Bölümler | Kategoriler | Konular | Üye Girişi | İletişim


Duvara Vuran Uzun Gölge

O kış gecesinde mum ışıklarıyla aydınlattığı masaya oturduğunda ince bir yağmurun ıslattığı şehrin ışıltısı vardı dışarıda. Kalem, kâğıdın üzerine harfleri bir inci gibi diziyordu. Kalem kâğıdı özlemişti, kâğıt da kalemi… Gecenin ışıltısına mum ışığında parlayan mor mürekkebin ışıltısı eklenmişti.

Harfleri bir araya geldikçe mesafeler eriyor, zaman eriyor, yıllar eriyordu. Bir görünüp bir kaybolan hayaller resmigeçit yapıyordu. Kâh bir trenin çuf çufları, kâh havaalanında o daracık salonlarda saate ve duvara bakarak bekleyişler… Ne çok anısı oluyordu insanın. Ne çok dostu, ne de çok düşmanı…

Düşman deyince zindanlara takıldı aklı. Kızılı, karası, demir parmaklığı, küflü duvarı… Küçük yaşta okuduğu romanlar, kızıl meydan, altı ok, devrim, Moskova, havaya kalkan sol el ve sokakları dolduran askerler…

Zaman eylüldü. Silahlar susmuş, susuvermişti. Nasıl olmuş, oluvermişti; hiç anlamamıştı o yıllarda. Küçüktü henüz. Lastik ayakkabı giyip sokaklarda çelik-çomak oynadığı yıllardı. Okulların uzun, upuzun tatillere girdiğinde çocuksu bir sevince kapıldığı günlerdi. Haberler evin görkemli yerine yerleştirilmiş radyolardan dinlenirdi. Büyüklerin dilinde dolaşan Demirel sözcüğünden eli demir olan bir adamdan söz edildiğini sanır ve zihninde eli demir olan bir adam canlandırırdı.

Önünde duran o minik âlete bir daha baktı. Zamanı ve tarihi gösteren, bulunduğu yerin adını bildiren, kıtalar ötesinden ses taşıyan, cebe sığan o küçük alete… Hekimoğlu türküsünün melodisiyle bir dostun aradığını bildiren o alete.

Evlerindeki kocaman radyoya gitti aklı yine. İçine bulamaç akıtılan radyo aklından gelip geçti bir anda. Niçin yaptığı sorulduğunda “İçindeki adamlar acıkmıştır.” diye düşünüp döktüğünü söyleyen kadına bir defa daha gülümsedi. “Radyodaki adamlara acıyıp evindeki bulamacı paylaşan kadının cahilliği de kayboldu, iyi niyeti de…” diye düşündü. İnsanların ekin tarlasında, dağda sürünün peşinde eli telefonundaydı artık. “Ah masumiyet, sen ne tatlısın!” dedi elindeki telefonu evirip çevirirken.

Telefon susuyor, mum eriyor, gölgeler titriyor, zaman alabildiğine durağanlaşıyordu. Önündeki kahveyi içmeye başlamadan önce eğilip kahvenin buğusunu içine çekti. Ardından kahvesinden bir yudum aldı. Kahve öylesine hoş geldi ki… Bir yudum daha aldı. Kahve kokusu, masumiyete götürdü yine. Kahvenin çaydan çok içildiği; hatta çayın çok da bilinmediği günlere... Kekik, adaçayı ve altınbaş çayı içtikleri günlere…

Yaz ortasında dağ yamaçlarına çıkıp toplarlardı kekiği ve altınbaşı. Eve dolu dolu gitmek, apayrı bir mutluluktu. O yaşta eve katkı sağlamış olmanın sevinciydi bu. Köy iyiydi, yayla hoştu. Silahlar patlamaz, yollar kapanmaz, insanlar ölmez, sokak ve caddeler taksim edilmezdi. En azından kendi köylerinde… Ajans dinlemek de önemini kaybederdi. Günler cuma merkezliydi. Cuma günü işe gidilmez, temiz elbiseler giyilir, caminin yolu tutulurdu. Namaz camiden başlayarak yayılırdı köye dalga dalga. Hele ezan… Karşı dağlarda yankılanırdı Allahu Ekber sedaları…

Yayladan kasabaya inince, rafa kalkan düşman sözcüğü de inerdi bir yerden. Yasak kitaplar, ilanlar, tabanca, polis, jandarma, jop, okul çıkışı kavgalar, kargaşa, duvarlara yazılan yazılar… Bekçi düdükleri, havada uçan taşlar, yarılan alınlar ve akan kan…

Kasabaya inme vaktinin yaklaştığı günlerdi. Ağaçlar sarı yapraklarını esen rüzgârla terk ediyordu. Cumaydı. Camiye gidildiği bir günde öğrenmişti “darbe” sözünü. Öğrenmişti ama çok da anlamamıştı o zaman.

