde uzun, süre etkili olamadı.

Nakşibendiyenin Osmanlı ülkesinde en etkili olduğu dönem, Mevlana Halid el-Bağdadî'den sonraki dönemdir. İmam-ı Rabbanînin Müceddidiyye'si ile başlayan bu ikinci tanışma, Mevlana Halid ile zirveye ulaştı ve XIX. asırda Nakşilik İstanbul, Anadolu ve Balkanlar'da en yaygın tarikat konumuna geldi.

21-Hacegi Muhammed İmkenegî (k.s.)

Esmer tenli, yuvarlak, aydınlık yüzlü, seyrek sakallıydı. Feyz ve cez-besi yüksekli. İbadet ve zühde düşkündü. Kerameti zahir ve bahir olmakla birlikte sırrım insanların gözünden saklardı. "Kendisini bilen, Rabbını bilir" kaidesince kendi özündeki gerçeğe ermeğe büyük gayret sarfederdi. Tasavvufî disiplinin maddî ve manevî izleri hayatında görülebilecek olgunluktaydı.

Altın silsilenin 22. halkası Hacegî Muhammed îmkenegî, 21. halkadaki Derviş Muhammed'in oğlu ve halifesi. 918/1512 yılında Semerkand ile Buhara arasındaki İmkene köyünde doğdu. İlk temel İslamî bilgileri de, ileri seviyedeki tasavvufi incelikleri de babasından öğrendi. Sağlığında vekili, ölümünde halifesi oldu.

Hacegî, "hoca" anlamına gelen ve Nakşî şeyhlerinin adlarının basında "şeyh" manasına kullanılan "hace" kelimesinden. Sonundaki nisbet "ya" sı sebebiyle Farsça kaideye göre "h" harfi "g"ye dönüşmüştür. "Hacegî" hacegan yoluna mensup demektir.

"İmkenegî", İmkene'li anlamına. Aynı kaideye göre nisbet "ya"sı gelince "h" sesi "g"ye çevrilmiş.

Osmanlı devletinde tasavvufun en canlı olduğu yıllarda yaşayan bu gönül eri de babası gibi, meçhul kalanlardan. Bir asra yakın ömür sürerek 1008/1599 yılında vefat ettiği ve yaklaşık 38 yıl şeyhlik ettiği halde Osmanlı ülkesinde pek tanınmıyor. Belki bugün Taşkent ve Buhara kütüphanelerinde komünist zulmünden kurtulabilen kitaplarda onlara dair bilgiler bulunabilir. Ayrı bir araştırma konuşu. Bizim en önemli kaynağımız olan Abdullah b. Muhammed el-Hanî'nin el-Hadaiku'1-verdiyye fî hakaik ecillai'n- Nakşbendiyye, adlı eserinde bilgiler çok sınırlı. Ancak orada adı geçen Şerhu silsileti'z-zeheb diye bir eser var ki, biz henüz ona ulaşamadık. Türkî cumhuriyetlerin kapılarının açılmasından sonra sanırız ki. bu araştırmalar daha da kolaylaşacaktır.

ve minallahi't-tevflk.

22- HACE MUHAMMED BAKİBİLLAH (K.S.):

Silisile-i Saadat’ın yirmi ikincisi Hace Muhammed Baki Billah Hazretleridir. Hace Muhammed Baki Billah (K.S.) Hazretleri hicretin 972. Senesinde Kabil’de doğmuştur. Büyüklük hali daha çocukluk zamanı da simalarında belli olurdu. Şefkat ve merhameti o kadar çoktu ki, bir defasında Lahor şehrinde kıtlık vaki olup, yaşamak güçleşmişti. O günlerde o’nlar da Lahor’da bulunuyorlardı. Hatta birkaç gün yemek bile yemedi. Ne zaman huzurlarına yemek getirseler: “İnsanalar, sokaklarda açlıktan can verirken, bizim yememiz insafa sığmaz.” Derdi. Getirilen yemeklerin hepsini açlara dağıtır, “Geceyi Rabbimin yanında geçiririm” Hadisi Şerifine varis olarak kendisi ise ruh kuvveti ile yaşardı. Her işte azimet ve evla olan ile hareket ederdi.

Muhammed Bâkibillah hazretleri, İmam-ı Rabbani hazretlerinin hocasıdır. 1563 yılında Kâbil?de doğdu. Kâbil´den Semerkand´a gidip, zamanın en büyük âlimlerinden olan Mevlanâ Sâdık-ı Hulvâni´den gerekli ilimleri öğrendi. Yüksek yaratılışı ve kabiliyeti ile kısa zamanda, talebeler arasında en yüksek seviyeye ulaştı. Sonra tasavvufa yönelip, bu yolun büyük âlimlerinden bâtıni ilimleri öğrenerek yüksek dereceye ulaştı. Hâcegi İmkenegi hazretlerinin sohbetleri, Behaeddin Buhari ve halifelerinin ruhaniyetlerinin yardımı ile, bu büyükler silsilesine dahil oldu.

Muhammed Bâkibillah hazretleri hocasının emriyle Hindistan´a gidip, bir sene Lahor´da kaldı. Oradaki âlimler onun sohbetine gelip, istifade ettiler. Sonra Delhi´ye gidip, vefatına kadar orada kalarak, insanlara doğru yolu anlattı. İki-üç sene gibi kısa bir müddette, pekçok âlim ve veli yetiştirdi. Onun yetiştirdiği büyüklerin başında, kendisinden sonra halifesi olan, ikinci bin yılın müceddidi, İslam âlimlerinin gözbebeği imam-ı Rabbani gelir. İmam-ı Rabbani hazretleri yetişip kemale gelince, Muhammed Bâkibillah hazretleri bütün talebelerinin yetiştirilmesini ona bıraktı.

