Bölümler | Kategoriler | Konular | Üye Girişi | İletişim


İslam İlim Tarihinde Jeoloji

İslam İlim Tarihinde Jeoloji
Jeo. Müh. Nevzat BAYHAN

İslâm ilim tarihine göz gezdirildiğinde jeolojinin meteoroloji, coğrafya ve kozmoloji gibi ilim dallarıyla birlikte ele alındığı görülmektedir. Müslüman ilim adamlarının birçoğu, üzerinde yaşadıktan gezegenin yapısını, oluşum mekanizmasını, madenlerin meydana gelişini, yerkabuğundaki değişimleri ve tektonik hareketleri açıklamaya çalışmış, yaptıkları sayısız keşif ve müşahadelerin yanısıra, İslâm'ın temel varlık ve yaratılış anlayışının ışığında Dünya ve daha genel olarak kâinat hakkında esaslı görüşler ortaya koymuşlardır. Burada enteresan olan husus, günümüzde saha jeolojisi çalışması yapan bir jeologun kullandığı pusula, lup, altimetre, mikroskop vb. âletlerden tamamen yoksun olunan, hele hele sondaj tekniğinin mevzubahis bile olmadığı o dönemlerde ileri sürülen, temel açıklamalar getirmeye yönelik bu tesbit, görüş ve teorilerin günümüzde kabul edilenlere yakın ve yer yer aynı olmasıdır.

İslâm jeoloji tarihinin ilk dönemleri incelendiğinde, IX. yüzyılın başlarında el-Câhız “Kitab-el Hayavan ve Kitabul Maâdin” isimli eserleriyle göze çarpar. Asıl adı Ebu Osman Amr bin Bahr olan Canız (776–869) daha küçük yaşlarında ilim meclislerinde ortaya attığı fikir ve eserleriyle tanınmış ve Halife Memun tarafından saraya kabul edilmiştir. Daha sonra Basra'ya çekilen ve orada vefat eden âlim edebiyat, ahlâk, psikoloji, botanik, zooloji, jeoloji gibi ilim dallarında söz sahibi olmuş ve kendisinden sonra gelenlere Aristo ve eski Yunan etkisinden arınmış bir düşünce temeline dayanan ölçüler bırakmıştır.

“Kitabul Hayavan” adlı eserinin bir bölümünde dağların, kayaların, deniz ve nehirlerin oluşumuyla ilgili ayrıntılı bilgiler veren Cahız, bazı kayaların başlangıçta sıvı halde bulunup daha sonra katılaştığını ileri sürerken. Dünya'nın ilk oluşum safhasındaki ergiyik magma halini düşünüyor, “dağlar en son oluştu” derken bu onun, gerek mekanik (çarpışma-collision), gerekse temel (mağmatik yükselim) şekilde dağ oluşum (orojenez) mekanizmasının litosfer tabakasının soğuyup katılaşmasını takiben işlediğini bugünkü detay verileriyle olmasa bile genel hatlarıyla tesbit etmiş olduğunu gösteriyordu.

Ayrıca, denizlerin karadan nehirler yoluyla taşınan maddelerle dolarak kaybolduğunu (regresyon-tortul kara oluşumu), yer tarihi boyunca denizlerin coğrafik bir yer değiştirmeye uğradığını eserinde belirten Cahız, deniz suyu ve kaya kimyası ile alâkalı bilgiler de vermektedir.

“Risale Fi Enva-il Cevahiril Samina ve Gayriha'' ve “Risale Fi Envail Cevahir” adlı eserlerin sahibi olan el-Kindi (803-872) özellikle mineroloji konusundaki enteresan tesbitleriyle dikkati çeker. El Kindi ayrıca izafiyet teorisini geliştirmiş, fizik ve meteoroloji sahasında asırlarca kendisinden söz ettirmiş, optik konusunda ışığın davranışına ilişkin tarifler getirmiş, musikiye ilk defa ilmi bir yaklaşımda bulunmuştur.

Madenlerin oluşumu konusunda Dinaveri, minerallerin fiziki ve kimyevi özellikleri hususunda Cabir Ibni Hayyam ilk akla gelen isimlerdir. Sekiz ve dokuzuncu yüzyıllarda yaşayan Hayyam irili ufaklı 2000’den fazla eser telif etmiştir. Kendi çağma kadar kabul edilen, Aristo'nun “Madenlerin Asli Unsurları” teorisinin tenkidini de yapan Hayyam, günümüzde geçerli asitbaz kanunlarına kadar benimsenen civa-sülfür teorisini ortaya atmıştır.

