Bölümler | Kategoriler | Konular | Üye Girişi | İletişim


Organlarımızı tanıyalım...

Ben Hasan'ın Derisiyim

Prof.Dr. Arif SARSILMAZ

Hasan! Aylardır bedeninin içindeki yaratılış mucizesi olan hayatî önemi haiz bulunan çeşitli organların konuştular ve kendilerini anlattılar. Onların gâyesi kendilerini anlatmaktan çok hepimizin sahibi ve Yaratıcısı, Kudreti Sonsuz'un ilminin ve hikmetinin sonsuzluğuna dikkati çekmekti. Bugün bedeninin içinden, dış dünyaya bir pencere açalım istersen?

Senin vücudunun dış dünyaya komşu olan sınır bölgesinin her türlü mesuliyeti benim üzerime yüklenmiştir. Dış dünyadaki her türlü değişikliği, sıcaklık, soğukluk, rutubet, basınç, çeşitli radyasyonlar, her türlü tahriş edici kimyevî ve mekanik tesirleri ben hissederim ve iç organlarının bu değişik çevre şartlarına göre tavır almaları için onları uyarırım. Onun için herkes beni önce bir duyu organı olarak görür ve beş duyunun sonuncusu olarak sayarlar.

Halbuki benim duyu organı olarak iş görmemin dışında o kadar çok başka ve hayatî vazifelerim var ki, hepsini anlatmaya kalksam, bu derginin hacmi yetmez. Sadece estetik açıdan bile baktığında ne kadar güzel olduğum görülür. İstersen bir gün tıp öğrencileriyle birlikte anatomi lâboratuarına gir ve vücudu parçalanmadan yani diğer organ ve sistemleri incelenmeden önce derisi yüzülmüş bir kadavraya bakmaya çalış ve dayanabilirsen dikkat et! İnsan, Allah'ın yarattığı muhteşem bir sanat eseri olmasaydı, belki "iğrenç" ve "tiksindirici" sıfatlarını kullanabilirdim, ama o cesedin her hücresi tek tek Rabbimin eseri olduğu için böyle demiyorum ve sadece "göze hoş gelmeyen bir manzara" tabiriyle nitelendirmem kâfi olur zannederim. Ben olmadığım zaman o muhteşem anatomik mucize olan vücut bütün ihtişâmını kaybederek, ürkütücü ve çirkin bir hâl alıyor. Aylardır sana kendilerini anlatan bütün o organlarının güzelliği ve hikmetleri ancak benim varlığımla bir mânâ kazanabiliyor. Rabbimiz beni bütün vücudunun her bölgesine uygun bir elbise olarak yaratarak seni giydirmiş. Ayak tabanları ve avuç içini kalın bir keratin dış tabaka ile donatarak yürümeni ve çeşitli el âletlerini kullanmanı kolaylaştırmış. Şayet dudak bölgesinde olduğu gibi ince olsaydım, yürürken, herhangi bir âleti bir kaç sefer kullandığında delinir, yara olurdum. Eklemlerinin olduğu kısımlarda hususî kıvrımlarla akordeon veya körük gibi yaparak parmaklarının, el ve ayaklarının rahatça her türlü harekete imkân vermesini temin etmiştir. Baş bölgeni güneşten ve soğuktan korumak için benim içimden bazı hücreleri farklılaştırarak saç hâline getirmiş ve devamlı uzama kabiliyeti de vermiştir. Gözünü korumak için kirpik ve kaş ismini verdiğiniz özel kıllarla hem süslemiş, hem de onların büyümesini sınırlamıştır. Yoksa önünü görebilmek için her gün bir de kaş ve kirpiklerini kesmek zorunda kalacaktın. Burun ve kulak deliklerinin girişlerinde bile hususî kıllarımla toz-toprak ve böcek gibi nesnelerin girmesini engellerim. Sen şimdi belki "bu da önemli bir şey mi? Alt tarafı birkaç tane kıl. Olsa ne olur olmasa ne olur? Hayatî bir ehemmiyeti yok", diyebilirsin. Evet, doğru. Hayatî bir ehemmiyeti yok. Ama hayat sadece "canlı" kalmak değil ki, hayatın bir de insana ait estetik ve güzellik boyutu vardır. Kaşları ve kirpikleri dökülmüş birisine baktığında bu durumu daha iyi anlarsın. Evet! Allah (cc) insanı yaratırken güzel yaratmış ve bu güzelliğini teşkil eden her bir kılı da ayrıca önemli kılmıştır. Çünkü Rabbimiz bir şeyi yaratırken sadece bir yönüyle değil, pek çok yönüyle hikmetli yapar.

"Hayatî ehemmiyeti yok" deyip benim kıllarımı küçük görüp duruyorsun! Halbuki ben bütünüyle çok hayatî ehemmiyeti haiz bir organım! Kaş ve kirpiklerimdeki estetik inceliği ve güzelliği göremedin, ama senin vücudunu pek çok bakımdan koruyan bir organ olduğumu şimdi sana göstereceğim! Normal bir insan vücudunu sararak örtmek için benim genişliğimin 1.80-2 metrekare arasında olması gerekir. En birinci ve hayatî olarak senin vücut sıvılarının dışarıya sızıp kaybolmasını engellerim. Vücut içi sıvılarının yoğunluğu ve mineral tuzlarının miktarı hayatî ehemmiyettedir. Ben olmasaydım sadece böbreklerinle bu sıvıların yoğunluğunu düzenleyemezdin. Onun için derisinin 2/3'lik kısmı derin şekilde yanmış insanlar vücutlarından kaybettikleri sıvılar yüzünden ölürler. Yanık merkezlerinde çok hassas âletlerle kaybedilen vücut sıvıları ayarlanmaya çalışılmasına rağmen umumiyetle büyük yanıklarda başarısız olunmaktadır. Benim koruma özelliğim sadece vücuttan kaybedilecek sıvıları engellemek bakımından değil, dışarıdan vücuduna girecek her türlü bakteri, mantar ve virüs gibi hastalık yapıcı zararlıların girişine de mâni olmakla kendini gösterir. Bazen eline küçük bir diken batınca bile hemen mikrop aldığını ve orada bir iltihap oluştuğunu biliyorsun. Vücudunun geniş bir bölgesinde eksilir veya yaralanırsam, çok daha ağır enfeksiyonlarla karşılaşabilirsin, çünkü benim olmadığım yerden milyonlarca mikroskobik varlık senin içine hücum ederek seni hasta edecektir.



Senin vücudun sıcağa ve soğuğa karşı çok hassas yaratılmıştır. Vücudunun iç sıcaklığı normal olarak 36,7 °C olmalıdır ve dış çevrenin her türlü ısı değişikliklerine karşı değişmemelidir. Eğer soğukta kalır da üşürsen ve dolayısıyla vücut içi sıcaklığın düşerse akciğerlerin, mide ve böbreklerin başta olmak üzere birçok organın hasta olur ve çalışmaları aksamaya başlar, ısı düşmeye devam ederse ölürsün. Aksine çok sıcakta kalır ve iç sıcaklığın yükselirse başta beynin çok hassas olduğundan önce sinir sisteminde arızalar daha sonra da kalb gibi organlarında bozulmalar başlar ve yine ölürsün. Halbuki çöllerden kutuplara kadar her yerde insanlar yaşıyor ve bütün bu insanların vücut içi sıcaklığı 36-37 °C civarında sabit tutulmaya çalışılıyor. İşte bu vücut ısısını dengede tutma ile ilgili sistemin çok önemli bir parçası benim. Asıl kontrol merkezi beyin olsa da, beyin benden giden uyarılara göre düzenleme yapar ve cevabını verirken de ben önemli işler görürüm.

Bu kadar önemli işleri anlatmadan önce sana dışarıdan çok basit gibi görünen yapımdan biraz bahsetmek istiyorum. Aslında hiç de senin tahmin ettiğin gibi etlerini saran bir naylon örtü gibi değilim. Her şeyden önce canlı, esnek, büyüyen, tamir olabilen, beslenen, bir taraftan ölen kısımlarını atarken, yerini taze hücrelerle dolduran ve bütün dünyadan haberdar olan bir organım. Kabaca bir bakışla iki tabaka hâlinde görülürüm. Senin dışardan gördüğün üst deri (epidermis) kısmımın en üstü (stratum corneum) ömrünü tamamlamış ve yapısına keratin (boynuz maddesi) alarak sertleşmiş ölü hücrelerden ibaret olup, bunlar her gün dökülmektedir. Banyo yaparken "kir" olarak dökülen kısımlar bunlardır. Bu kısımlar dökülürken bana yapışmış ve dışardan bulaşmış, seni hasta edebilecek birçok bakteri, mantar gibi parazitlerden de kurtulursun. Üst derinin en dip kısmını döşeyen yüksek bölünme kabiliyetine sahip üreyen hücrelerin (stratum germinativum) teşkil ettiği tabaka hiç durmadan yukarıya doğru yeni hücreler üretir. Başlangıçta silindirik olan bu hücreler yukarıya doğru yükseldikçe kübikleşmeye ve daha sonra da yassılaşmaya başlarlar. Bu arada içlerinde keratin maddesi sentezlendiği için yavaş yavaş sertleşmeye ve hayatiyetlerini de kaybetmeye başlarlar. En üste geldiklerinde tamamen ölmüş olurlar. Bunların bir kısmı dökülmez ve birbiriyle birleşip kaynaşarak nasır ve tırnak gibi yapıları meydana getirerek aşınmaya maruz kalan yerleri korurlar.

Bu tabakamın biyolojik hayatiyeti o kadar fazladır ki, hayret edersin. İnsan ölse bile daha iki-üç gün bu tabakam ölmez ve bölünmeye devam eder, onun için bazen sakal tıraşı olmuş ve tırnaklarını kesmiş hâlde ölmüş birisinin gömülmesi birkaç gün geciktiğinde gömülürken cesede dikkat edersen sakallarının çıktığını ve tırnaklarının uzadığını fark edersin. İşte bu durum, benim germinatif epitel adını verdiğiniz epidermisin taban kısmındaki tabakamın faaliyeti ile ortaya çıkan bir hâdisedir.

Epidermisimin (üst deri) altında daha kalın olan dermis (alt deri) tabakam vardır. Benim canlılığıma, gerginliğime ve rengime vesile olan bu tabakada bulunan çok çeşitli sanat eserleri benim yapımı tamamlamak için yaratılmıştır. Bu tabakamın esası kollagen adı verilen bir proteinden yapılmış sık lifli bağ dokusudur. İnsanlar yaşlandıkça bu tabakam kurumaya ve kollagen proteinlerini kaybetmeye başlar, dolayısıyla lifler azaldıkça benim gerginliğim de azalır ve buruşmaya başlarım. Yaşlanan insanlar benim buruşmamdan hoşlanmazlar ama sizin kaderiniz budur. Aslında çok üzülmeye de gerek yok, çünkü benim buruşuklarımın bile senin yüzüne vereceği ayrı bir ciddiyet, tecrübe sahibi olduğuna ve çile çektiğine dair emareler vardır. Dermis tabakamın içinde dağılmış hâlde kıvrımlı bir ip yumağı şeklindeki ter bezleri, kıl kökleri, kılı besleyen ve parlatan yağ bezleri, bana rengimi veren kromatoforlar (renk maddesi taşıyan hücreler) kıllarımı dikleştirip yatırmaya yarayan kıl dibi kasları, beni beslemeye yarayan kılcal kan damarları ve az önce yukarıda bahsettiğim ısı, basınç ve ağrı duyularını almaya yarayan çeşitli özel alıcı hücreler (receptörler) ve bunların arasına dağılmış serbest sinir uçları bulunur.

Vücudunun farklı kısımlarında belirli duyulara karşı daha hassasım. Duyu alıcılarım çeşitli şekillerde olup, kendilerini ilk defa tespit eden ilim adamlarınızın adlarını takarak isimlendirmişsiniz. Meselâ, Pacini cisimciğim, Meissner cisimciğim, Ruffini ve Krause cisimciklerimin her birinin ayrı uyaran çeşitleri için hassas olduğunu düşünenler olsa da bu durum deneyle ispatlanamamıştır.