Emr-i maruf ve nehy-i münker yaparken, şiddet ve sertlik göstermezdi. Bir kimse dine uygun olmayan bir iş yapsa veya söz söylese, yumuşaklıkla, kinaye ve ima ile sakındırır, kalb kırmak istemezdi. Emr-i maruf yaparken, kendini diğer insanlardan ayırmamak ve üstün görmemek için çok gayret sarf ederdi. Sohbetlerinde hiç bir müslüman kötülenmezdi. Eğer birinin kalbinden bir müslüman hakkında kötü bir düşünce geçse, derhal hakkında kötü düşünülen kimseyi övücü sözler söyleyerek konuşmaya başlardı.

Hân-ı Hânân ismiyle meşhur padişah Abdürrahim Hân onu sevenlerden biri idi. Bâkibillah hazretlerinin hacca gideceğini duyunca, yol parası olarak bol miktarda para gönderdi. "Bu hediyemi, lutfederek kabul buyurun efendim" dedi. O ise, ?Müslümanların paralarını harcayarak hacca gitmemiz uygun olmaz" diyerek kabul etmedi ve hacca da gitmedi.

Yemek pişirenin abdestli olmasını, yemek pişirirken dünya kelamı söylenmemesini tembih ederdi. "Salih olmayanın yemekleri feyzin gelmesine engel olur? buyururdu. Evliyadan bir zat gelip,; "Hâlimde bir bağlanma, kalbimde bir sıkıntı hissediyorum, fakat kabahatimin ne olduğunu bilemiyorum" dedi. Hâce hazretleri, "Yemeğinde ihtiyatsızlık vâki olmuş" buyurdu. "Her gün aynı yemekleri yiyorum" dedi. Hâce hazretleri, "İyi düşün? dedi. İyice düşününce, "Evet efendim şimdi hatırladım, yemek pişerken, helal olduğu şüpheli iki üç odun yakılmıştı" dedi.

Bir gün Hâce Hüsameddin´in haber vermesiyle, görevliler içki içen ve başka kötülükler yapan bir genci yakalayıp hapse attılar. Hâce hazretleri bunu duyunca, Hâce Hüsameddine sitem etti. O da: "Çok kötü bir gençtir" deyince, üzüntülü bir şekilde, derin bir âh çekip buyurdu ki: "Sen kendini iyi gördüğünden o sana kötü görünüyor. Fakat biz kendimizi ondan farklı görmüyoruz. Nasıl olur da onu kötüleriz?"

Sonra o genci, hapisten çıkardılar. O genç, komşusu hâce hazretlerinin yakın alakası karşısında son derece memnun olup, günahlarına tevbe ederek salihlerden oldu.

26-Nur Muhammed Bedâyûnî (k.s.)

Orta boylu, esmer tenli, seyrek sakallıydı. Kaşları çatıktı; fakat yüzündeki ve alnındaki nur, kaşlarının çatıklığına tatlı bir mehâbet kazandırmıştı. Gözü yaşlıydı. Göz pınarlarından akan yaşlar, yanaklarına doğru derin iz açmıştı. Zahiri ve batini ilimlere vukufu sebebiyle "Allame-i cihan" diye anılırdı.

Altın Silsilenin 27. halkası yine Hind diyarından, fakat bu sefer "Serhindi" ailesinden ve İmam-ı Rabbâni soyundan değil. Seyyidliği sebebiyle "Seyyid Nur" diye anılan Muhammed Bedayünî, Delhi'den. el-Hadaiku'l-Verdlyye ve ondan naklen diğer bazı kaynaklar, nisbesini "Bedvanî" diye anarlarken çağdaş araştırmacı Ebu'l-Hasan Nedvî, onun nisbesini "el-Bedayünî" olarak kaydetmektedir. (bk. el-İmamu's-Serhindî, s. 314, 317)

Nur Muhammed Bedayünî, İmam-ı Rabbâni'nin torunu Seyfeddin Serhindi'nin yetiştirdiklerinden. Dini ilimlerde belli bir merhale katettikten sonra önce Seyfeddin Serhindî'ye, ardından Şeyh Muhammed Muhsin'e intisab etti. Muhammed Muhsin, Muhammed Masum'un önde gelen halifelerindendir. Her iki şeyhten feyz aldıktan sonra otuz beş yıl kadar Delhi'deki Nakşi Müceddidi dergahında hizmet etti. Gönüllere iman heyecanı ve aşk kıvılcımı taşıdı. 1135/ 1722'de vefat etti.

SİYER VE HADİS KİTAPLARI

Gerek sohbetlerinde, gerekse özel mütalaalarında Siyer ve Şemail kitapları ile Hz. Peygamber'in güzel ahlakını ve sözlerini toplayan hadis kitaplarını okumaktan büyük bir hazz alırdı. Okuduklarını sindirmeye ve nefsinde uygulamaya çalışırdı. Sünnet tatbikatına çok düşkündü. Birgün her nasılsa helaya girerken sol ayağını atacakken, dalgınlıkla sağ ayağını atıvermişti. Bu sû-i edebinden dolayı üç gün manevi sıkıntıya düştü. Cenab-ı Hakk'a iltica etti. Üç günden sonra nihayet sıkıntısı zail oldu.

HARAM LOKMA TİTİZLİĞİ

Vera ehliydi, haramdan sakınır, şüphelilere yanaşmazdı. Midesine "haram lokma" girmemesine özel bir özen gösterirdi. Bu yüzden yiyeceği ekmeğin buğdayını bulur, kendi eliyle öğütür, hamuru kendi yoğurur, ekmeği de kendisi pişirirdi. Ekmeği de taze iken değil, bir süre bekletip bayatlattıktan sonra yerdi. Çok yemezdi, belini doğrultacak birkaç lokmacıkla yetinirdi. Bu şekilde nefsini açlığa ve az yemeğe alıştırması sonucu, otuz yıl süreyle adeta gönlünden yiyecek düşüncesi çıkmıştı. Açlık hissettiğinde herhangi bir ayırım yapmadan birkaç lokma atıştırır, onunla yetinirdi.

Kazançlarına dikkat etmeyen dünya ehli zenginlerin yemeklerini yemezdi: "Böylelerinin mallarında haksız kazançlar vardır. Dikkat etmek gerekir." diye sakınırdı.