Bununla ilgili olarak eserinde şöyle demektedir; “Esas olarak bütün metal ve madenler, pıhtılaşmış sülfürle karışık civadan meydana gelmişlerdir. Birbirlerinden sadece bazı arızi özellikleriyle ayrılırlar. Bu farklılıklar da, sülfürün Güneş'den etkilenmesinden ve yeryüzünün çeşitli yerlerindeki bulunuş şekillerinden kaynaklanmaktadır. Civa ve sülfür bir element meydana getirirken, tabiatlarını korurlar. Fakat birbirlerine o kadar yaklaşırlar ki, göz onları yeni bir şekilde görür. Eğer birisi onları kimyevi olarak ayırırsa, ikisinin de, kendilerine has kimyevi ve fiziki özelliklerini kaybetmediklerini ve birbirlerine dönüşmemiş olduklarını görecektir.” (Bayraktar, M.S. 164).

Zekeriya er-Râzi de minerallerin fiziki ve kimyevi hususiyetlerini inceleyerek, sağlık açısından önemlerini belirlemeye çalışmıştır.

Onuncu yüzyılda ise, el-Biruni ve Mesudi jeolojide yeni bir çığır açmışlardır. Yer yüzeyinden itibaren açılan yarma ve kuyulardan aldığı kesitlerle zemin yapı sini ve tabakalanmayı inceleyen Biruni, kaya birimlerinin oluşum ortamları hakkında yorumlarda bulunmuştur. En önemlisi, bulduğu fosilleri inceleyerek, çalışma sahasının paleocoğrafyası hakkında doğru tahminlerde bulunmuş ve modern paleocoğrafik çalışma metodlarının esaslarını ortaya koymuştur. “Kitapül Tahdid” isimli eserinde şunları söylemektedir: “Benzer şekilde, deniz karaya, kara da denize uzun zaman periyodu içinde dönüşmüştür. Arap yarımadası bir zamanlar denizdi, daha sonra karaya dönüştü. Orada kuyu veya havuz açıldığı zaman, bunun delilleri halen izlenmektedir. Çünkü bunlar (istif) Önce toprak, kum ve çakıl tabakalarıyla başlar. Daha sonra toprakta, belli bir gaye için gömülmesi mümkün olmayan kemikler ve hayvan kavkıları bulunmaktadır. Hatta, çıkarılan bazı taşlara yapışık olarak hayvan kavkıları, iskeletler ve “balık kulakları” adı verilen fosillerin bazen çok iyi korunmuş olduğu gözlenmekte veya yer çukurlarında halen şeklini koruyan, sıkışarak çürümüş hayvanlara rastlanmakta...” (Bayraktar, M.. İslâm'da Bilim ve Teknoloji Tarihi, Ankara, 1985, s. 159).

Mesudi ise, “Murucu'z-Zeheb” adlı eserinde yeraltı suları ve deprem konularındaki görüşleriyle hidrojeoloji ve sismolojinin, delta ve yanardağlar hakkında tesbitleriyle sedimontoloji ve volkanolojinin temellerini atmıştır.

Ashâbı Kiram (r.a)'ın büyük âlimlerinden Hz. İbn Mesud (r.a)'ın neslinden gelen Mesudi, vefatına (956) kadar “seyyar” denebilecek bir hayat yaşadı ve yüzlerce ilim merkezini dolaştı. “Maadin-il Cevahir” isimli müstesna eserinde sahibi olan Mesudi, 18 ve 19. asır Avrupasında dilden düşmeyen şahsiyetlerdendi.

İbni Sina günümüz jeologlarının, kaya oluşumu hakkında bildikleri “ Sedimanter (tortul) Kaya-Aşınma Taşınma-Birikme Sıkışma” prosesini “Şifâ” isimli kitabında, gözlemlerine dayanarak açıklıyor, sedimantoloji ve stratigrafiyi, temel ilkeler itibariyle, neredeyse günümüzdeki yapısına kavuşturuyordu.