Senin ve arkadaşlarının esmer, kumral, sarışın, beyaz veya zenci gibi sıfatlarla tarif edilmenizin başlıca sebebi dermis tabakamın içinde ve hemen epidermise komşu olan bölgede yer alan kromatoforlardır. Yıldız şeklinde kollu uzantılara sahip bu hücreler ışığın şiddetine bağlı olarak çok yavaş hareket ederek kollarını uzatıp kısaltabildikleri gibi içlerinde taşıdıkları renk tanecikleri (melanin granülleri) de hücrenin merkezine yoğunlaşarak veya hücre içine dağılarak hareket ederler ve böylece benim rengimi koyulaştırıp, açıklaştırabilirler. Mevsimlere ve gün uzunluğuna, dolayısıyla güneş ışınlarının şiddetine ve süresine bağlı olarak bu hücrelerin hareketiyle senin rengini yazın koyulaştırır, kışın ise daha açıklaştırırım. Bunun ne hikmeti mi var? Hem de o kadar gâyesi ve hikmeti olan bir fizyolojik mekanizmadır ki, hayret edersin. Hiç dikkat ettin mi? Kuzey Avrupa ve Kuzey Amerika gibi ülkelerdeki insanlar güneyde yaşayanlara göre çok daha açık renkli ve sarışın oluyorlar. Çünkü bu ülkeler daha az sürede ve şiddette güneşe maruz kalıyorlar; gökyüzü çoğu zaman bulutlu ve yağışlı. Halbuki güneş ışığının D vitamini sentezlenmesinde çok önemli bir rolü vardır. Gıdalardan aldığın 7-dehidrocholesterol isimli madde ancak güneş ışığı ile senin vücudunda D vitaminine dönüşür. D vitamini ise başta kemik ve kalsiyum metabolizması için çok önemli olup yağda eriyen bir vitamindir. Güneş ışığı olmazsa D vitamini yapılamaz ve bunun eksikliğine bağlı olarak, başta raşitizm, birçok kemik hastalığı ve iskelet bozuklukları ortaya çıkar. Fakat güneş ışığı da iki tarafı keskin kılıç gibidir. Eksikliği hastalık yaptığı gibi fazlalığı da başta cilt kanserleri ve göz hastalıkları olmak üzere benim üzerimde çok tahribat yapar. Yeryüzünün her tarafını insanlarla dolduran Rabbimiz, elbette ki hem az güneş gören, hem de çok güneş gören yerlerde yaşayan insanların hepsini sonsuz ilmiyle bildiği ve hepsinin güneşten gerektiği kadar istifade edebilmeleri için benim kromatoforlarıma ve içlerinde taşıdıkları melanin, maddesine mükemmel özellikler vermiştir. Az güneşli yerlerde kromatoforlarım az miktarda melanin sentezler ve bunlar hücre içinde yayılarak veya bu hücreler daha derinlere inerek benim rengimi açarlar. Böylece daha fazla güneş ışığı beni geçerek D vitamini için kullanılır. Güneşli yerlerde yaşayanlarda ise yoğun ultraviole ve diğer radyasyonlar sebebiyle benim hücrelerimin her an mutasyon geçirme ve kanserleşme riski çok yüksektir. Onun için güneşli ülkelerde yaşayan kişilerde çok bol melanin maddesi sentezlenir ve kromatoforlar içindeki bu melanin hücrenin merkezinde yoğunlaşarak benim rengimi koyulaştırır. Böylece güneş ışınlarının fazlası melanin pigmentimin hususî yapı ve fonksiyonu sâyesinde emilerek diğer hassas hücrelerimin hasarlanarak kanserleşmesi önlenir. Şimdi anladın mı benim renkli hücrelerimin yaratılışındaki hikmeti?

Vücut içi sıcaklığının artmaması için sıcak havalarda bana gelen kan damarların çok genişler ve bol miktarda kan alırım. Kanın içindeki suyu ter bezlerim vasıtasıyla dışarıya veririm. Bu sıcak ter benim üzerime yayılıp buharlaşırken önemli miktarda ısıyı da alıp havaya geçirir ve böylece vücudunun ısısı yükselmez, sen de bunu hafif bir serinlik olarak hissedersin. Ter bezlerimin faaliyeti sayesinde bir miktar azotlu artıkları da atarak böbreklerine yardımcı olurum. Soğukta ise üşümemen için ter bezlerimin faaliyeti azalır. Bana gelen kan damarları büzülür ve benim kanım azaltılarak, hayatî olan iç organlarının üşümemesi için sıcak kan vücudunun içine yönlendirilir. Benim kıllarımın kasları da kasılarak kıllarımı dikleştirir ve böylece üzerimdeki kıl örtüsü daha kalınlaştırılmış olur. Tıpkı battaniye ile örtünmüş gibi olur. Vücut ısın iyice düşerse benim üzerimdeki alıcılar refleks olarak altımdaki kasları uyarır ve onların titreşmesiyle ısı üretilir. Soğukta tir tir titremek işte bundan dolayıdır! Hanımların kılları daha az olduğu için soğuğa karşı onlara haksızlık yapılmış mı diyorsun? Hayır! Asla böyle bir şey olmaz, çünkü hanımlar yaratılış itibarıyla erkeklerden farklı olarak, benim altımdaki dokular arasına bol miktarda yağ depolarlar. Kadınların bu derialtı yağ dokusu hem onları soğuktan korur, hem de yavruları emzirmeleri için yedek gıda deposu olarak kullanılır, hem de dışarıdan vurma ve çarpmalara karşı kas ve kemikleri erkeklerden daha iyi korunur. Bu yağ tabakası hem ısı tecrid maddesi hem de şok emici olarak vazife görür. Gördüğün gibi hanımlara hiçbir haksızlık yapılmamıştır. Çünkü O, her hak sahibinin hakkını eksiksiz verir.

Benim vücudun bir aynası olduğum düşüncesi bir ölçüde doğru sayılabilir. Gözönünde olmam ve kolayca muayene edilmem sebebiyle çoğu zaman altımda yatan hastalık belirtilerini gösteren ilk organ sayılırım. Bende görülen anormallikler çoğu zaman metabolizma bozukluklarını, kötü huylu hastalıkları veya vücudundaki bezleri ilgilendiren hastalıkları düşündürebilir. Meselâ, karaciğerin herhangi bir zehirli maddeden dolayı yavaş yavaş zehirleniyorsa ellerinin içinde kırmızı lekeler hâlinde kendini gösterir. Ruhî durumun da bana çok tesir eder. Tabiî ki, aksi de olur, yani bana ait özel hastalıklar, diğer iç organlarına tesir edebilir.

Kendimi yenileme ve tamir mekanizmamın çok güçlü olduğunu başta söylemiştim. yanıklar, yaralar ve kesikleri Allah'ın izniyle normal şartlarda kolayca hallederim. Ancak yaralanma benim alt kısmıma inecek kadar derin olduysa ileride hatırlaman için küçük bir iz bırakırım. Bir de şeker (diabet) gibi bazı hastalıklarda maalesef benim yenilenme ve tamir gücüm azalıyor ve yaralarımı çabuk kapatamıyorum. Bu durumda beni çok temiz tutup iltihaplandırmamaya itina göstermelisin.

Hasan! Zaten biraz fazla uzattığım için şimdi sana alerjiler, kaşıntılar, deri döküntüleri ve iltihaplar gibi benim hastalıklarıma ait bir sürü belirtiden söz ederek iştahını kaçırmak istemiyorum. Ama şunu bil ki bir kısmı kalıtsal (genetik), bir kısmı bağışıklık sistemi bozukluğuna bağlı, bazısı bakteriyal, bazısı virütik, kimisi de mantarlara bağlı belki yüz tane hastalığımı sayabilirim. Bunlarla seni vesveseye düşürüp üzmek istemiyorum. Gördüğün gibi insanların çok büyük kısmı her şeye rağmen sağlıklı geziyor. Yaratan (cc) elbette ki korunma mekanizmalarını da vermiş veya sonradan öğretmiştir. Ne kadar hikmetli, sanatlı ve mükemmel bir organ olduğumu gösterip, beni Yaratanı işaret etmek istediğim için sana dermatoloji dersi vermektense Rabbimin rızasına uygun yaşamanı tavsiye etmeyi daha uygun buldum. Zaten onun rızasına uygun yaşarsan, birçok hastalıktan korunur, her şeye rağmen imtihan için hasta olduğunda daha iyi tahammül eder, iyileştiğinde de daha çok şükredersin. Buna rağmen yine de iştahın kaçmayacak ve canın sıkılmayacaksa benim hastalıklarım ile ilgili dermatoloji kitaplarındaki renkli resimlere bakınca, sağlığın için ne kadar büyük bir şükür gerektiğini daha iyi anlarsın.

Senin vücudunun dış dünyaya komşu olan sınır bölgesinin her türlü mesuliyeti benim üzerime yüklenmiştir. Dış dünyadaki her türlü değişikliği, sıcaklık, soğukluk, rutubet, basınç, çeşitli radyasyonlar, her türlü tahriş edici kimyevî ve mekanik tesirleri ben hissederim ve iç organlarının bu değişik çevre şartlarına göre tavır almaları için onları uyarırım. Onun için herkes beni önce bir duyu organı olarak görür ve beş duyunun sonuncusu olarak sayarlar.

Halbuki benim duyu organı olarak iş görmemin dışında o kadar çok başka ve hayatî vazifelerim var ki, hepsini anlatmaya kalksam, bu derginin hacmi yetmez. Sadece estetik açıdan bile baktığında ne kadar güzel olduğum görülür. İstersen bir gün tıp öğrencileriyle birlikte anatomi lâboratuarına gir ve vücudu parçalanmadan yani diğer organ ve sistemleri incelenmeden önce derisi yüzülmüş bir kadavraya bakmaya çalış ve dayanabilirsen dikkat et! İnsan, Allah'ın yarattığı muhteşem bir sanat eseri olmasaydı, belki "iğrenç" ve "tiksindirici" sıfatlarını kullanabilirdim, ama o cesedin her hücresi tek tek Rabbimin eseri olduğu için böyle demiyorum ve sadece "göze hoş gelmeyen bir manzara" tabiriyle nitelendirmem kâfi olur zannederim. Ben olmadığım zaman o muhteşem anatomik mucize olan vücut bütün ihtişâmını kaybederek, ürkütücü ve çirkin bir hâl alıyor. Aylardır sana kendilerini anlatan bütün o organlarının güzelliği ve hikmetleri ancak benim varlığımla bir mânâ kazanabiliyor. Rabbimiz beni bütün vücudunun her bölgesine uygun bir elbise olarak yaratarak seni giydirmiş. Ayak tabanları ve avuç içini kalın bir keratin dış tabaka ile donatarak yürümeni ve çeşitli el âletlerini kullanmanı kolaylaştırmış. Şayet dudak bölgesinde olduğu gibi ince olsaydım, yürürken, herhangi bir âleti bir kaç sefer kullandığında delinir, yara olurdum. Eklemlerinin olduğu kısımlarda hususî kıvrımlarla akordeon veya körük gibi yaparak parmaklarının, el ve ayaklarının rahatça her türlü harekete imkân vermesini temin etmiştir. Baş bölgeni güneşten ve soğuktan korumak için benim içimden bazı hücreleri farklılaştırarak saç hâline getirmiş ve devamlı uzama kabiliyeti de vermiştir. Gözünü korumak için kirpik ve kaş ismini verdiğiniz özel kıllarla hem süslemiş, hem de onların büyümesini sınırlamıştır. Yoksa önünü görebilmek için her gün bir de kaş ve kirpiklerini kesmek zorunda kalacaktın. Burun ve kulak deliklerinin girişlerinde bile hususî kıllarımla toz-toprak ve böcek gibi nesnelerin girmesini engellerim. Sen şimdi belki "bu da önemli bir şey mi? Alt tarafı birkaç tane kıl. Olsa ne olur olmasa ne olur? Hayatî bir ehemmiyeti yok", diyebilirsin. Evet, doğru. Hayatî bir ehemmiyeti yok. Ama hayat sadece "canlı" kalmak değil ki, hayatın bir de insana ait estetik ve güzellik boyutu vardır. Kaşları ve kirpikleri dökülmüş birisine baktığında bu durumu daha iyi anlarsın. Evet! Allah (cc) insanı yaratırken güzel yaratmış ve bu güzelliğini teşkil eden her bir kılı da ayrıca önemli kılmıştır. Çünkü Rabbimiz bir şeyi yaratırken sadece bir yönüyle değil, pek çok yönüyle hikmetli yapar.