Zengin birisinden okumak üzre "emaneten" aldığı kitaplara bile üç gün süreyle el sürmezdi. "Çünkü dünya ehli zenginlerin gönüllerinin karanlığı, o kitapların, ciltlerine ve sayfalarına sinmiştir." diye düşünürdü. Üzerine böyle manen karanlıklar sinen kitapların tadı bozulur, okuyana vereceği hazz azalırdı.

İstiğrak ve cezbesi yüksek olduğundan on beş yıl süreyle "gaybet" (l) hali yaşadı. Murakabe sayesinde "sahv" (2) haline geldi. Ancak bu daimi murakabe hali de belini bükmüştü.

ZİNA KARANLIĞI

Keramet ve firaset ehli bir zattı. Yetiştirip yerine bıraktığı halifesi Habibullah Mazhar şöyle anlattı:"Şeyhimiz Seyyid Nûr hazretlerinin keşfi çok sağlıklıydı. Başkalarının kafa gözüyle göremediğini kalb gözüyle görürdü. Nitekim bir kere yanlarına giderken gözüm bir kadına takılmıştı. Yanlarına vardığımda bana: "Sende zina karanlığı görüyorum" demişti.

Kızı kaybolan bir kadıncağız, Seyyid Nûr hazretlerine başvurarak:

- Uzun zamandan beri kızım kayıp, mahvoldum. Ne olur bana yardım edin, dedi. Bedayünî şöyle bir murakabeye vardı ve kadına:

- Sen evine git, kızın filan zaman gelecek, dedi.Kadın evine gitti. Şeyhin söylediği zaman kızı çıkıp geldi. Sevinçle ve hasretle yavrusuna sarılan anne:

- Yavrum nerde kaldın, neler oldu? diye sordu.

Kızcağız şunları söyledi:

- Ben çölde kaybolmuştum. Şaşkın bir haldeydim. Yaşlı biri geldi ve bana rehber olup buraya getirdi.

KESKİN ANLAYIŞI

Bostancının, karpuzun olmuşu ile hamını dışından anlaması gibi, kendisine başvuran kimselerin, iyi niyetli olanları ile kendisini tartmak emelinde olanları firasetle farkederdi. Nitekim iki akl-ı evvel, şeyhi denemek üzre yanına geldi. Kendisine intisab etmek istediklerini söyledi. Şeyh ikisini de tepeden tırnağa şöyle bir süzdü ve ardından:

- Siz önce gidin akidenizi tashih edin, ondan sonra halis bir niyyetle inabe isteyin, dedi. İçlerinden biri, tevbe ve istiğfar ile şeyhin dediğini yaptı ve mürid oldu. Diğeri direnip hüsranda kaldı.

Rivayete göre bir afyon satıcısı, Seyyid Nür'un dergahının yanına bir dükkan açtı. Şeyh, bir sohbeti sırasında bu haram ticaretin, hemen dergahın dibinde yapılmasının feyze mani olduğunu söyledi. Müridleri de bu sözler üzerine gidip dükkanı tahrib ettiler. Durumdan haberdar olan şeyh, çok üzüldü ve üzüntüsünü şu sözlerle açıkladı:

- Sizin bu hareketiniz, bizi eskisinden daha çok incitti. Hak, ancak hak ölçüleriyle yerine getirilir. Zararlı ve yasak olan işleri ortadan kaldırmak, mahkemenin ve icranın işidir. Bizim isimiz sadece tebliğ ve irşaddır.

Şeyhin emri üzre müridler, afyon satıcısını alıp şeyhin huzuruna getirdiler. Afyon satıcısına zararın tazmini teklif edildi. Kısa bir konuşma ve feyizli bir nazardan sonra O da herhangi bir şey taleb etmediğini itiraf ile tevbe etti, şeyhin bendeleri arasına katıldı.

27- ŞEMSÜDDİN HABİBULLAH İBN-İ MİRZA CAN (K.S.):

Silsile-i Saadat’ın yirmi yedincisi Şemsüddin Habibullah’tır. Hicri 1111’de bir Cuma gününde dünyayı teşrif etmişlerdir. Muhammed Nur’ül Bedvani Hazretlerinin en efdal talebesi ve en büyük halifesidir. Evliyanın sığınağı, kamil bir mürşid ve alim bir zat idi Şemsüddin Habibullah Hazretleri; Hicri 1111’de Ramazanın bir Cuma gününde dünyayı teşrif ettiler. 16 yaşına geldiklerinde mübarek babaları Mizra Can vefat etmişler, 18 yaşına geldiklerinde de Muhammed Nur’ül Bedvani Hazretleri ile karşılaşarak Nakşi Bendi yoluna intisab etmişlerdir. Dört yıl Şeyh Hazretleri’nin sohbetlerinde kaldıktan sonra hilafet almış ve Müceddidiye yolundan pek çok nasiplenmiştir. Şeyh Hazretleri, 1195 senesi Muharrem’in 9. Günü irtihal-i dar-ı na’im eylediler.

28-Abdullah Dehlevî (k.s.)

Orta boylu, esmer tenli, seyrek sakallı ve gökçek yüzlü idi. Hz. Peygamber'in torunu Hz. Hüseyin soyundan, seyyid-neseb. Derviş ve müridlerini cezbeye getiren engin bir feyze sahibti. Varidat-ı ilahiyyeye nail bir veliyy-i kamildi. Semaa önem vermediği halde vecd ve coşkusu yüksek bir süfi idi.

Kısa Çizgilerle Hayatı

Altın silsilenin yirmi dokuzuncu halkası yine Hind diyarından. 1158/1745 yılında Pencap'ta (Betale) doğdu. Babası Şah Abdüllatif, Kadiri tarikatına bağlı. Oğlu doğmadan önce rüyasında Hz. Ali'yi gördü. Hz. Ali ona: "Oğluna Ali adını koymasını" söyledi. Bu yüzden oğlu doğduğunda babası ona "Ali" adını verdi. Ancak daha sonra kendisine "Gulam-ı Ali" denmeğe başlandı. "Gulam-ı Ali" Ali'nin hizmetçisi demekti. Daha sonra rüyasında Hz. Peygamber'in Dehlevi'ye bizzat "Abdullah" diye hitab etmesi sonucu "Abdullah Dehlevî" diye meşhur oldu.