Yayladan inip sokakların sakin olduğunu görünce anladı bazı şeyleri. “Düşman” yok olmuştu. Düşman sözcüğü dağ başlarında kalmış, kasabaya, ilçeye inmemişti. Duvarlardaki yazılar kayboluyor, tabancalar evlerden çıkıp gece karanlığında mezarlıklara bırakılıyor, sabahleyin jandarmalar tarafından karakola götürülüyordu.

Düşman yoktu artık. Sokaklar dingindi. “SSCB, ah SSCB!” diye iç geçirdi bir defa daha. “Sana nasıl baktık, seni nasıl gördük ve şimdi sen nerdesin?” diye söylendi. Yaslandığı yerden uzanıp saate baktı. 23.55. Tam o sırada kapı açıldı.

— Uyumadın mı daha, diye sordu yaşlı kadın Murtaza’ya.

— Hayır, uyku tutmadı. Telefon bekliyorum Maksat’tan, dedi.

— Biz de bekliyoruz, ama artık uyuyacağız. Sabah ola, hayrola dedi yaşlı kadın.

— Size hayırlı geceler, birazdan ben de uyurum, dedi Murtaza.

Gülcan Apay, Murtaza’nın kayınvalidesiydi. Yıllar önce gelmişti bu kadim şehre Murtaza. Elinde bir bavul. Hepsi o. Ardına hiç bakmadan, ayağını sürümeden. Telefon beklediği Maksat ise bu kadim şehirdeki ilk öğrencilerinden biriydi. Kader, atalarının asırlar önce geçip gittiği yere öğretmen olarak getirmişti Murtaza’yı. Sonra da karşısına öğrencisi olarak çıkan Maksat’ın ailesiyle tanışmış, zamanla da damatları olmuştu. Eşi Aygül’e “kısmetim” diye seslenirdi bu yüzden. Bugünlerde Aygül yoktu yanında.

Çocukluğunda kafasına kazınan düşmanın coğrafyasındaydı işte. Önce kasabasındaki düşman buhar olmuştu, sonra da buradakiler. Şah-matta dostluk kazanmış, Gülcan Apay’la Saken Eke’nin ocağındaki dostluk ateşine ortak olmuştu işte, Kazak bozkırında.

Maksat, tatlı bir heyecanın içindeydi bugünlerde. “Baba” olacaktı denizaşırı bir başka kıtada. Tanzanyalı eşi Lara ise anne… Murtaza en çok çocuğun rengini merak ediyordu. Kazak bozkırlarının yanık ve esmer çocuğu baba Maksat ile Tanzanyalı zenci annenin çocuğunun rengini, kaşlarını, gözlerini…

Başını kaldırıp duvarda titreşen gölgelere baktı. Duvarı değil, dünya yuvarlağını gördü. Köyündeki toprak kaymasında ikiye ayrılan dağı… Dağ ikiye ayrılmış ve ayrılan o yere bir sinema perdesi gerilmişti sanki. O perde bir köyünü, bir Kazakistan’ı, bir Tanzanya’yı, bir Amerika’yı gösteriyordu. Amerika’daki okulların birinde öğretmenlik yapan öğrencisi Maksat’ın kucağına konacak kıvırcık saçlı, çekik gözlü çocuğu… Cinsiyeti ve rengi görünmüyordu bu karede sadece.

Derken Hekimoğlu melodisi çaldı. Daldığı derin düşüncelerden sıyrılıverdi Murtaza. Nefesinin hızından mumlardan biri söndü ve telefon susuverdi. Eline aldığı makine mesaj uyarısı yapmıştı. Görüntülü bir mesaj gelmişti. Parmakları tuşların üzerinde hızla dolaştı ve mesajı açtı.

Kıvırcık saçlı, çekik kaşlı, yumuk gözlü


Mustafa OĞUZ


Hikayeler

MollaCami.Com