"Hayatî ehemmiyeti yok" deyip benim kıllarımı küçük görüp duruyorsun! Halbuki ben bütünüyle çok hayatî ehemmiyeti haiz bir organım! Kaş ve kirpiklerimdeki estetik inceliği ve güzelliği göremedin, ama senin vücudunu pek çok bakımdan koruyan bir organ olduğumu şimdi sana göstereceğim! Normal bir insan vücudunu sararak örtmek için benim genişliğimin 1.80-2 metrekare arasında olması gerekir. En birinci ve hayatî olarak senin vücut sıvılarının dışarıya sızıp kaybolmasını engellerim. Vücut içi sıvılarının yoğunluğu ve mineral tuzlarının miktarı hayatî ehemmiyettedir. Ben olmasaydım sadece böbreklerinle bu sıvıların yoğunluğunu düzenleyemezdin. Onun için derisinin 2/3'lik kısmı derin şekilde yanmış insanlar vücutlarından kaybettikleri sıvılar yüzünden ölürler. Yanık merkezlerinde çok hassas âletlerle kaybedilen vücut sıvıları ayarlanmaya çalışılmasına rağmen umumiyetle büyük yanıklarda başarısız olunmaktadır. Benim koruma özelliğim sadece vücuttan kaybedilecek sıvıları engellemek bakımından değil, dışarıdan vücuduna girecek her türlü bakteri, mantar ve virüs gibi hastalık yapıcı zararlıların girişine de mâni olmakla kendini gösterir. Bazen eline küçük bir diken batınca bile hemen mikrop aldığını ve orada bir iltihap oluştuğunu biliyorsun. Vücudunun geniş bir bölgesinde eksilir veya yaralanırsam, çok daha ağır enfeksiyonlarla karşılaşabilirsin, çünkü benim olmadığım yerden milyonlarca mikroskobik varlık senin içine hücum ederek seni hasta edecektir.

Senin vücudun sıcağa ve soğuğa karşı çok hassas yaratılmıştır. Vücudunun iç sıcaklığı normal olarak 36,7 °C olmalıdır ve dış çevrenin her türlü ısı değişikliklerine karşı değişmemelidir. Eğer soğukta kalır da üşürsen ve dolayısıyla vücut içi sıcaklığın düşerse akciğerlerin, mide ve böbreklerin başta olmak üzere birçok organın hasta olur ve çalışmaları aksamaya başlar, ısı düşmeye devam ederse ölürsün. Aksine çok sıcakta kalır ve iç sıcaklığın yükselirse başta beynin çok hassas olduğundan önce sinir sisteminde arızalar daha sonra da kalb gibi organlarında bozulmalar başlar ve yine ölürsün. Halbuki çöllerden kutuplara kadar her yerde insanlar yaşıyor ve bütün bu insanların vücut içi sıcaklığı 36-37 °C civarında sabit tutulmaya çalışılıyor. İşte bu vücut ısısını dengede tutma ile ilgili sistemin çok önemli bir parçası benim. Asıl kontrol merkezi beyin olsa da, beyin benden giden uyarılara göre düzenleme yapar ve cevabını verirken de ben önemli işler görürüm.

Bu kadar önemli işleri anlatmadan önce sana dışarıdan çok basit gibi görünen yapımdan biraz bahsetmek istiyorum. Aslında hiç de senin tahmin ettiğin gibi etlerini saran bir naylon örtü gibi değilim. Her şeyden önce canlı, esnek, büyüyen, tamir olabilen, beslenen, bir taraftan ölen kısımlarını atarken, yerini taze hücrelerle dolduran ve bütün dünyadan haberdar olan bir organım. Kabaca bir bakışla iki tabaka hâlinde görülürüm. Senin dışardan gördüğün üst deri (epidermis) kısmımın en üstü (stratum corneum) ömrünü tamamlamış ve yapısına keratin (boynuz maddesi) alarak sertleşmiş ölü hücrelerden ibaret olup, bunlar her gün dökülmektedir. Banyo yaparken "kir" olarak dökülen kısımlar bunlardır. Bu kısımlar dökülürken bana yapışmış ve dışardan bulaşmış, seni hasta edebilecek birçok bakteri, mantar gibi parazitlerden de kurtulursun. Üst derinin en dip kısmını döşeyen yüksek bölünme kabiliyetine sahip üreyen hücrelerin (stratum germinativum) teşkil ettiği tabaka hiç durmadan yukarıya doğru yeni hücreler üretir. Başlangıçta silindirik olan bu hücreler yukarıya doğru yükseldikçe kübikleşmeye ve daha sonra da yassılaşmaya başlarlar. Bu arada içlerinde keratin maddesi sentezlendiği için yavaş yavaş sertleşmeye ve hayatiyetlerini de kaybetmeye başlarlar. En üste geldiklerinde tamamen ölmüş olurlar. Bunların bir kısmı dökülmez ve birbiriyle birleşip kaynaşarak nasır ve tırnak gibi yapıları meydana getirerek aşınmaya maruz kalan yerleri korurlar.

Bu tabakamın biyolojik hayatiyeti o kadar fazladır ki, hayret edersin. İnsan ölse bile daha iki-üç gün bu tabakam ölmez ve bölünmeye devam eder, onun için bazen sakal tıraşı olmuş ve tırnaklarını kesmiş hâlde ölmüş birisinin gömülmesi birkaç gün geciktiğinde gömülürken cesede dikkat edersen sakallarının çıktığını ve tırnaklarının uzadığını fark edersin. İşte bu durum, benim germinatif epitel adını verdiğiniz epidermisin taban kısmındaki tabakamın faaliyeti ile ortaya çıkan bir hâdisedir.

Epidermisimin (üst deri) altında daha kalın olan dermis (alt deri) tabakam vardır. Benim canlılığıma, gerginliğime ve rengime vesile olan bu tabakada bulunan çok çeşitli sanat eserleri benim yapımı tamamlamak için yaratılmıştır. Bu tabakamın esası kollagen adı verilen bir proteinden yapılmış sık lifli bağ dokusudur. İnsanlar yaşlandıkça bu tabakam kurumaya ve kollagen proteinlerini kaybetmeye başlar, dolayısıyla lifler azaldıkça benim gerginliğim de azalır ve buruşmaya başlarım. Yaşlanan insanlar benim buruşmamdan hoşlanmazlar ama sizin kaderiniz budur. Aslında çok üzülmeye de gerek yok, çünkü benim buruşuklarımın bile senin yüzüne vereceği ayrı bir ciddiyet, tecrübe sahibi olduğuna ve çile çektiğine dair emareler vardır. Dermis tabakamın içinde dağılmış hâlde kıvrımlı bir ip yumağı şeklindeki ter bezleri, kıl kökleri, kılı besleyen ve parlatan yağ bezleri, bana rengimi veren kromatoforlar (renk maddesi taşıyan hücreler) kıllarımı dikleştirip yatırmaya yarayan kıl dibi kasları, beni beslemeye yarayan kılcal kan damarları ve az önce yukarıda bahsettiğim ısı, basınç ve ağrı duyularını almaya yarayan çeşitli özel alıcı hücreler (receptörler) ve bunların arasına dağılmış serbest sinir uçları bulunur.

Vücudunun farklı kısımlarında belirli duyulara karşı daha hassasım. Duyu alıcılarım çeşitli şekillerde olup, kendilerini ilk defa tespit eden ilim adamlarınızın adlarını takarak isimlendirmişsiniz. Meselâ, Pacini cisimciğim, Meissner cisimciğim, Ruffini ve Krause cisimciklerimin her birinin ayrı uyaran çeşitleri için hassas olduğunu düşünenler olsa da bu durum deneyle ispatlanamamıştır.

Senin ve arkadaşlarının esmer, kumral, sarışın, beyaz veya zenci gibi sıfatlarla tarif edilmenizin başlıca sebebi dermis tabakamın içinde ve hemen epidermise komşu olan bölgede yer alan kromatoforlardır. Yıldız şeklinde kollu uzantılara sahip bu hücreler ışığın şiddetine bağlı olarak çok yavaş hareket ederek kollarını uzatıp kısaltabildikleri gibi içlerinde taşıdıkları renk tanecikleri (melanin granülleri) de hücrenin merkezine yoğunlaşarak veya hücre içine dağılarak hareket ederler ve böylece benim rengimi koyulaştırıp, açıklaştırabilirler. Mevsimlere ve gün uzunluğuna, dolayısıyla güneş ışınlarının şiddetine ve süresine bağlı olarak bu hücrelerin hareketiyle senin rengini yazın koyulaştırır, kışın ise daha açıklaştırırım. Bunun ne hikmeti mi var? Hem de o kadar gâyesi ve hikmeti olan bir fizyolojik mekanizmadır ki, hayret edersin. Hiç dikkat ettin mi? Kuzey Avrupa ve Kuzey Amerika gibi ülkelerdeki insanlar güneyde yaşayanlara göre çok daha açık renkli ve sarışın oluyorlar. Çünkü bu ülkeler daha az sürede ve şiddette güneşe maruz kalıyorlar; gökyüzü çoğu zaman bulutlu ve yağışlı. Halbuki güneş ışığının D vitamini sentezlenmesinde çok önemli bir rolü vardır. Gıdalardan aldığın 7-dehidrocholesterol isimli madde ancak güneş ışığı ile senin vücudunda D vitaminine dönüşür. D vitamini ise başta kemik ve kalsiyum metabolizması için çok önemli olup yağda eriyen bir vitamindir. Güneş ışığı olmazsa D vitamini yapılamaz ve bunun eksikliğine bağlı olarak, başta raşitizm, birçok kemik hastalığı ve iskelet bozuklukları ortaya çıkar. Fakat güneş ışığı da iki tarafı keskin kılıç gibidir. Eksikliği hastalık yaptığı gibi fazlalığı da başta cilt kanserleri ve göz hastalıkları olmak üzere benim üzerimde çok tahribat yapar. Yeryüzünün her tarafını insanlarla dolduran Rabbimiz, elbette ki hem az güneş gören, hem de çok güneş gören yerlerde yaşayan insanların hepsini sonsuz ilmiyle bildiği ve hepsinin güneşten gerektiği kadar istifade edebilmeleri için benim kromatoforlarıma ve içlerinde taşıdıkları melanin, maddesine mükemmel özellikler vermiştir. Az güneşli yerlerde kromatoforlarım az miktarda melanin sentezler ve bunlar hücre içinde yayılarak veya bu hücreler daha derinlere inerek benim rengimi açarlar. Böylece daha fazla güneş ışığı beni geçerek D vitamini için kullanılır. Güneşli yerlerde yaşayanlarda ise yoğun ultraviole ve diğer radyasyonlar sebebiyle benim hücrelerimin her an mutasyon geçirme ve kanserleşme riski çok yüksektir. Onun için güneşli ülkelerde yaşayan kişilerde çok bol melanin maddesi sentezlenir ve kromatoforlar içindeki bu melanin hücrenin merkezinde yoğunlaşarak benim rengimi koyulaştırır. Böylece güneş ışınlarının fazlası melanin pigmentimin hususî yapı ve fonksiyonu sâyesinde emilerek diğer hassas hücrelerimin hasarlanarak kanserleşmesi önlenir. Şimdi anladın mı benim renkli hücrelerimin yaratılışındaki hikmeti?

Vücut içi sıcaklığının artmaması için sıcak havalarda bana gelen kan damarların çok genişler ve bol miktarda kan alırım. Kanın içindeki suyu ter bezlerim vasıtasıyla dışarıya veririm. Bu sıcak ter benim üzerime yayılıp buharlaşırken önemli miktarda ısıyı da alıp havaya geçirir ve böylece vücudunun ısısı yükselmez, sen de bunu hafif bir serinlik olarak hissedersin. Ter bezlerimin faaliyeti sayesinde bir miktar azotlu artıkları da atarak böbreklerine yardımcı olurum. Soğukta ise üşümemen için ter bezlerimin faaliyeti azalır. Bana gelen kan damarları büzülür ve benim kanım azaltılarak, hayatî olan iç organlarının üşümemesi için sıcak kan vücudunun içine yönlendirilir. Benim kıllarımın kasları da kasılarak kıllarımı dikleştirir ve böylece üzerimdeki kıl örtüsü daha kalınlaştırılmış olur. Tıpkı battaniye ile örtünmüş gibi olur. Vücut ısın iyice düşerse benim üzerimdeki alıcılar refleks olarak altımdaki kasları uyarır ve onların titreşmesiyle ısı üretilir. Soğukta tir tir titremek işte bundan dolayıdır! Hanımların kılları daha az olduğu için soğuğa karşı onlara haksızlık yapılmış mı diyorsun? Hayır! Asla böyle bir şey olmaz, çünkü hanımlar yaratılış itibarıyla erkeklerden farklı olarak, benim altımdaki dokular arasına bol miktarda yağ depolarlar. Kadınların bu derialtı yağ dokusu hem onları soğuktan korur, hem de yavruları emzirmeleri için yedek gıda deposu olarak kullanılır, hem de dışarıdan vurma ve çarpmalara karşı kas ve kemikleri erkeklerden daha iyi korunur. Bu yağ tabakası hem ısı tecrid maddesi hem de şok emici olarak vazife görür. Gördüğün gibi hanımlara hiçbir haksızlık yapılmamıştır. Çünkü O, her hak sahibinin hakkını eksiksiz verir.