Yetişmesi

Babasının ilim ve marifet erbabINdan bir zat olması sebebiyle küçük yaşından itibaren ilim muhitlerinde yetişti. Abdülaziz Deh'levi'den Sahih-i Buhari, diğer bazı alimlerden tefsir ve fıkıh okudu. Babasının ısrar ve delaletiyle Kadiri şeyhi Şah Nasıruddin Kadirî'ye intisab etmek üzere gittiğinde şeyhin vefat etmiş olması sebebiyle intisab edemedi. Yirmi iki yaşına kadar Delhi'de bulunan muhtelif "Çiştiyye" tarikatı şeyhleriyle görüşüp tanıştı. Nihayet nasibinin Mirza Can-ı Canan olduğunu anlayarak onun dergahına kapılandı. Müceddidî şeyhi Mirza Can-ı Canan, "Burada tuzsuz taşı yalamaktan başka ne var ki..." diyerek onun bu konudaki ciddiyetini sınadı. Aldığı cevap:

"Bizim de istediğimiz budur" şeklinde olunca dervişliğe kabul etti. Kendisi bunu şöyle anlatır:

"Tefsir ve hadis ilimlerim tahsil ettikten sonra Habibullah Mazhar'ın hizmetine girdim. Mübarek eliyle bana bey'at verdi. Kadiri ve Nakşı tariklerim telkin etti. Onbeş yıl kadar onun hizmetinde bulundum. Zikir halkasında ve murakabede aradığım huzuru bulmuştum. Nihayet beni tarikat icazetiyle şereflendirdi."

Şeyhlik Dönemi

Şeyhi Mirza Can-ı Canan şehid edilmesinden sonra irşad makamına oturdu. İlim ve irfanı; tarikattaki şeriat titizliği sayesinde kısa zamanda ünü her tarata yayıldı. Dergahına uzaktan ve yakından binlerce kişi geliyordu. Anadolu, Şam, Irak, Hicaz, Horasan ve Mavaraünnehir ile ta Mağrip'ten gelenlerle tekkesi dolup taşıyordu. Gelenlerin bir kısmı şeyhin şöhretini duyarak, bir kısmı da alem-i manada kendilerine verilen işaret üzere buraya koşup geliyordu.

Abdullah Dehlevi, bağlılarına bir yandan seyr ü sülük ile tarikat eğitimi yaptırırken; diğer yandan onlara tefsir, hadis ve fıkıh gibi İslâmi ilimler okuturdu.Kuşeyrî Risalesi, Avarifü'l-maarif ve îmam-ı Rabbani'nin Mektübat'ı onun okuttuğu eserler arasında yer alır.

En büyük halifesi Mevlana Halid el-Bağdadî'dir. Ondan başka otuzu aşkın halife yetiştirmiş ve 1240/1824'te Delhi'deki dergahında vefat etmiştir.

Ahlakî Özellikleri

Abdullah Dehlevi, cömerdlik ve sehavette güneş gibi idi. Dergahında devamlı olarak seyr u sülükle meşgul ve hizmete bakan iki yüz kadar müridi bulunurdu.

Dehlevi, son derece mahcub ve mütevazi idi. Bununla birlikte "emr bi'1-maruf konusunda son derece yürekli ve cesurdu. Bu konuda ne bir validen, ne de bir kumandan ve sultandan çekinirdi. Nitekim el-Hadaiku'1-verdiyye müellifinin verdiği bilgiye göre Hindistan'da bir bölgenin hakimi olan Nevvab Şemsir Bahadır başında hristiyanların giydiği bir şapka ile şeyhin huzuruna geldi. Abdullah Dehlevi, onu bu kıyafetinden dolayı uyardı. Reis de "Eğer bunu hoş karşılamıyorsanız bir daha buraya gelmeyiz" dedi. Dehlevi de: " seni meclisimize bir daha böyle göndermesin" dedi. Reis kızarak çıktı ama bir türlü içi rahat etmedi. Tekkenin bir kenarında başındaki şapkayı çıkartıp tekrar geldi ve şeyhe bağlılıklarım sundu.

Dehlevî hazretleri, gerek adı geçen Reise ve gerekse çevredeki diğer reislere karşı son derece müstağni davranırdı. Tekkenin bütün ihtiyaçlarını karşılamayı teklif edenlerin önerilerini geri çevirirdi. Bunu Hakka olan güvenine ters görür, halkın minnetine razı olmak gibi değerlendirirdi.

Zenginlerden gelen yemeği kendisi yemediği gibi, müridlerine de yedirmezdi. Komşularına hediye olarak gönderirdi. Kendisine gönderilen paraların önce peşin olarak zekatını verir, ardından da bu para ile helva ve tatlı yaptırıp dervişlere ve yoksullara dağıtırdı.

Günlük Yaşantısı

Abdullah Dehlevi'nin bir günlük yaşantısı şöyleydi: Geceleri az uyur, teheccüde kalkardı. Teheccüde kalktığında uyuyanları uyandırırdı. Teheccüd namazından sonra murakabeye varırdı. Ardından da bir mikdar Kur'an okurdu. Gecenin son vaktinde sabah namazını cemaatle kılardı. Namazdan sonra işrak vaktine kadar yine murakabe ve zikirle uğraşırdı.

Müridlerinin kalabalığı yüzünden sabahtan toplu zikri iki celse halinde yaptırırdı. Zikrin ardından kuşluk vaktine kadar tefsir okuturdu. Bunun ardından yemek yenirdi.

O günün şartlarında müslümanlar iki öğün yediklerinden bu yemek kahvaltı ve öğle arası olurdu. Yemekden sonra biraz istirahat ederdi. Ardından öğle namazına kadar kitap okuma ve bazı yazım işlemleriyle uğraşırdı. Öğle namazından sonra tefsir ve hadis, ikindiden sonra da hadis ve tasavvuf okuturdu. Daha sonra da akşam vaktine kadar zikir ve teveccühle meşgul olurdu. Akşam namazından sonra kısa bir süre seçkin müridleriyle hasb-i hal ederdi. Yatsı namazından önce akşam yemeğini yerdi. Yatsı namazım kıldıktan sonra geceyi daha çok zikir ve murakabeyle geçirir, uyku bastırınca seccadesi üzerine yan üstü uzanıp istirahata çekilirdi.