Amu Derya ırmağı kıyılarında, Karakurum dağları ve ovasında yaptığı incelemelerde, özet olarak şu neticelere varmıştır: “Kayalar ya birikme ve taşlaşma sonucu veya çamurların kurumasıyla, ya da suyun katılaşmasıyla oluşurlar” Burada, sudan kaya oluşumu ifadesini, suyun içindeki Si, Ca, Na, Mg, CO3 gibi iyonların aşırı doygunluğa ulaşıp çökelmesi şeklinde anlamak mümkündür. İbn Sina, “yeraltında veya yerüstünde bulunan sular sıcaklık ve topraklaşma nitelikleri sebebiyle taşlaşırlar” derken, muhtemelen bunu anlatmak istiyordu. Coğrafi, şekillerin oluşmasını deprem, tektonik hareket, erozyon, rüzgâr ve ısıya bağlayan İbni Sina, Adams'ın da ifade ettiği gibi, bugün de geçerliliğini sürdüren orijinal görüşler ileri sürmüştür (Adams, F. D., Birth And Deuelogment Of The Gological Sciences, Dover Pub., New York, 1938).

Kilin taşlaşmasını 23 senelik bir periyod içinde inceleyen İbni Sina, fosilleşme olayını taşlaşma, madenlerin oluşmasını ise derinliklerdeki merkezi sıcaklıkla (magma) açıklamış, Mesudi gibi, fosilleri inceleyerek kayaların geçirdiği safhalara yorumlar getirmiştir.

Voltair'in zamanına kadar Avrupa'da fosil veya çürümüş kemikler uğursuz olarak kabul edildiğinden bunlara pek yanaşılmamış, iskeletlerin dev insanların kemikleri olduğuna inanılmıştı. İbni Sina bunların yüzyıllarca önce yaşamış kara ve deniz hayvanlarına ait olduklarını eserinde belirtmiştir.

Minerallerin sınıflamasını da yapan Sina, depremlerin esas sebebinin, derinlerdeki mağmatik faaliyet olduğunu belirtmiştir. Yine deprem konusunda Dımişki (vefatı 1176), sebeb ve neticeleri geniş olarak ele aldığı “Kitabüz Selazil” adlı eseri telif etmiştir.Ortaçağda jeolojinin otorite kabul edilen isimlerinden birisi de Batı'nın “müslümanların Pilinus'u” dedikleri Kazvini (1202-1283) dir. Tahran'a 150 km. uzaklıktaki Kazvin'de doğan Zekeriya bin Muhammed çok kısa zamanda tarih, astronomi ve jeolojide söz sahibi oldu. “Acaibul Mahlukat ve Acaibul Buldan” isimli ansiklopedik eserleri yazan Kazvini, Dünya'nın küre şeklinde olduğunu belirtmiş, hava, su, bitki, hayvan ve madenlerden detaylı olarak bahsetmiş, dağ, dere, ada, deniz ve nehirlerin oluşumu hakkında görüşler serdetmiştir.

Batı'da ancak 1920'de inceleme konusu olan kaya manyetizması ve fosil manyetizma yedi asır evvel Kazvini tarafından ele alınmış, modern jeolojinin keşiflerinden sayılan Reversal Manyetizma (ters dönümlü manyetik alan) daha o zaman, bu müslüman ilim adamı tarafından ortaya konmuştur. Eserinde, dağların oluşumunu ve sebeblerini de inceleyen Kazvinî, “her 36.000 (otuzaltıbin) yılda, yıldızlar dolaşımlarını tamamlarlar ve Yeryüzünde büyük değişiklikler olur; karalar denizlere dönüşür, denizler kurur, dağlar ova, ovalar dağ olur. Kuzey güney olur...” gibi modern bilimlerin vardığı neticelere uygun görüşlerini dile getirmektedir.