Benim vücudun bir aynası olduğum düşüncesi bir ölçüde doğru sayılabilir. Gözönünde olmam ve kolayca muayene edilmem sebebiyle çoğu zaman altımda yatan hastalık belirtilerini gösteren ilk organ sayılırım. Bende görülen anormallikler çoğu zaman metabolizma bozukluklarını, kötü huylu hastalıkları veya vücudundaki bezleri ilgilendiren hastalıkları düşündürebilir. Meselâ, karaciğerin herhangi bir zehirli maddeden dolayı yavaş yavaş zehirleniyorsa ellerinin içinde kırmızı lekeler hâlinde kendini gösterir. Ruhî durumun da bana çok tesir eder. Tabiî ki, aksi de olur, yani bana ait özel hastalıklar, diğer iç organlarına tesir edebilir.

Kendimi yenileme ve tamir mekanizmamın çok güçlü olduğunu başta söylemiştim. yanıklar, yaralar ve kesikleri Allah'ın izniyle normal şartlarda kolayca hallederim. Ancak yaralanma benim alt kısmıma inecek kadar derin olduysa ileride hatırlaman için küçük bir iz bırakırım. Bir de şeker (diabet) gibi bazı hastalıklarda maalesef benim yenilenme ve tamir gücüm azalıyor ve yaralarımı çabuk kapatamıyorum. Bu durumda beni çok temiz tutup iltihaplandırmamaya itina göstermelisin.

Hasan! Zaten biraz fazla uzattığım için şimdi sana alerjiler, kaşıntılar, deri döküntüleri ve iltihaplar gibi benim hastalıklarıma ait bir sürü belirtiden söz ederek iştahını kaçırmak istemiyorum. Ama şunu bil ki bir kısmı kalıtsal (genetik), bir kısmı bağışıklık sistemi bozukluğuna bağlı, bazısı bakteriyal, bazısı virütik, kimisi de mantarlara bağlı belki yüz tane hastalığımı sayabilirim. Bunlarla seni vesveseye düşürüp üzmek istemiyorum. Gördüğün gibi insanların çok büyük kısmı her şeye rağmen sağlıklı geziyor. Yaratan (cc) elbette ki korunma mekanizmalarını da vermiş veya sonradan öğretmiştir. Ne kadar hikmetli, sanatlı ve mükemmel bir organ olduğumu gösterip, beni Yaratanı işaret etmek istediğim için sana dermatoloji dersi vermektense Rabbimin rızasına uygun yaşamanı tavsiye etmeyi daha uygun buldum. Zaten onun rızasına uygun yaşarsan, birçok hastalıktan korunur, her şeye rağmen imtihan için hasta olduğunda daha iyi tahammül eder, iyileştiğinde de daha çok şükredersin. Buna rağmen yine de iştahın kaçmayacak ve canın sıkılmayacaksa benim hastalıklarım ile ilgili dermatoloji kitaplarındaki renkli resimlere bakınca, sağlığın için ne kadar büyük bir şükür gerektiğini daha iyi anlarsın.


Allah'ın izniyle devamı gelecek.

Ben Hasan'ın Diliyim

Prof.Dr. Arif SARSILMAZ

Hasan, bugüne kadar hep senin nâmına konuşurdum ve senin isteklerini, sevinçlerini, üzüntülerini, takdir veya nefret hislerini muhataplarına bildirirdim. İçinden geçen hislere, beyninde dolaşan çeşitli fikirlere tercüman olurdum. İzin verirsen bugün kendi kendimi anlatacağım. Zannetme ki diğer kardeş organları kıskandım. Aksine biz birbirimizi kıskanmayıp, güçsüz olanımıza yardım eder ve dayanışma içinde, Rabb'imizin emrettiği şekilde işimizi yaparız. Bizim birbirimize üstünlüğümüz yoktur. Her birimiz kendi vazifelerimize uygun biçim ve hususiyetlere sahip olarak yaratıldığımızdan, bizim birbirimize göre eksiklik veya fazlalığımızdan söz edilemez. Çünkü hiçbirimizde abes birşey göremezsin. Sadece ben de diğer organlardan geri kalmadığımı gösterip, senin şükrânı nimet hisleriyle biraz tefekkür etmeni istedim.
Bazıları beni ağzın içinde, yerinde duramayan kaba bir et parçası gibi görebilirler. Halbuki hiç de öyle basit bir et parçası değilim. Usta hekimler benim rengime bakarak bile bazı hastalıkların teşhisinde bilgi sahibi olabilirler. Meselâ ateşli hastalıklarda beyazlaşmam, tifoda koyu kahverengi olmam, mantar hastalıklarında siyahlaşmam, demir eksikliği, kansızlık ve B grubu vitaminlerinden nikotinik asit eksikliğinde üst yüzeyimin pürüzsüz bir yapı göstermesi çok bilinen belirtilerdir. İlk akla gelen vazifemi sorarsan; herhalde seni ve bütün insan nev'ini hayvanlardan ayırıcı hususiyetiniz olan lisan kabiliyetinizi ortaya çıkaran bir konuşma âleti oluşumu sayabilirim. Tabiî ki bu konuşma kabiliyetinin hepsi bana bağlı bir hâdise değil. Herşeyden önce en büyük otorite olan beyin, birçok organının olduğu gibi benim de koordinatörüm olduğu için konuşma esnasındaki bütün hareketlerimi düzenliyor. Ayrıca, dişlerin, dudakların ve en önemlisi gırtlağındaki ses tellerin ve bu telleri titreştiren hava pompası olan akciğerlerin konuşabilmen için bana yardımcı oluyorlar. Gördüğün gibi sadece konuşabilmen için kaç organ birlikte yardımlaşıyoruz.

İkinci olarak, Allah (cc)'ın verdiği sayısız meyvelerin, lezzetli yiyeceklerin tadını idrak edebilmen için bir kapıcı ve kontrolörlük vazifem vardır. Bu sayede yiyecek zannederek vücuduna almak istediğin herhangi bir bitki veya hayvan ürününün mahiyeti hakkında fikir sahibi oluyorsun. Eğer ben olmasaydım, karnını doyurmak niyetiyle ağzına aldığın birçok zehirli otu yutarak ölebilirdin. Halbuki ben, tadı acı ve lezzeti kötü olan birçok maddenin aynı zamanda zehirli ve zararlı olduğunu daha dokunur dokunmaz anlıyorum ve ağzındakini tükürmen için seni ikaz ediyorum. Tatlı ve lezzetli yiyecekleri yediğinde ise onları sana ihsan eden Kudreti Sonsuz Rabb'imizi hatırlayıp şükretmene vesile oluyorum. Fakat benim bu tat ve lezzete düşkünlüğüm senin için ayrıca bir imtihan vesilesi olduğu için dikkat etmelisin ve iradene sahip olmalısın. Yaratıcı'm benim bu yönümü senin nefsinle irtibatlandırarak ruhî terbiyen ve manevî yükselmen için bir basamak teşkil etmiş. Eğer nefsinin tuzağına düşer de benim lezzet ve tat alma fonksiyonumu kötüye kullanırsan, yani bedenine zarar verecek derecede yer içersen, sonra zararını sen çekersin; ben vazifem gereği herşeyin tadını alırım, ama iradeni ortaya koyarak dayanmak ve nefsine mağlup olmamak senin işin. Baklava diliminden bir tane de yesen, on tane de yesen ben asla dur diyemem, hepsinin tadını alırım, sakın ola bu hususta beni suçlama!

Çok kişinin bilmediği bir vazifem daha vardır. Ağız boşluğundaki hareketim ile negatif basınç meydana gelmesine sebep olurum. Negatif basınç ne işe yarar diye mi soruyorsun? Bilhassa bebeklerin annelerini kolay emebilmeleri için bu basınç şarttır. Bu sayede emme hareketine yardımcı olurum.

Ayrıca herkesin bildiği gibi çiğneme ve yutma hareketlerinde çok önemli fonksiyonlar görürüm. Aldığın gıdaları ağzının içinde çevirir, harç makinesi gibi karıştırır, tükürük bezlerinin salgılarıyla iyice ıslanıp yumuşamalarını temin eder ve onların yutulacak hâle gelmesini sağlarım. Yutma sırasında da bu lokmaları arkaya doğru iterek yutağa gönderirim. Bu işleri yaparken çok dikkatli olmak zorundayım; en küçük bir hatada dişlerin beni ısırabilir ve canın yanabilir.

Bu kadar işi aksatmadan yerine getirebilmem için muhakkak ki Yaratıcı'mın bana ince sanatlı doku ve hücrelerden inşa edilmiş uygun bir yapı ihsan etmesi gerekir. Zaten hiçbir işi boş ve abes olmayan Rabb'im bütün işlere uygun hususiyetlere sahip estetik harikası bir donanım vermiştir. Ana gövdem iç içe geçmiş her doğrultuda uzanan sekizi çift 17 kastan yapılmış olup, aralarında yağ dokusu ve bir miktar salgı bezleri de bulunur. Senin vücudunda en çok şeklini değiştirebilen bir organım. Her tarafa serbest hareket edebilmem için bol sayıdaki güçlü kaslarımın üzeri mukoza adını verdiğiniz örtü epiteli ile kaplıdır. Üst veya sırt kısmımda pürüzlü gibi gördüğünüz çıkıntılar papilla adını alır. Bu papillalar birkaç tip ve şekillerde olup, senin tat almanı sağlayan duyu tomurcukları ve benim devamlı ıslak kalmama yardımcı olan salgı bezleri bu papillalarda yer alırlar. Boyumun ilk üçte birlik kısmı olan kök tarafımda ters V harfi şeklindeki bir sınırdan sonra bu papillalar bulunmaz. Bu kısımda bol miktarda dil bademcikleri olarak bilinen lenf dokusu ve salgı bezleri yer alır. Bu sayede ağzından giren birçok mikrop bu kısımda tutularak zararsız hâle getirilir. Sırt kısmımda yer alan papillalar şekillerine göre isim alırlar. İpliksi (philliform) papillalarımda tat alma tomurcukları bulunmaz. Bunlar sadece gıdaların hareketine yardımcı olacak şekilde pürüzlü bir sürtünme sathı teşkil ederler. Bunların yardımıyla dişlerin tarafından parçalanmış, tükürükle ıslatılmış yemek parçalarını kolay yutulabilecek lokmalar hâline getiririm. İpliksi papillaların arasına dağılmış olan mantarsı papillalar (fungiform) düğüm şeklinde olup sırt kısmımın orta bölgesinde yer alırlar ve tat alma tomurcukları taşırlar. Sayıca en az ve en büyük olanlar ise yukarıda sözünü ettiğim ters V şeklindeki kök kısmımın sınırını teşkil edenlerdir. Aşağı yukarı 13 kadar olan bu büyük papillalara çanaksı papillalar (circumvallat) adı verilir. Bunlar da tat tomurcukları taşırlar. Mantarsı papillalar üzerindeki her tat tomurcuğunda 50-75 kadar alıcı hücrem bulunur ve bunların ömürleri 7-10 gün kadar süren bir hayat periyodunda son bulur. Sıcak ve asitli yiyeceklerle ölenlerin yerine yenileri yaratılarak tat alma sinirimin dallarına tekrar bağlanırlar. Tat alıcılarının herhangi bir maddenin tadını alabilmesi için o madde suda eriyerek çözünmüş olmalıdır. Onun için ağzına aldığın kuru bir şeyin tadını hemen hissedemem. Ancak ıslanıp bir miktar eridikten sonra bir kimya lâboratuarından çok daha hassas bazı tahlillerin çok kısa zamanda yapıldığı tat alıcı hücrelerim bu kimyevî uyartıyı elektrik akımına çevirerek senin beynine iletir. Bu elektrik uyartısı beyinde tat duyusunun idrak edilmesini sağlar.