Giyim Kuşamı

Abdullah Dehlevi, kaba kumaştan dikilmiş sade elbiseler giyerdi. Şayed kendisine güzel kumaştan bir elbise hediye edilecek olsa onu satar, parasıyla orta halli giyecekler alır ve dervişlere dağılırdı. Giysilerinin çok çeşitli olmamasına da özen gösterir ve bunun sünnet gereği olduğuna işaret ederdi. Nitekim Hz. Aişe bir gün izar (yani pestemal) türü bir giysi ile rida türü pelerin gibi bir örtüyü çıkarıp halka göstererek: "Rasulullah işte bunların içinde ruhunu teslim etti." Demiştir. (bkz. Tirmizi. Şemail, s. 68-80)

Dehlevi'nin Meclisi

O'nun meclisi bir huzur ve sükun meclisiydi. Orada fakir zengin, sultan geda. herkes aynı şekilde sevgi ve ilgi görürdü. O mecliste hiç kimsenin gıybeti yapılmazdı. Arkasından konuşulmazdı. O'nun irşad ve sohbetinden herkes kabiliyet ve istidadı kadar nasib alırdı. Bir gün meclisinde bulunanlardan birisi orda bulunmayanlardan birini bir kusuruyla gıybet edecek oldu. Dehlevi müdahale ederek dedi ki: "O söylediğin söz ve sıfat, bana daha çok yakışır."

Yine bir gün onun meclisinde Hindistan sultanı çekiştirildi. Dehlevi oruçluydu. Dedi ki:

- Eyvah orucum bozuldu. Yanındakiler:

- "Aman efendim, gıybeti yapan siz değilsiniz?" deyince: "Gıybeti yapan da onu dinleyen de günahta ortaktır" hadisi ile karşılık verdi. (bkz. Keşfü'1-hafa, II, 215)

Dehlevi. Kur'an okumak kadar. Kur'an dinlemeyi de pek severdi. Halifelerinden Ebu Said Masümî'nin okuduğu Kur'an'ı dinlemekten büyük haz duyardı. Bazan Rasulü (s.a.)'nün Abdullah b. Mes'ud'a Kur'an oku tüp vecde gelip "Yeter!" demesi gibi, o da vecde gelince "Bu kadarı yetişir" derdi.

Meclislerinde tasavvuf ehli zatların şiir ve ilahilerini dinlemekten de hoşlanırdı. Özellikle Mesnevi'yi pek severdi. Temkin ehli olduğundan cezbelenip Semaa kalkışmazdı.

Tütün ve nargile türü, keyif verici maddelerden ve onların kokusundan hoşlanmaz, hatta meclisine böyle bir keyif verici kullanan kimse geldiğinde buhur tütsüsü yaptırırdı.

Dehlevi'de Rasülullah Sevgisi

Dehlevi'de aşk derecesinde bir peygamber sevgisi vardı. O'nun adını duyduğunda heyecanlanır, vücudu titrerdi. Hizmetine bakan kişilerden biri bir gün demişti ki:

"Sen Rasülü'nün gözdesisin." Abdullah Dehlievi bu sözü duyar duymaz ayağa fırladı, hizmetçiyi kucakladı ve:

- Estağfurullah, ben kim oluyorum ki O'nun gözdesi olayım? dedi ve ona hediyelerde bulundu.

Rasulü'nün söz ve davranışlarına sıkı bir bağlılık içindeydi. Hayatına sünnet çizgisi üzere yön vermeye özen gösterirdi. Bu yüzden de hadis kitaplarını çok okur. Sünnetten haberdar olmaya çalışırdı. Vefatı sırasında bile Sünen-i Tirmizi mütalaa ettiği ve bu kitab göğsünde bulunduğu halde vefat ettiği kaydedilmektedir.

Sünnet ve hadis kitaplarında okuduğu Hz. Peygamber'in uygulamalarını derhal tatbik imkanı arardı. Bir gün kendisine getirilen keçi paça ve kellesini sırf bu yüzden pişirtip yemiş ve başkalarına da yedirmiştir.

Engin sevgisi sebebiyle zaman zaman Rasulü'nü rüyada görürdü. Cehennem azabından korktuğu ve onun dehşetini düşünerek uyuduğu bir gecede Efendimiz'i gördü. "Sen bizim sevdiğimizsin. Bize sevgisi olan cehenneme girmez." şeklindeki iltifat-ı peygamberiye mazhar oldu.

Bazı Söz ve Düşünceleri

Abdullah Dehlevi. Nakşbendiyye tarikatının belli başlı esaslarını kendisine göre şöyle özetlerdi:

"Nakşiliğin dört esası vardır: l. Def-i havatır. 2. Devamlı huzur hali, 3. Rahmani cezbe, 4. Manevi varidat. Havatır şeytandan, nefsten, melekten ve Hak'tan olmak üzere dört çeşittir."

Nakşilik yolunda kişiye şu dört şeyin gerekli olduğunu söylerdi: l. Tertemiz bir din, 2. Saf bir yakın hali, 3. Kırık bir el; yani harama uzanmayan, hırsa kapılmayan bir tavır, 4. Kırık bir ayak; yani harama ve şerre gitmeyen bir ayak, mütevazı bir üslup.

Süfî'yi: "Dünya ve ahireti arkasına atan, yüzünü Yüce Rabbine döndürüp yoluna devam eden kimse" olarak tanımlardı.

Bey'at edip söz vermeyi üç amaçla yapılan bir fiil olarak görürdü.