Ayrışma, aşınma, birikim alanına taşınma ve depolanmayı, “dağlar güneş ısısıyla toprağa ve kuma dönüşür ki, rüzgarların tesiriyle nehirlere, buradan da denizlere taşınır ve zamanın geçmesiyle aralarda tepeler meydana gelir; böylece denizlerde çıkıntılar görürüz...” şeklinde ifade eden Kazvinî, 1950'lerde Airy ve Pratt tarafından ileri sürülen “ izostazi”yi (dağların kabukta, yoğunluk farklarına göre ovalık kısımlarla bir denge oluşturması) “dağlar yeryüzünde doğrudan denge sağlarlar...” sözleriyle asırlar öncesinden haber veriyordu. (Zekeriya, el-Kazvinî, Acatbul Mahlukat, Beyrut, 1976, s.298)

Depremleri volkanizma ve mağmatizmaya bağlayan Kazvini, yer altındaki basınç için buharı örnek vererek şunları yazmaktadır: “Buğular ve buharlar yeraltı çukurlarında su halinde yoğunlaşmadığı veya sıcaklık sebebiyle dağıtmadığı zaman çıkış bulamazlarsa, bir kimsenin vücudunu ateşin titretmesi gibi, onlar da yeryüzünü titretirler.”

Oniki ve onüçüncü asırda yetişen birçok jeoloji aliminden, eserleri günümüze kadar gelenler, “Kitabu Azhar-il Efkâr fi Cevâhir-il Ahcâr” adlı eseriyle Et-Tifaşî (vefatı 1254), “Kitabu Kenz-il Ticâr fi Marifet-il Ahcâr” isimli eseriyle el-Kabucakî, ve “Mebahic” adlı tabiat ilimleri ansiklopedisiyle el Vatvat'tır. Bu üçü daha çok mineroloji üzerinde çalışmalarını yoğunlaştırmış olup, o günün şart ve imkânlarında ulaşılması zor başarılı neticeler elde etmişlerdir.

Osmanlılar devrinde jeolojiyle ilgilenen ilim adamları, Kazvinî'nin eserlerini bu konuda rehber kabul ederek çalışmalarını sürdürmüş ve yeni eserler ortaya koymuşlardır. Ali bin Abdurrahman'm “Acâibi Mahluka ve Durri Meknun”, Şeydi Ali Reis'in 16. asırda günümüze ulaşan ' 'Kitabül Muhit” ve Ali Sipahizâde'nin “Evzahul Mesâlik” adlı eserleri, bu konuda oldukça orijinal sayılabilecek tesbitler içermektedir.

Onbeşinci asrın sonunda Yahya bin Muhammed el Gaffari'nin yazdığı “Kitabul Yakutil Mahazin fi Cevâhir-il Maâdin” ve 16. asırda İznikli Ali Bey'in telif ettiği “Durerul Envâr fi Esrâr-il Ahcâr” adlı eserlerde ise, mineroloji için temel teşkil edecek fikir ve değerlendirmeler dikkati çekmektedir. Onyedinci yüzyılda ise, Farsça'dan Türkçe'ye çevrilmiş olan Hint-Türk Sultanı Evrengzib'in zamanında yaşamış Zeynel Abidin'in “Mecmuatüs Sanayi” adlı mineroloji eseri kıymet taşımaktadır.

Bunların yanısıra aynı yüzyılda, deprem mevzuunda geniş araştırma ve tesbitler ihtiva eden “Keşf-uz Zelzele an Vasf-iz zelzele” adlı eser ise Celaleddih Suyuti tarafından kaleme alınmış ve aynı yüzyılda “Zelzelenâme” adıyla Farsça'ya çevrilmiştir. Varlık âleminin ve külli var oluşun tek bir gayeye yönelik olması, bir diğer deyişle, her bir eşya ve hâdisenin, ebediyet için yaratılan insan için hazırlanmış kainat misafirhanesin deki kısa imtihan döneminde, ona musahar kılınması, “birlik içinde çokluğu ve çokluk içinde birliği” ortaya koymaktadır.

İşte, tek bir Zâtı Kerîm'in ilim, kudret ve rahmet kalemiyle yazılan bu Kâinat Kitabı'na bu gözle bakan müslüman âlimler, tabiatıyla bölmeli bir kafa yapısından uzak kalmışlar, kısaca “Tevhid Sikkesi”ni görmüş ve göstermeye çalışmışlardır. Onlar, Biyosfer'i Atmosfer'den, Litosfer'i Hidrosferden ayrı düşünmemişler ve daha da önemlisi, bütün bunlarla, bunların var oluş gayesi olan insan arasındaki irtibatı da mükemmel bir surette kurmasını bilmişlerdir. Zira onlar, Kuran Kainat'ı okurken, dinlemesini bilenlerden olmuşlardır.


Bilimsel makaleler

MollaCami.Com