Çok çeşitli tatlar olduğu hâlde esas olarak dört ana tat grubu vardır. Tatlıya hassas olan alıcılar benim ucumda toplanmışlardır. Tuzluya hassas olanlar ise üst kısmımda geniş bir alanda düzenli dağılım gösterirler. Acıya hassas olanlar arka kısmımda, ekşiye hassas olanlar ise kenar bölgelerimde dağılmışlardır.



Uç kısmımdan ağız tabanına kadar olan alt kısmımı kaplayan mukosa, papillaları olmayan pürüzsüz bir tabakadır. Çok sayıda kan damarı beni beslemek için bu dip kısımdan içime giriş yaptığı için alt kısmım morumsu renktedir. Bu arada sizlerin bazen kullandığınız bir tabir olan "dilin kemiği yoktur" sözünün de aslında yanlış olduğunu belirteyim. Benim de bir kemiğim var, ama ön kısmımda olmadığından hareketime engel olmuyor ve senin aklına ne gelirse ben de söylüyorum. Halbuki ben kök kısmımdaki kaslar ve bağ dokusu ile kendime ait olan çatal şeklinde bir kemiğe (os hyoideus) sağlam bir şekilde bağlıyım. Bu kemik vasıtasıyla da alt çenene bağlanırım.

Her organın hastalığı olduğu gibi benim de kendime göre hastalıklarım vardır. Aslında bunların çoğu diğer organların hastalığı veya genel bir metabolik hastalık olduğu hâlde benim de görüntümü bozuyorlar. Meselâ; en sık başıma gelenlerden birisi aftlardır. Bazen stres, uykusuzluk ve vitamin eksikliğinden olan tipleri olduğu gibi, emilim bozukluğuna bağlı ve Behçet hastalığının belirtisi olarak çıkan aftlar da vardır. Bu yaraların bazısı haftalarca sürebilir ve çok ağrılı olabilir. Bu durumda konuşmanda ve yemek yemende acıdan dolayı çok sıkıntı çekersin. Frengi ve herpes gibi hastalıklar da benim üzerimde yaralarla kendini gösterir. Çok sigara içenlerde ve çok sıcak yiyip içenlerde kanser de olabilirim. Mongolizmde veya lenf damarlarımın tıkanması, glikojenoz ve amyloidoz gibi bazı metabolizma bozukluğuna bağlı hastalıklarda kas kitlemde aşırı bir artış ve büyüme olabilir, bu durum kas dokumun içinde glikojen ve amyloid birikmesine bağlıdır.

Sevgili Hasan, şimdiye kadar, konuşamayan organlarının herbiri kendi lisanlarıyla kendilerini anlattılar, ben zaten hep konuşuyorum, fakat bugüne kadar hep senin duygu ve düşüncelerine tercüman olmuştum. İyi veya kötü ne söylediysem bütün vebali sana ait, çünkü bu hususta ben senin cüz'i iradene bağlıyım. Bugün ise kendi lisanımla Yaratıcı'mın nâmına konuştum. Geleneğinizde "Eline, beline, diline sahip ol" diye çok güzel bir tabir var: Bu veciz ifadeden de anladığın gibi ben kendime sahip olamam, bana ancak sen sahip olabilirsin. Benim sadece bir kas, epitel ve sinir kitlesi olmadığımı, icabında seni batıracak veya yüceltecek türlü oyunlara âlet olabileceğimi sakın unutma. Bundan böyle elma yerken onu çiğnemeden hemen yutma, yavaş yavaş çiğneyip ben onun tadını alıncaya kadar bekle, böylece nimetin şükrünü edâ için fırsatın olur. Hem o elmayı veren, hem de onun tadını alabilmen için beni yaratan Rabb'ime karşı olan kulluğunun derinlik ufkunu artıracak bir kapıyı açmış olursun.

Ben Hasan'ın İskeletiyim
Prof.Dr. Arif SARSILMAZ

Sevgili Hasan! Bugüne kadar senin vücudunda iş gören birçok arkadaşım konuşarak kendini anlattı. Her birinin farklı ve hususi işler görmekte olduğunu öğrendin. Fakat o organ arkadaşlarıma nerede oturduklarını veya nereye tutunduklarını sormak hiç aklına gelmedi. Hiçbir şey boşlukta duramayacağına göre, bütün doku ve organların yerleşip tutunabildiği bir zemin gerekmez mi? Bir ev yaptığınızda içine bir sürü eşya koyuyor, birçok perde, lâmba, kapı, pencere takıyorsunuz. Bunları taktığınız ve yerleştirdiğiniz asıl binanın; içi boş, duvarları örülmemiş, sadece çimento ve demirden ibaret kolon, kiriş ve hasır beton ile katları bölünmüş haline iskelet dendiğini herhalde duymuşsundur. Binanın temelden çatısına kadar bu demir ve çimentodan yapılmış (kolon-kiriş) iskeleti olmasaydı, hiçbir eşya veya ilâve kısmı bir yere oturtup sabitleyemezdiniz. Aynen bu misal gibi, senin gözüne ve beynine gizlenmeleri için sığınak vazifesi gören, kalb, böbrek, akciğer, mide ve bağırsaklara rahatça oturup çalışmaları için yer hazırlayan ve onları çeşitli askılarla asıp, ezilmemelerini temin eden çok önemli bir sistemim.
Ben diğer organ ve sistemlerin aksine daha sade bir yapı gösteririm; kemik, kıkırdak ve bağ dokusunun uygun terkib ve intizam içinde bir araya getirilmesinden yapılmışım. Fakat bu demek değildir ki, sanatlı ve mucizevi değilim. Aksine benim elemanlarım olan her kemiğin şekil ve yapı özellikleri, çok mükemmel bir biçimde dizayn edilmiş olduğumu gösterir. Benim dışımdaki diğer bütün organların; çok zarif, hassas ve kolay zarar görebilecek kadar yumuşak dokulardan yapılmıştır. Vurmalara, çarpmalara, kurumalara ve ısıya karşı dayanıksız olan beyin ve duyu merkezlerini koruma vazifesi bana verildiği gibi, senin yeryüzünde rahatça gezebilmen için, bacaklarının; her türlü işi yapabilmen için de el ve kollarının harekete uygun manivela tertibatının inşa vazifesi de, benim sistemime dahil kemiklere verilmiştir.

Senin vücudunda iş gören kemik elemanlarımın sayısı aslında 217 olmakla beraber; kalça, sağrı ve kuyruk sokumu bölgemdeki kemiklerimin parçaları kendi aralarında birleşip kaynaşarak daha kuvvetli bir yapı kurduklarından, sayı biraz azalır ve anatomistleriniz bu sayıyı 206 olarak kabul ederler. Bunların 22 si kafatasıma, 33 tanesi omurgama, 24 tanesi kaburgalarıma, 64 tanesi el-kol ve omuz kemerime, 66 tanesi ayak-bacak ve kalça kemerime aittir. Ayrıca altı adet küçük kulak kemikçiklerim, bir tane göğüs kemiğim, bir adet de dil kökü kemiğim eklendiğinde kemik sayım 217 olur. Bu kadar çok sayıda kemik kendi aralarında o kadar mükemmel bir sistem kurmuşlardır ki, insan hayranlıktan küçük dilini yutacak gibi olur. Her bir kemik parçam, yapacağı işe ve bulunduğu yere uygun hususî bir biçime ve vasıflara sahip olarak yaratılmıştır. Beynini koruyan parçalarım yassı, kol ve bacaklarındakiler silindirik ve uzun; bileklerindekiler yuvarlak; kalça ve küreklerim çok geniş ve büyük parçalardan yapılmıştır. Kemik parçalarımın üzerinde kaslarının bağlanması için uygun satıhlar, girinti ve çıkıntılar hazırlanmıştır. Her bir kemiğimin ne kadar ağırlığa, esnemeye, burulmaya ve basınca dayanabileceği bellidir. Bir çok biyomühendis kemiklerimin bulunduğu yere ve yapacağı işe göre en uygun biçimde yaratılmış oluşuna bakarak, teknolojik olarak tatbik edebilecekleri modeller üretmeye çalışıyorlar. Senin de bildiğin gibi inşaat ve köprü gibi mühendislik sahalarında çalışan mühendisler, malzeme ve dayanıklılık hesaplarında çok hassas olmak mecburiyetindedirler. Basınca maruz kalacak bir yere ayrı malzeme, çekmeye veya gerilmeye, hattâ burulmaya maruz kalabilecek yerlere de ayrı özellikte malzeme kullanılması gerekir. Eğer bu hesaplar iyi yapılmazsa, yapacağınız inşaat veya köprü çok kolay çöker. Ayrıca malzeme israfı olur; belki sağlam bir şey yaparsınız ama ağır ve hantal olur ve çok pahalıya çıkar. Bazen de iyi malzeme kullanırsınız, fakat malzemeyi yerinde kullanmadığınızdan boşa gider ve emeğiniz yine zayi olur. Halbuki Yaratıcım beni yaparken o kadar hassas ve dengeli yaratmış ki, bir tek kemiğimde yanlış bir çizgi, fazla veya eksik bir malzeme bulamazsın. Bunu ancak beni yapan Kudreti Sonsuz'un nihayetsiz ilmi ile izah edebilirsin. Senin hayatın boyunca koşarken, yatarken, zıplarken, ağır bir yük kaldırırken, başını bir yere vurarken, çeşitli sporlar yaparken, yazı yazarken, yemek yerken daha sayamayacağım yüzlerce işi en iyi şekilde nasıl yapabileceğini bilen Rabbim, benim her kemik parçamı ve bu parçalarımı birbirine bağlayan eklemlerimi en uygun biçim ve mekanizmada yaratmış. Bunun için farklı sertliklerde ve dayanıklılıkta malzeme kullanmıştır. Bunların başında kemik gelir. Kemiklerimin de hepsi aynı değildir. Kompakt kemik (yoğun veya sıkı kemik) en sert olan kısımlarımı teşkil eder. Meselâ uyluk, kaval ve baldır kemiklerimin uzun gövdeleri bu kemikten yapılmış olup çok serttir. Aynı kemiklerin eklem yapan uç kısımları ile yassı kemiklerimin içi ise, süngerimsi kemik denilen içi sünger gibi boşluklar bulunduran kısımlar daha yumuşaktır. İkinci bir malzeme olarak, hem eklem yüzeylerimin aşınmasını engellemek, hem de omurgamda görüleceği gibi, basıncı emerek omurlar arasından geçen sinirlerimin ezilmesini engellemek için, kemik uçlarına ve eklem yataklarına yerleştirilen kıkırdak bana çok mükemmel bir esneklik ve estetik temin eder. Rabbim'in kıkırdağa verdiği hususiyetler sayesinde kemiğin sertliğine bağlı olarak kolay kırılması engellenir, hareketlerdeki sertlikler giderilir. Eğer eklemlerdeki kıkırdaklar olmasaydı, hem kemik yüzeyler daha kolay aşınacak, hem de bana tesir çeşitli dış kuvvetlere karşı yapacağım hareketler, tıpkı robotların hareketi gibi mekanik ve sert olacaktı. Üçüncü olarak kullanılan malzeme ise bağ dokusu ve bu dokunun temel harcı olan kollagen proteininden yapılmış liflerdir. Bu bağ dokusu lifleri kemiklerimi ve kıkırdaklarımı bir arada tutan çok sağlam iplerdir. Bütün eklemlerim, kasları kemiklerime bağlayan tendonlar, çeşitli uzunluk, kalınlık ve özellikteki bağ dokusu liflerince bağlanıp sağlamlaştırılır. Kollagen proteininden yapılmış lifler, kemiğimin ve kıkırdağımın zemin malzemesi olarak da kullanılır. Kemik ve kıkırdak dokularının hücrelerinin ve yapıştırıcı çimento maddesinin arasında bulunan lifler, bu dokulara sağlamlık ve dayanıklılık verir. Kemiklerimdeki liflerin dağılımı, üzerime gelen basıncın yönüne ve büyüklüğüne göre belirlenir. Meselâ uyluk kemiğimin kalça kemiğine eklem yapan baş kısmındaki liflerin dağılımı ve deseninin ne kadar mükemmel bir hesap gerektirdiğini bu hususta çizilmiş bir şekli inceleyince anlarsın.