1. Şeyhlerin gösterdiği büyük ve güzel yola ermek, onların makamına ulaşabilmek için;

2. Günahı bırakıp tevbeye yönelmek için,

3. Bir yere, bir makama bağlanmış olmak için.

Fakirin harfleri

"Fakir" kelimesinin harflerinin birer sembol olduğunu her bir harfin ayrı bir anlamı bulunduğunu şöyle anlatırdı:

Fa: Faka'dır; darlık, yokluk ve zorluğa işarettir.

Kaf: Kanaat ehli olmaktır.

Ya: Yeis'tir. Hakk'tan başka herşeyden ümid kesmekdir.

Ra: Riyazettir. Nefsi terbiye etmek için zora koşmaktır.

Derviş karşılığı kullanılan "fakir" kelimesinin remizleri sayılan bu hasletlere sahip olan kişi, Hakk'ın fazi ve ihsanı ile yakınlık ve rahmetine erişir.

Velilik ve Erenlik

Abdullah Dehlevi'ye göre veliler üç sıfatlı olur:

1. Keşf sahibi olanlar,

2. Fehm, anlayış ve kavrayış sahibi bulunanlar.

3. Cehi ehli; yani Hakk'ın İlmini görüp hiçbir şey bilmediği idrakine erenler.

Ricali de, dünya isteklileri, ahiret talipleri ve Mevla asıldan olmak üzere üçe ayırırdı. Dünyadan ve ukbadan geçip Hakk canibim seçip vuslat şarabın içip rical sıfatını alanların "ermiş" sayılacağını söylerdi.

Aklı, aydınlık ve karanlık olmak üzere ikiye ayırırdı. Aydınlık akıl, arada hiçbir aracı olmadan esas gayeye götüren akıldı. Karanlık akıl da mürşid kandili olmadan önünü göremeyen ve menziline varamayan akıl demekti.

İnsanın en büyük engeli olarak "benliği" görürdü. "Benlik" gitmeden hiçliğe erilemezdi. Benliğin gittiğini anlamanın ölçüşü olarak da;

"Kişide ben diyebilecek bir gücün kalmaması gerektiğini" söylerdi. Bu da ancak benliğin Hak'ta fani elması, kulun Hakk ile bakı olduğu şuuruna ermesiyle mümkündü.

Yaşlılık yıllarında şu beyti sık sık tekrarlardı:

Ey sevgilim, ey sevgilim, kocadın bittim

Aşkının nuru üzerine düştükçe gençleşiyorum.

Derdi ki: "Gerçek aşık, sevgilisini bir lahza bile tefekkür ve mülahazadan geri durmamalıdır."

"Ey sevgili Rabbim. Kendi mecalsizliğimden şu kadarcık haber darım ki, senin cemalini görmek için gözlerimi her tarafa çeviriyorum."

29- HAFIZ EBU SAİD SAHİB (K.S.):

İmam-ı Rabbani Hazretlerinin torunlarındandır. Babasının ismi Safi’dir.1782(H.1196) senesinde Rampur’da doğdu. Şeyh Ebu Said (k.s) Hazretleri,daha çocuk iken,salih ve kıymetli bir zat olacağının alametleri yüzünden okunuyordu. Çocukluğunda,çocukların düşkün oldukları oyun ve eğlencelerle hiç meşgul olmazdı.

Şeyh Ebu Said (k.s) Hazretleri’nin talebelerinden birinin karşısına bir gün bir aslan çıktı. Hemen hocasını hatırlayıp imdadına yetişmesini istedi . Şeyh Ebu Said (k.s) Hazretleri birden bire gözüküp elinde tuttuğu bir sopa ile aslana vurdu ve aslanı oradan uzaklaştırdı.

1834 (H.1250) senesinde elli üç yaşında iken Ramazan bayramı günü öğle ile ikindi arası vefat eyledi. Günlerden Cumartesi idi. Vefatında “Mate kutb-ul-vera “(İnsanların kutbu,vefat etti) manasında bir cümle,ebced hesabına göre vefat tarihi olarak düşürüldü.

ŞEFAATİNE NAİL EYLESİN

30- HABİBULLAH CAN-I CANAN (K.S.):


Mirza Mazhar-ı Can-ı Canan (k.s.)
Uzunca boylu, gökçek yüzlü buğday benizli, siyah sakallı, mehabet ve cemal sahibiydi Yumuşak görünüşüne rağmen heybetliydi Hz Ali'nin oğlu Muhammed b Hanefiyye neslindendi Anaları ve ataları cihetinden cedleri hep veli, ya da veli tabiatlı kimselerdi Özellikle büyük annesinin yaratık-ların teşbihim işitecek bir manevi olgunluğa sahip olduğu rivayet edilirdi

Adı Mirza "Şemseddin' ve "Habibullah' lakaplarıyla anılırdı Belki de çok arzuladığı "şehidlik" sıfatıyla Rabbına kavuştuğu için "Mazhar-ı can-ı canan" diye meşhur olmuştu.

1113/1701 yılında doğdu Küçük yaşlarında Kur'an ve İslamî ilimler tahsil etti Şeyhi Nur Muhammad Bedayünî'nin (ö 1135/1722) vefatında yirmi iki yaşlarında olduğuna bakılırsa pek genç yaşta (onsekiz yaşları civarında) tasavvuf yoluna girdiği anlaşılmış olur Şeyhinin yanında sıkı bir riyazat ve mücahede île nefs eğitiminden geçtiği anlaşılmaktadır Genç yaşta şeyhinin vefatı üzerine çağdaşı bazı şeyhlerin hizmetine girdi, kendilerinden feyz aldı Muhammed Efdal, Hafız Sa'dullah ve Muhammed Abid Sem'ani onun feyz aldıkları arasındadır Yirmi yıl sureyle hizmet ettiği bu şeyhlerin vefatından sonra oturduğu irşad makamında otuz yıldan fazla kaldı

Kendisi şöyle anlatıyor:

"Velayetin ilk derecesiyle, velayet ilim ve varidatını şeyhim Seyyid Muhammed Nur'dan aldım Yedi hakikate ve daha bir takım hallere Muhammed Abid eliyle yedi sene içinde erdim Bu arada Kadiriyye, Çeştiyye ve Sühreverdiyye tarikatı halifeliği île şereflendirildim "

Şeyh Mirza, zühdi yaşayışı severdi Bu yüzden hiçbir zenginden dünyalık kabul etmezdi Kendisi dünyadan elini, eteğini çektiği gibi, muridlerinin de öyle olmasını arzu ederdi Etrafında kendisine hizmet etmek isteyen zengin müridleri bulunduğu halde, kendisi için ne bir tekke, ne de bir ev yaptırmıştı

Altın silsilede yer alan şeyhlere çok düşkündü Gönülden bağlıydı Özellikle imam-ı Rabbanî'yi çok severdi "Bu yolda ne bulduysam büyükleri, şeyhleri sevmede buldum derdi

Tarikat ve tasavvufu, şeriatta ihtisas gibi görür, tarikata meyli "Hak sevgisinin ağır basması' şeklinde yorumlardı Tarikatı sadece bir zikir vasıtası görmezdi Çünkü zikir, herkese emredilen bir konuydu Kalb gözünün açılması da zikri çok yapmakla ancak mümkün olurdu Zikirden gaye zikrin manasına ermekti Daha ilerisi güzel ahlak sahibi olmak Çünkü güzel ahlak, bu ışın kaymağı mesabesinde Bu yüzden sevgili Peygamberimiz "Ben ancak güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim" (Muvatta, Hüsnü'l hulk) buyurmuştur

Nefste Kemal Aranmaz

Nefsin yönelişlerine karşı dikkatli olmak konusunda şöyle söylerdi "Tasavvufta kemale eren kimse, hayır ve kemali kendi nefsine izafe etmez Bunların hepsi emanettir ve sahibi 'tır Fena haline ulaşan ve muşahedeye eren kaşı, kendini yok sayar Kendinde ve nefsinde hiçliği ve yokluğu yakalayan, yokluğu nefsini tahkir ederek ifade edebilir Eğer tasavvuf ehli, dışa bakar da, varlık yanım, emanet nurlarım gördükten sonra kendi yokluğunu gözden kaçıracak olursa o zaman iddiaya düşer ve yolunu şaşırır" derdi

Şehidlik Arzusu:

Ahir ömründe Hakk'ın kendisine olan in'am ve ihsanlarını şöyle sayardı "Artık gönlümde olmasını beklediğim bir şey kalmadı Hakk'ın sayısız nimetlerine nail oldum O beni hakiki müslü-manlık şerefine erdirdi ilimden yana nasıb verdi Hayırlı işler yapmada sadakat verdi Şeyhlik için tasarruf, keramet ve keşf bahşetti Bana nasıb olmayan zahirî anlamıyla şehidliktir Şehidlik, Hakk'a yakınlığı olan çok yüce bir makam Şeyhlerimizden çoğu şehadet şerbetini içerek göçtüler Ben ise çok acizim, cihada gücüm yetmez Bu yüzden bu ihtiyar halimde şehidliğe erme ihtimalim, görünür şartlara göre çok uzak " Teala, sonunda onun çok arzuladığı bu şehidlik şerefini ayağına getirdi Duasını kabul buyurdu ve onu şehidler mertebesine ulaştırdı 7 Muharrem 1195 (2 Ocak 1781) yılında şeyhin kapışı çalındı Hizmetine bakan derviş kapıya baktı ve gelenlerin ziyaretçi olduğunu haber verdi Oysa ki bu ziyaretçiler Moğol mecusileriydi ve şeyhi öldürmeye gelmişlerdi.

İçlerinden biri sordu:

Şeyh Mirza sen misin? O da:

Evet, cevabını verince soruyu soran Moğol mecusisi hançerini çekti ve Hz Mirza'nın kalbine yakın bir yere sapladı Şeyhimiz o bıçak darbesiyle yere düştü Öldüğünü sanmışlardı Saldırganlar kaçıp uzaklaştılar Durumdan haberdar olan Bahaf Han, tedavi etmesi için doktor gönderdiyse de şeyh kabul etmedi "Eğer bu olayın faili bulunacak olursa ben ona hakkımı helal ediyorum" diye de haber gönderdi

Bu olaydan sonra üç gün yaşadı Her geçen gün zayıflıyor ve dermanı kesiliyordu Nihayet üçüncü günün sabahı yanındakilere 'Onbir vakit namazım kaldı Vücudum kan revan içinde. Başımı kaldırmaya mecalim yok Gerçi fukaha, "başını kaldıramayacak kadar takatsiz olanın kaş ve göz imasıyla namaz kılması gerekmediğini" söylemiş, ama siz ne diyorsunuz?" diye sordu Yanındakiler

- Efendimiz, fıkhî hüküm açıktır, sizin durumunuz da ortada, dediler

Öğle vakti geçtikten sonra Fatiha suresini okumaya başladı Sureyi tamamlayınca "Günün bitmesine ne kadar kaldı?" diye sordu Belli ki acısı pek derindi, dayanılmaz haldeydi "Akşama dört saat var" denilince "Demek akşama daha çok var " dedi Akşam vakti yaklaşırken temiz ruhu, yücelikler katına uçtu

Uzun ömürlü şeyhlerdendi. Dünyayla ilgisi olmadığı için ölümden endişe duymazdı. Derdi ki: "Ölümü sevmeyene şaşıyorum. Halbuki ölüm 'ın huzuruna çıkmaktır. Sevgili Peygambe-rimizin ziyaretine gitmektir. dostlarına erişmektir. Değerli insanlarla buluşmaktır. Ben, din büyüklerinin ziyaretine özlem çekiyorum. Hz. Muhammed Mustafa'nın, Halilurrahman İbrahim (a.s)'ın yanma gitmeyi ne kadar istiyorum..."