Eklemlerimin hepsi aynı derecede oynak değildir. Meselâ beynini ve duyu merkezlerini koruyan kafatası kemiklerimin arasındaki eklemler, testere dişleri gibi tırtıklı olup, birbirine tam olarak girmiş vaziyette, çok sağlam, oynamaz eklemler teşkil etmiştir. Tabiî ki, kafatasıma bu sağlamlığı veren ancak senin beyninin, gözünün ve kulağının hassaslığını bilen Yüce Yaratıcı'mızdan başkası olamaz. Zira kafatasım sadece beynini koruyan kemik bir kapsül şeklinde olmayıp, uygun yerlerinde kan damarlarının geçmesi için küçük kanallar, duyu organlarının yerleşmesi için oyuklar, omuriliğin beyne girmesi için büyük bir delik bırakılmıştır. Bütün bunlar tesadüfen olabilir mi? Omurlar arası eklemlerim ise, kafatasıma göre daha oynak, ama parmaklarına göre daha sınırlı hareket kabiliyetine sahiptir. Böylece vücudunu dik tuttuğum gibi, oturup kalkman, eğilip doğrulman ve yatman için de hareketine imkân veririm. Kol ve bacak eklemlerim de çok serbest ve her türlü harekete imkân verecek şekilde yaratılmıştır. Hele el eklemlerimin muhteşemliği!! Bütün buluş, keşif ve teknolojilerinizin arka plânında benim el eklemlerimin yaratılışındaki ustalık yatıyor, desem herhalde yalan olmaz. Kullandığınız bütün âlet, eşya ve cihazlar; sanat eserleri; yazı, kitap.. aklına ne gelirse, benim eklemlerimdeki hareket kabiliyeti ile kuvveden fiile çıkmaktadır. Eğer parmaklarındaki bu müthiş hareket kabiliyetli olmasaydı, zihninizdeki bir çok düşünce kendine tatbik sahası bulamayabilirdi.

Vücudundaki iskelete ait bütün hareketli kısımları oynatan kaslar için muhakkak benim kemiklerime bağlanıp destek almak mecburiyetindedir. Kaslarının bir ucu bir kemiğimde sabit olarak tutunurken, diğer ucu ile de eklem vasıtasıyla bağlı olduğu komşu kemiği çekerek hareket ettirir ve böylece iş yaparsın; adım atar, elini sallarsın.

Benim kendimi yenileme kabiliyetim deri kadar olmasa da yine de çok iyidir. Kırılan herhangi bir kemiğimin uçlarını sabit olarak karşı karşıya getirip bağlarsanız, osteoblast adı verilen kemik hücrelerim hızla bölünerek yeni kemik hücreleri üretmeye başlar ve kırık yerini doldururum. Kemik hücrelerimin arasına kalsiyum tuzları alarak sertleştirir ve tekrar sağlam bir hâle dönüşürüm. Sen daha ana rahminde yeni yeni geliştirilip büyütülürken, kemiklerimin gelişmesi için bol miktarda kalsiyuma ihtiyaç vardır. Annen; süt ürünleri, balık ve yeşil sebzelerle iyi beslenirse kalsiyum eksikliği görülmez. Zaten anneler kâfi miktar kalsiyum almasa da, karnındaki yavrusunda yine de kalsiyum eksikliği görülmez. Merhameti Sonsuz Rabbimiz masum yavrunun kalsiyum ihtiyacını annesinin kemiklerinden ve dişlerinden kalsiyum çekip yavruya vererek, ihtiyacını karşılar ve onun iskeletinin iyi gelişmesi temin edilir. Anne nasıl olsa kendini doyurabilecek iradeye sahiptir; yavru ise âciz olduğundan annesinden alınan kalsiyumla ihtiyacı giderilir. Doğumdan sonra ise artık gıdalarla iyi bir şekilde kalsiyum ve D vitamini almalı, ayrıca güneş ışığı da görmelidir. En büyük ihtiyacım kalsiyum tuzları ile D vitaminidir, bu vitamin ise ancak güneş ışının tesiriyle sağlıklı kemik sentezine katkıda bulunabilmektedir. Onun için özellikle küçük yaşlarda bana çok dikkat etmelisin. Bu saydığım tuz ve vitaminleri almazsan kemiklerim iyi gelişmez ve bu durum iskelet bozuklukları olarak kendini gösterir.

Kemiklerimin içindeki ilik adını verdiğiniz boşlukların da çok önemli vazifeleri vardır. Kemiklerimin içi tam olarak kemik dokusuyla dolu olsaydı, ağırlığım çok fazla olurdu ve yerinden kalkamazdın; hem de içi dolu kemikler daha sağlam olmazdı. Yapılan statik hesaplara göre içi tam dolu bir demir çubuk, içi boş bir demir borudan daha dayanıksızdır ve kolayca bükülür. Uzun ve yuvarlak kemiklerim de bu prensip dahilinde dizayn edilmiş olduğundan, bükülmeye karşı daha dirençlidirler. Kemik iliklerimin önemli bir vazifesi de; kanındaki çok önemli vazifeleri olan kırmızı kan küreciklerinin üretim yeri oluşlarıdır. Gençliğinde bütün kemiklerimin iliği kırmızı renkte olup kan hücreleri üretirken, ergenlik döneminden sonra yavaş yavaş uzun kemiklerimin iliği artık sarı kemik iliğine dönüşüp yağlanmaya ve alyuvar üretmemeye başlar. Yassı kemiklerimin süngerimsi yapıdaki kırmızı kemik ilikleri ise, bütün hayatın boyunca kırmızı kalır ve kan hücresi üretirler.

Kemiklerimin şekli, büyüklüğü ve birbirlerine olan nispetleri senin vücudunun tipini ve mevzuniyetini belirler. Esas olarak anne ve babandan aldığın genetik özelliklere bağlı olarak gelişsem de, taşımak mecburiyetinde kaldığım yüklerin, maruz kaldığım darbelerin benim gelişmeme çok tesiri vardır. Erken yaşlarda henüz daha yeni yeni kemikleşirken ağır yüklere maruz kalırsam, kırılmamak için kemiklerimin boyu uzamaz ve çabuk kemikleşmeye geçerim, böylece boyun, kol ve bacakların kısa ve küt kalır. Basketbol, voleybol gibi sporlarda ise, kemiklerimin uzaması uyarılır. Kemikleşme dediğimiz hâdise mineral tuzları ve D vitamini ile birlikte paratiroid bezinin hormonu ile de alâkalıdır. Uzun kemiklerin uç kısımlarındaki epifiz adı verilen kemikleşme bölgelerindeki bölünme faaliyetleri ile yeni üretilen kemik hücreleri kemiklere ilâve olarak onların uzamalarını sağlar. Bu kemikleşme bantları ergenlik çağından sonra faaliyetini durdurarak uzamayı bitirir. Kız çocuklarında bu durum daha erken 18-19 yaşlarında son bulurken, erkek çocuklarında 21-22 yaşlarına kadar devam eder ve onun için erkeklerin boyları ortalama olarak daha uzun olur.

Sen dünyaya ilk geldiğinde benim bütün elemanlarım kıkırdaktı, dolayısıyla çok yumuşak ve esnekti. Her şeyi bilen ve görüp gözeten Rabbim, doğumda hem sen, hem de anneciğin zarar görmemesi için böyle hikmetli bir tedbir almış. Eğer doğumdan önce kemikleşseydim, doğum esnasında zavallı anneciğin ölebilir, senin de birçok yerin kırılabilirdi. Halbuki plâstik özelliği yüksek olan kıkırdak elemanlar sayesinde doğumda sakat kalma ve ölme riski çok azalır. Daha sonra zaman içinde kıkırdak elemanlar yerini kemik hücrelerine bıraktı ve kalsiyum tuzlarını da biriktirerek sertleştim ve kemikleştim. Sadece eklem yüzeylerinde ve kaburga uçlarında kıkırdak parçalar kaldı.

Sevgili Hasan! Sıra, belki de neşeni kaçıracak bir soruya geldi: Hiç eski bir mezarın açılışında bulundun mu? Bazen mezarlıkta yer kalmayınca, çok yakın akrabalardan birinin mezarı açılarak yeni ölmüş kişiyi onun yanına gömerler. İşte böyle bir mezar açıldığında, cesedin (benim dışımda) bütün kısımlarının toprak olduğunu görürsün. Sadece kafatasımın ve bazı diğer kemik elemanlarımın çürümeden kaldığını görürsün. Çok uzun süre sonra bu kemiklerim de çürüyecektir, ama diğer dokulara göre çok geç çürüdükleri için mezar kazılarında genellikle bazı kemik elemanlarım bulunur. Geçmişte henüz Kur'ân nâzil olurken, beni yaratan Rabbime ve haşir gününe inanmayanların bazısı eline aldığı bir kemiği gösterip "Şu çürümüş kemikleri kim diriltecek " demişti (Yasin, 78). Hemen arkasından gelen âyet ise cevabını veriyordu: "De ki: Onları ilk defa yaratan diriltecek. O, her yaratmayı bilir" (Yasin 79). Daha başka birçok yerde, gerek ilk yaratma ile ilgili gerekse haşirle ilgili olsun, âyetlerde, hep çürümüş veya kuru kemikler geçmektedir. Demek ki, Rabbim vücudunun kemiklerine dikkat çekmek istiyor! Belki de şöyle diyor veya ben bu şekilde anlıyorum: "Ey Hasan! Kemiklerini, eklemlerini ve bütün iskelet sistemini çok mükemmel yarattım! Hayatını rahat bir şekilde sürdürebilmen için her türlü tedbiri aldım; en ince detaylarına kadar hassas bir şekilde seni eksiksiz yarattım! Bu kadar mükemmel yaratırken bir yerden model mi aldım, yoksa başka birinin plânlarını mı uyguladım? Hayır!... O halde, sonsuz ilmim ve kudretimle, seni başta nasıl hiç yoktan yarattıysam, öldükten sonra da tekrar diriltmeye gücüm yeter!"

İşte böyle Hasan! Ben böyle anlıyorum; Yaratıcımın sana ve bütün insanlara hitab eden mukaddes kitabının mesajını. Anlama ve idrak etme kabiliyetin benimkinden daha mükemmel yaratılmış. Onun için yürürken veya herhangi bir iş yaparken, uzuvlarındaki mükemmel kemik parçalarımı daima düşün ve tefekkür et! Böyle bir tefekkürün, sana yeni ufuklar açacağına inanıyor, bunu temenni ediyorum.

Ben Hasan'ın Sinir Sistemiyim

Prof.Dr. Arif SARSILMAZ

Sevgili Hasan!..
Vücudunda şimdiye kadar kendini anlatan organ ve sistemlerin en mükemmeli ve hepsinin arasında irtibat kuran bütünleyici bir sistemim. Damarlar nasıl vücudunun her yerine gıda ve oksijen taşımak üzere -toplu iğne ucu kadar boş yer bırakmamak kaydıyla- yayılmışsa, ben de senin vücudunda olup biten her şeyden haberdâr olmak üzere, bir ağ gibi vücudunun her yerini sarmış durumdayım. Koluna bir böcek bile konsa hemen fark ediyorsun. Bir damla teri sana hissettiren benim. İç organlarındaki herhangi bir rahatsızlığı uygun dozda bir sancı ile hemen haber veriyorum. Haber vermekle kalmayıp, çare araman için seni uyarıyorum.

Kendimi anlatmakta çok zorlanacağımı itiraf edeyim. Sinir sistemi denildiğinde, neuron adı verilen hücrelerden yapılmış bir hücre yığını akla gelir. Fakat bu öyle bir hücre yığınıdır ki, yaratılmış olan en kompleks nesneden söz ettiğimiz asla unutulmamalıdır. Çok mühim olan ana merkezler; -birbirine yakın olarak- çok büyük bir kitle hâlinde kafatası içine yerleştirilmiş, sistemimin uzantıları ve talî merkezler ise, vücudunun değişik bölgelerine yayılmış vaziyettedir. Zamanını almayacağımı bilsem, her ay bir bölgem ve ayrı bir sinir dalım kendini anlatır, ne kadar mükemmel, akıl almaz işler yaptıklarını ortaya koyarlardı. Fakat sizi fazla sıkmamak için meseleyi hulâsa etmeye çalışacağım. Buna rağmen yine de uzatıp, konuyu dağıtırsam lütfen kusuruma bakmayınız. Zira Allah'ın yarattığı en mükemmel organdan bahsedilirken ister istemez bazı sıkıntılar olacak.




Daha iyi anlaşılabilmem için bütün kısımlarımı tek tek konuşturma yerine, onlar adına; "beyin" olarak ben konuşacağım. Sistemi; daha iyi kavrayabilmeniz için ikiye ayırmamızda fayda vardır. Bunlardan birincisi benim de başkan olarak içinde bulunduğum, talamus, hipotalamus, beyincik, omurilik soğanı ve omurilik olarak kabaca kısımlara ayırabileceğimiz Merkezî Sinir Sistemi, diğeri ise, bu merkezlerden çıkan ve tıpkı fiber optik telefon kabloları gibi bütün vücuda yayılan Çevre Sinir Sistemi'dir. Büyük beyin denilen ve iki büyük yarım küre halinde olan benim dışımdaki, diğer daha küçük kısımlara beyin sapı da denilir. Bütün sistemlerde merkez daha önemli olduğu gibi, senin vücudunda da esas merkez olan ve kafatasının içinde korunan asıl beyin yarım küreleri ile beyin sapına ait kısımlar (beyincik, omurilik soğanı, talamus ve hipotalamus) çok önemlidir. İkinci olarak gelen omurilik de merkezden kabul edilir, fakat kafatası içinde değil de, omurların dizilerek teşkil ettiği kanalın içine yerleştirilmiştir. Omurilik yaralanmalarında merkeze olan yakınlığa bağlı olarak hayatî ehemmiyet artar.


Merkezi sinir sistemi Çevresel sinir sistemi

Merkezden çevreye dağılan sinirlerden müteşekkil kısımlarda meydana gelen yaralanmalarda, ilgili organda felç veya fonksiyon bozukluğu meydana gelse de hayatını tehdit etmez.

Sevgili Hasan! Şimdi sana aklını durduracak bazı rakamlar vereceğim. Aklının durması, benim yetersizliğimi ortaya koyacak ama, Rabbimin sonsuz kudreti karşısında bunun ne önemi var ki..?

Hatırlarsan dolaşım sistemin ve kalbin kendilerini anlatırlarken gururlanır gibi olmuşlardı. Damarların, uzunluklarını 120.000 km (dünyanın çevresini üç sefer dolaşacak uzunlukta) olarak açıklarken bayağı kasılmışlardı. Halbuki benim sinirlerimin uzunluğu takriben 768.000 km'dir ve bu mesafe Dünya'dan Ay'a gidiş geliş uzunluğudur. Bu uzunluğun yaklaşık 400.000 km'si çevreye dağılan sinirlere, 368.000 km'si ise; sadece merkezi sinir sistemine ait olan sinir uzunluğunun toplamıdır. Aynı anda bir hücremden geçen bilgi miktarı 200.000'e yakındır. Bu demektir ki, vücudunun her yanından her an binlerce bilgi, milyonlarca hücremin içinden geçerek merkezden çevreye ve çevreden merkeze akmaktadır. Sahip olduğum hücre sayısı yaklaşık 30 milyardır. Bu hücrelerin 10 milyarı kabuk bölgemde, yaklaşık 10 milyarı beyinciğin kabuk bölgesinde, geriye kalanlar ise diğer kısımlarım ile sinirlerimin yapısını meydana getirmiştir. Kıyas için söyleyeyim. Bir sineğin beyninde 100 bin, bir farenin beyninde ise 10 milyon hücre bulunur. Bu 30 milyar hücremin birbirleriyle bilgi alışverişi için yaptığı bağlantı ve temas noktalarının (synaps) toplam adedi 100 trilyondur. Bütün bağlantıların haberleşmek için birbirleriyle oluşturabilecekleri kombinasyon sayısı ise, kâinattaki atomların sayısından daha fazladır. Bir zihnî sürecin ilk başlangıcında aktifleşen hücre sayısı 10 milyon ile 100 milyon arasında olup, faaliyetin derinliğine ve ağırlığına göre bu rakam müthiş boyutlara ulaşabilmektedir. Sağ ve sol yarım kürelerim arasında saniyede 4 milyar uyarı mübadelesi yapılır. Sen henüz birkaç haftalık embriyon halindeyken benim % 92'm sudan ibarettir. Doğduğunda, su nispetim % 90 olur. Tam geliştiğinde ise; su nispetim ortalama % 77 civarında kalır. Hasan düşünebiliyor musun, % 77'si su, geri kalanı da çeşitli elementlerden ibaret bir madde yığınını... Kudreti Sonsuz Rabbim beni açık bir mucize olarak dünyanın en şerefli mahluku olan senin başına yerleştiriyor ve benimle medeniyetler kuruyorsun; icad ve keşifler yapıyorsun. Hepsinden mühimi aracılığımla tefekkür edip, Rabbini buluyorsun. Kâinatın mânâsını benimle anlaman sözkonusu... göz, kulak, burun, dil ve deri gibi çeşitli duyu organlarının sahip olduğu ve donatılmış bulunduğu bütün alıcı hücrelerin gönderdiği çeşitli dalga boyları halindeki elektrik uyarılarını; görüntü, ses, koku ve tat halinde sana idrâk ettiren benim. Şu satırları yönlendirmemle yazıyorsun. Yaptığın her türlü işin değerlendirmesi benden geçiyor. Birçoğunun farkında bile değilsin. Yürürken, yemek yerken, konuşurken, uyurken vücudunun her noktasından bana gelen malumatlar değerlendirilip uygun cevaplar veriliyor. Sevgili Hasan! Bir tek hücremin bir tek atomu bile kendi kendine bulunduğu yere yerleşebilir mi?

Rabbim beni o kadar muhteşem yaratmış ki, henüz sırlarımın çok azını biliyorsun. Az önce yukarıda saydığım kısımlarımın herbirinin ayrı ve çok geniş muhtevalı hayatî fonksiyonları vardır. Onlar adına ben sana kısaca yaptıkları işleri sayayım: Beyincik (cerebellum) dengenin ve kas hareketlerinin ahenkli bir şekilde şaşırmadan yapılmasının düzenlendiği merkezdir. Bu kısmımda şuurlu bir idrak olmadığı gibi, burasının fonksiyonlarını iradî olarak değiştirmek de mümkün değildir. Orta beyin kısmımı omuriliğe bağlayan piramit şeklindeki omurilik soğanı (medulla oblongata) ve varol köprüsünün (pons) teşkil ettiği beyin sapının diğer ucu, omurilik halinde kafatasının arkasındaki delikten dışarı çıkarak omurganın içine girer. Burada kalb atış hızını, soluk alışverişini ve sindirim süreçleri gibi otonom sinir faaliyetlerini ayarlayan çok sayıda merkez vardır. Reflekslerin denetlenmesi, vücudun iç ortamının düzenlenmesi, ayrıca beyincikle beraber hareketlerin kontrolü, iç organlardan gelen duyulara ait uyarıları tertibe koymak ve talamus ile birlikte heyecan ve uyku gibi fonksiyonların denetlenmesi de burada yapılır.

Talamus; omurilik soğanı ile beyin yarımküreleri arasında, demiryollarındaki makas veya röle istasyonlarının fonksiyonunu yapar. Bu bölgem, koku dışındaki bütün duyu alıcılarından gelen uyarıları toplar ve bu duyularla ilgili bilgileri şuur seviyesine aksettirmek için üst taraftaki kabuk (cortex) bölgesine gönderir; ağrı, dokunma, sesleri ayırt etme gibi duyumların şuurlu olarak değerlendirilmesinde de rolü vardır. Ayrıca, şuurluluk ve uyanıklık durumları ile uyku ve dikkatin düzenlenmesinde, duyuların idraki sırasında ortaya çıkan hissî değişikliklerde rol oynadığı da düşünülmektedir. Talamus'un altında yer alan Hipotalamus ise; cinsîyete ait duyguları; ağrı, hoşlanma, acıkma ve susama duyumlarını; kan basıncını, vücut sıcaklığını ve iç organlara ait diğer fonksiyonları kontrol eden önemli bir merkezdir. Hormon salgılanmasının düzenlenmesinde önemli vazifeleri vardır. Benim koklama lobumdan, talamustan, alın lobumdan gelen çok karmaşık sinir ağlarını bulunduran bu merkeze gelen sinir lifleri; otonom merkezlere, sap kısmımdaki ağsı yapıya (reticüler formasyon) ve hipofizin arka lobuna ulaşır. Daha önce hormon sisteminde kendisini anlatan en önemli merkez olan hipofiz bezinin ön bölümünün salgısını uyaran hormonları ve hipofizin arka bölgesinde depolanıp salgılanan oksitosin ve antidiüretik hormonları üretir.

Büyük beyin olarak iki yarım küremin arasında önden arkaya doğru uzanan derin bir yarık vardır . Bu yarığımın taban kısmında iki yarım küre arasındaki irtibatı sağlayan nasırsı madde veya beyin direği (corpus callosum) gibi isimlerle anılan kalın bir sinir demeti bulunur. Sinir liflerim omurilik soğanımda çaprazlanarak yön değiştirdikleri için, benim sol tarafım senin sağ yanını, sağ tarafım ise sol yanını kontrol eder. Her iki yarım kürem birçok bakımdan birbirinin aynadaki görüntüsü gibi benzerse de, aralarında bazı vazife farklılıkları vardır. Meselâ; birçok insanda konuşmayı denetleyen merkezler sol yarım küremde olduğu halde, mekân idrakını denetleyen bölgeler ise, sağ yarım küremde bulunur. Belirli bir nizam içinde yapılması gereken işlerde, (toplama-çıkarma yapma veya gömleğinin düğmelerini ilikleme gibi faaliyetlerde) sol yarımküremi kullanırken, resimlerle düşünmede (meselâ, evden çarşıya giderken geçeceğin yolun krokisini çizmede) sağ yarım küremi kullanırsın. İki yarımküremi birbirine bağlayan nasırımsı madde olmasaydı iki yarım kürem birbiri ile irtibat sağlayamayacağı için, balık kelimesini okuyup anlayabilirdin ama, balığı gözünde canlandıramazdın. Bunun için sağ yarım küremi de kullanman gerekirdi.

Beyin olarak bu anatomik yarım kürelerimin üzerini örten gri renkteki ve bol kıvrımlara sahip olan ve hücrelerimin ana gövdelerinin daha çok bulunduğu kabuk bölgeme (cortex) boz madde, bunun altındaki daha açık renkteki ve hücrelerimin uzantılarının (aksonların) bulunduğu bölgeye de ak madde deniliyor. Üstüste tabakalar halinde dizilmiş altı ayrı hücre tabakasının meydana getirdiği kabuk bölgem; duyulara ait uyartıların alınıp analize tabi tutulduğu, iradî olarak yapılan kas hareketlerinin denetlendiği, akıl yürütme, hatırlama ve öğrenme gibi faaliyetlerin merkezidir. Şuurlu faaliyetlerin ve düşünmenin merkezi olan yarım kürelerimin teşkil ettiği asıl beyin veya büyük beyin, bütün beynin % 85'ini teşkil eder. Doğduğunda ağırlığım 400 gramdı. Bir yaşına kadar çok hızlı büyüyerek 800 grama ulaştım. Dört yaşına geldiğinde ise 1.200 gram oldum. Yedi yaşından sonra büyümem yavaşladı ve 20 yaşlarında ortalama 1379-1434 gram geliyorum. Kadınlarda ise, biraz daha hafif çekerim ve gerçek ağırlığıma erkeklere göre biraz daha erken ulaşırım (ortalama 1230-1306 gram). Bu gençlik yaşından sonra her yıl ortalama bir gram kadar eksilirim ve 75 yaşlarına gelirsen, 20 yaşındakine göre onda bir nispetinde küçülmüş olurum. Bu küçülmemin sebebi 20 yaşından sonra, aşağı yukarı her gün 50.000 sinir hücremin ölmesi veya işe yaramaz hâle gelmesidir. Kıkırdak, kemik, deri, bağ dokusu ve karaciğer gibi vücut hücrelerinin bölünerek kendini yenileme ve sayılarını artırarak büyüme özellikleri olduğu halde, beni teşkil eden sinir hücrelerim senin kaderine yazılmış olduğu miktara gelinceye kadar, ana rahmindeki ilk gelişme safhalarında çoğalarak sayılarını tamamlarlar ve daha sonra bölünerek çoğalma özelliklerini kaybederler. Dolayısıyla herhangi bir yaralanmada o bölgemdeki hücreler öldüğü için, ilgili fonksiyonlarda da arızalar gösterir. Bu durumda aklına şu soru gelebilir: Hücre sayısı sabit olduğu halde, 20 yaşına kadar hücre sayısı artmadan ağırlığı nasıl artıyor? Evet, hücre sayısı artmıyor, fakat hücrelerarası bağlantıların sayısı artıyor. Dolayısıyla ağırlığımda artmış oluyor. Tabiî ki bu bağlantılar için dışarıdan gıdalar ile yapı malzemesi ekleniyor. Yaşlandıkça bu bağlantılar azalıyor. Gençlik döneminde yaşadığın, okuduğun, gördüğün her tecrübe ve bilgi bu bağlantıları artırıyor. Dolayısıyla benim düşünme ve akıl yürütme kapasitem büyüyor. Yaşlılığında da zihnî faaliyetlerden uzak kalmazsan, okuyup-yazma, insanlığa faydalı olma ve diğer sosyal aktiviteleri azaltmazsan bağlantılar artmaya devam eder. Hücrelerim azalsa bile, zihnî fonksiyonlarını kaybetmeden faaliyetlerini sürdürebilirsin. Ancak yeter artık, dinleneyim dedin mi, hemen hücrelerim bağlantılarını çekmeye başlar ve zamanla da kapasitemdeki azalmayı fark etmeye başlarsın. Merkezi sinir sistemindeki hücrelerim yaralanıp hasarlandıklarında kendilerini tamir edemiyorlar. Fakat çevreye ait sinir sistemindeki hücrelerimin hücre gövdesi zarar görmediyse, uzantıları tamir edilebilmektedir. Bu özellik sayesinde; kolu, bacağı veya parmağı kopan kimselerin kopan organları, mikrocerrahi ile hassas şekilde dikildiğinde, sinirler kendini tamir edebilmekte ve tekrar vazife görebilmektedir. Beyin ve omurilikte olmayan bu özelliğin kol ve bacak sinirlerinde bulunuşunun görünen sebebi, bu sinir demetini saran kılıfın hücreleri büyümek üzere uyarmasıdır. Zaten en mükemmel cerrahi teknikler olsa bile hiç kimse kopmuş sinir liflerini dikemez. Ama bu lifleri bir arada tutan (tıpkı içinde çok ince teller bulunan ve üzeri plastik kaplı elektrik kabloları gibi) sinir kılıfı kalın olduğundan, dikilerek kopuk kısım eklenebilir. Daha sonra bu dış kılıfın kılavuzluk yapmasıyla kılıfın içindeki yüzlerce sinir lifinin her biri günde 1 mm büyüyerek bir aydan, bir yıla kadar bir müddet içinde iş görebilme özelliği kazanmaktadır.