Ölümünden sonra büyüklerden biri şöyle bir rüya gördü:

"Kur'an'ın yansı, semaya yükseltilmiş, dinde bir gevşeme ve duraklama meydana gelmiş." Şeyh Mirza'nın yerine irşad makamına oturan Abdullah Dehlevî bu rüyayı şeyhin şu sözüyle yorumladı: "Bizden sonra bu tarikatın yüksek makamlarına çıkış duracak, bu tarikat ehli ne kadar yükselseler hal ehli olarak velayet makamına ulaşamayacaklar. "

Elbetteki bu yorumlar, mutlak bir anlam ifade etmiyordu. Belki de Şeyh Mirza'nın vefatından sonraki belli bir fetret dönemini anlatıyordu. Nitekim Abdullah Dehlevi ve özellikle de onun halifesi Mevlana Halid Bağdadî zamanı, tarikatın en çok semereli yıllarıdır. Belki Nakşbendîliğin tarih boyunca en geliştiği ve büyük mürşidler yetiştirdiği yıllardır.

Bakışları tesirli, sözleri etkileyiciydi. Kendisine karşı küçümseyici bir tavır içinde küstahça laflar eden bir adama şöyle bir bakması yetmişti. Adamcağız yere yığılıp sudan çıkmış balık gibi çırpınmaya başlamışta. Nefesi daralan kişi, yaptığından pişman olarak: "Ne olur, için suçumu bağışlayın" diye yalvarıyordu. Şeyh Mirza, bu sefer şefkatle elini uzatıp başını sıvazlayınca adam sakinleşti ve kendine geldi.

el-Hadaîku'1-verdiyye müellifinin verdiği bilgilere göre Şeyh Mirza Mazhar-ı Can-ı canan, elli kadar halife yetiştirmiştir. Müellif bunlardan yirmi kadarı hakkında kısa bilgiler vermektedir. Bunlar içinde en liyakatlisi yerini almaya hak kazanan Abdullah Dehlevî'dir.

-rahmetullahi aleyhima-

31- MUHAMMED MAZHAR-İ ŞAN CAN-I CANAN (K.S.): Kendisi Habibullah Can-ı Canan Hazretlerinin büyük halifesidir. Hindistan evliyasının büyüklerinden. İsmi Muhammed Mazhar olup, Ahmet Said-i Faruki Hazretlerinin üçüncü oğludur. Hz. Ömer’in soyundandır. 1248 (M. 1832) senesi Cemaziyel evvel ayının üçüncü günü, Hindistan’ın Delhi şehrinde dünyaya geldi. 1300 (M.1883) senesinde Medine-i Münevvere’ de vefat etti. Vefat tarihinin, 12 Muharrem 1301

Mazhar–ı Can–ı Canan hazretleri bu hususta şöyle buyurmuştur: “Yenilen lokmalar insanı muvaffakiyete kavuşturmalı, taat ve ibadetin nurunu arttırmalıdır. Fakirliği zenginliğe tercih etmeli, sabır ve kanaatı seçmeli. Teslimiyeti ve rızayı seciye haline getirmelidir. Resulullah efendimizin; “ım! Âl–i Muhammed’in rızkını kâfi gelecek kadar kıl” buyurduğu duasına uygun olarak, insan için lazım olan şeyleri yeteri kadar istemelidir.
Eshab–ı kiram da böyle dua ederdi. İsrafa düşürecek kadar zengin; sıkıntıya, borca düşürecek kadar da fakir olmamalıdır. Kulluk vazifesini yerine getirip, ölüme hazır beklemeli, gönlü başka arzulara bağlamamalıdır. Ölüm, ilahi bir hediyedir. ü teâlâya kavuşmak ve Resulullah efendimizin didarını, mübarek yüzünü görmektir.
Mazhar–ı Can–ı Canan hazretleri, hocalarına büyük bir muhabbet ve ihlas ile bağlıydı. Bilhassa İmam–ı Rabbani hazretlerine derin bir muhabbeti vardı. “Her neye kavuşmuşsam, hocalarıma olan muhabbetim sebebiyle kavuştum. Kulun amelleri nedir ki, ü teâlânın rızasına kavuştursun! Fakat ü teâlânın rızasına kavuşmuş ve makbul kullarından olan zatları sevmek, onlara muhabbet beslemek, ü teâlânın rızasına kavuşmak için en kuvvetli vasıtadır” buyurdu.
Mazhar–ı Can–ı Canan hazretleri şöyle anlatmıştır:
“Bir defa cihanın süsü ve kâinatın serveri olan Peygamber efendimizi rüyada görmekle şereflendim. Yanyana uzanmış yatıyorduk. O kadar yakındık ki, mübarek nefesi yüzüme geliyordu. Bu esnada susadım. Serhend büyüğünün oğulları, yani İmam–ı Rabbani hazretlerinin evladı da orada idiler. Resulullah, onlardan birine su getirmesini emir buyurdu. Fakir; “Ya ResulAllah, onlar benim pirimin evladıdır” diye arzettim. “Onlar bizim sözümüzü tutarlar” buyurdu. Onlardan bir aziz, kalkıp su getirdi. Kana kana içtim. Sonra; “Ya ResulAllah, hazretiniz Müceddid–i elf–i sani hakkında ne buyurursunuz?” diye arzettim. “Ümmetimde onun bir benzeri yoktur” buyurdu. “Ya ResulAllah! İmam–ı Rabbani hazretlerinin Mektubat’ı, mübarek nazarlarınızdan geçti mi?” dedim. Buyurdu ki: “Eğer ondan hatırladığın bir yer varsa oku!” Ben de, İmam–ı Rabbani hazretlerinin bazı mektuplarında geçen ve ü teâlâ için; “O, vera–ül–vera sonra yine vera–ül–vera’dır, yani ü teâlâ ötelerin ötesidir. Akıl neyi düşünür ve neyi tasavvur ederse O değildir” buyurduğunu okudum. Resulullah efendimiz bunu çok beğendi ve; “Tekrar oku!” buyurunca, tekrar okudum. Bu ifadeleri çok güzel buldu. Bu hâl epey bir müddet devam etti.
Ben gördüğüm bu rüyada, Resulullah efendimizin mübarek nefesinin ve sohbetinin bereketiyle kendimi tamamen nur ve huzur içinde buldum. Uyanık iken ele geçen şeylerden daha çok bereketli olan bu rüyanın bereketiyle günlerce acıkmadım ve susamadım


Altun Silsile

MollaCami.Com