Büyük beyin denilen yarım kürelerimin üzerindeki belli yarık ve kıvrımlar esas alınarak kabuk (cortex) üzerinde bir haritam çizildiğinde, çeşitli duyulara ve faaliyetlere ait belli bölgelerde hususî yoğunlaşma ve sınırları nisbeten belli odaklar belirlenmiştir. Şematik şekilde değişik renklerle boyanmış bu merkezlerin her birinin adı ve ağırlıklı olarak yaptığı hususî fonksiyonları vardır. Meselâ başının tam arkasındaki (occipital bölge) ensenin hemen üstündeki kısmım görme sahası; şakak bölgene denk gelen kısımlarım işitme sahası; bunun hemen ön tarafı sol tarafta konuşma sahası (genellikle); alın tarafının (frontal lob) orta oluğunun ön duvarında hareketlerin plânlanmasına ait ilk merkez; üst tarafın ön bölgesinde kompleks hareketlere ait saha; hemen arkasında tam orta yan bölgede basit hareketlere ait saha; bunun arkasında ve işitme sahası ile komşu olup yukarıya kadar uzanan bölge ise, dokunma duyusuna ait saha olarak tanımlanmıştır. Fakat bu sahalar çok kesin sınırlı olmayıp kısmen dağınık bir konumda ve birbirleriyle çok girift bir bağlantı ağına sahiptirler. Bu bölgelerin yakınındaki birleştirme sahalarının görevi duyulardan gelen uyarıları görüntülemek ve mânâlandırmaktır. Alınan uyarılar önceden yaşanmış tecrübeleri ve hatıraları canlandırdığında, uyarıları veren nesne veya hâdise tanınır. Kompleks iradî hareketlerin yapılabilmesi için önce hareket plânının zihinde belirtilmesi, sonra bu plânın birleştirici sinir liflerimle hareket sahalarına aktarılması gerekir. Konuşma gibi çok karmaşık hareket ve duyu birleştirme mekanizmalarının söz konusu olduğu bir faaliyetin insandaki varlığı bile başlı başına bir mucize olduğu halde, bazılarının maymun beyninin evrimleşerek insan olduğunu ve konuşmayı öğrendiğini iddia etmesi karşısında insanın küçük dilini yutası geliyor.

Kafatasından çıktıktan sonra, uzun bir kordon şeklinde omurganın içinde uzanan omurilik (medulla spinalis), boynun altında kalan vücut bölgelerinin uyaranlarının bağlandığı merkezdir. Beyinde boz madde dışta (kabukta), ak madde içte olduğu halde, omurilikte boz madde kelebek şeklinde bir görünümle iç tarafta, ak madde ise bunu saracak şekilde dış tarafta bulunur. Bu merkezde başta deri ve kasların olmak üzere, çevreden gelen bütün duyu siniri hücreleri, hareket siniri hücreleriyle doğrudan sinaps veya ara bağlantı hücreleri vasıtasıyla omurilik reflekslerinin ortaya çıkmasını sağlar. Bağlantı hücrelerinin bir bölümü refleks cevabı verirken, bir bölümü de uyartıları bana taşıyarak iradî kararların çıkması temin edilir. Meselâ çiviye bassan, çivi daha derine temas ettiği sırada bu uyarı duyu lifleriyle omuriliğe iletilir ve vakit kaybı olmaması için benden önce omurilik hemen hareket sinir liflerini uyarır ve kaslarına giden bir emirle ayağını kaldırman sağlanır. Acil olarak ayağını refleksle kurtardıktan sonra, beyin korteksinden gelen iradî yönlendirmeyle bastığın yere dikkat etmeye, ayağın kanamışsa yarayı sarmaya vb. diğer şuurlu faaliyetlere başlarsın. Omuriliğimden 31 çift (sağlı-sollu) sinir çıkar. Kafatası içindeki beyin bölgesinden ise 12 çift sinir çıkar. Bunların hepsi birden merkezi sinir sisteminden çıkmış ve çeşitli organlara dağılmış olan çevreye ait sinir sistemidir. Beyinden çıkan 10. sinir olan vagus siniri dışındaki bütün kafa sinirleri baş ve boyun bölgesinin duyu ve haraketle ilgili faaliyetlerini denetler. Omurilikten çıkan 31 çift sinir düzenli olarak herbir omurun yan tarafındaki deliklerden çıkar. Bu sinirlerin her birinin getirici (duyu siniri) ve götürücü (hareket siniri) olmak üzere iki kökü vardır. Bu kökler omuriliğin hemen dışında birleşerek duyu ve hareket sinirlerine ait lifleri birlikte taşıyan kordonları meydana getirir. Her bir organına da, bu sinir kordonlarından, belli bir plân ve sistem içinde dallar ayrılır. Meselâ eline batan bir iğneyi hisseden alıcı duyu hücresi, bu uyarıyı getirici kol vasıtasıyla omuriliğe aktarır. Omurilikten çıkan refleks ile elini çekme cevabı ise, götürücü sinir ile, kol ve el kaslarına iletilir. Böylece hemen elini çekersin. Bu örnek basit bir reflekse ait olan durumdur. Çevreye ait sinir sistemindeki hareket siniri hücreleri, iskelet kaslarına dağılan somatik sistem ve iç organlara dağılan otonom sistem olarak iki gruba ayrılır. Somatik sistem faaliyetlerinin büyük kısmı şuur seviyesinde iradî olarak gerçekleşirken, otonom sistemdeki faaliyetler büyük ölçüde irade dışı veya şuuraltı dediğimiz çok sırlı hususiyetlere sahiptir. Otonom sistem kalb, salgı bezleri ve kan damarları, solunum, sindirim, boşaltım ve üreme sistemlerindeki düz kasları bizim haberimiz olmadan kontrol altında tutar. Sevgili Hasan!.. Eğer herşey senin kontrolüne verilseydi bu kadar işle başa çıkabilir miydin? Lokmayı ağzına atıncaya kadar iraden işe karışıyor. Bütün sindirim salgıların, mide ve bağırsak hareketlerin, artıkların atılması hep senin iraden dışında otomatik olarak yürütülüyor. Nefes alış-verişin sen uyurken durmuyor. Böbreklerin sen uyuyorsun diye boşaltım faaliyetini bırakmıyor. Kalbin istirahata çekilmiyor. Karaciğerin yan gelip yatmıyor; pankreasın insulin salgısını kesmiyor. Bütün iç organların ve kan damarların en gerekli olan yerde ve zamanda düz kaslarla çalışmasını sürdürüyor. Bütün bu faaliyetler haberin olmadan yürütülüyor. Zaten yapmaya kalksan beş dakikada yorulur, dikkatin dağılır ve takip edemez hâle gelirsin.

Otonom sinir sistemimdeki sinir kordonları sempatik ve parasempatik olarak ikiye ayrılır. Bu iki sistem birbirine karşılıklı cevap verecek şekilde yaratılmış ve her bir organa ikisinden de birer kol verilmiştir. Böylece hiçbir organ başıboş bırakılmamıştır. Bunlardan birisi organı hızlı çalışmaya, daha fazla ürün çıkarıp netice almaya teşvik edecek şekilde uyarırken, diğeri aksine organı yavaş çalıştırmaya, daha az ürün çıkarmaya ve durdurmayı teşvik edecek şekilde uyarılar gönderir. Bu iki zıt uyarı arasında organ bulunduğu durum ve şartlara göre optimal çalışma temposunu muhafaza etmiş olur. Sempatik sistem; genellikle stres ve şoklarda cevap vererek vücudunu bu gibi durumların tesirlerine karşı hazırlar. Meselâ; kan basıncın, kandaki şeker seviyen, terlemenin artması, gözbebeklerinin genişlemesi ve kaslarındaki kan akımının yoğunlaşması sempatik liflerin tesiriyle ortaya çıkar. Parasempatik sistem ise; iç organların normal vazifelerini yapabilmeleri için, onları eski sakin hallerine getirmek adına kan basıncını düşürme gibi aksine uyarılar çıkarır.




Baştan beri birçok kısımdan ve uyarılardan bahsettim, ama esas temel taşım olan sinir hücremden ve bir sinir hücresinin nasıl çalıştığından bahsetmedim. 30 milyar kadar sayıda olan nöron adındaki hücrelerim sistemin her yerinde iş gören asıl ünitelerdir. Bir nöronun ana hücre gövdesi ve buradan çıkan ağaç dalları gibi uzantıları vardır. Ağacın gövdesi gibi olan tek ve kalın uzantıya akson, ağacın dalları gibi olan çok sayıda ve ince uzantılara ise dendrit denir. Elektrik akımı halindeki sinir uyartıları aksondan dendtrite doğru ilerler. Bir sinir hücresinin aksonundan, diğerinin dendriti arasındaki bağlantı noktası (synaps)'ndaki boşluğa nörotransmitter adı verilen bir kimyevî madde salgılanır. Neuropeptidler, aminoasitler, asetilkolin ve monoamid cinsinden olan bu maddeler karşı taraftaki hücrenin zarına ulaştığında hemen oradaki dendritte bir elektrik akımı başlatılır. Tıpkı art arda dizilmiş domino taşlarının sırayla yıkılması gibi veya maçlardaki seyircilerin sırayla kollarını kaldırıp yerlerinden kalkarak hasıl ettikleri dalga hareketi gibi, bu elektrik mesajlar da hızla hücrenin bir ucundan diğer ucuna peşpeşe ateşlenen minik elektrik atımları halinde ilerleyerek diğer komşu hücreye iletilir. Sakin haldeki hücre -70 mV potansiyele sahipken, aksiyon potansiyeli olarak bilinen +30'dan +40 mV'a kadar bir akımla her türlü bilgi iletilir. Her bir hücre saniyede 1.000 kadar sinyal iletebilir.



Hafıza dediğiniz ve mahiyetini henüz tam olarak bilemediğiniz halde her gün yüzlerce tecrübeyi kaydeden, gerektiğinde tekrar hatırınıza getiren bilgi bankasının nasıl çalıştığı hususunda çeşitli teoriler ileri sürülmektedir. Fakat bu sorunun cevabının, beni meydana getiren milyonlarca neuronun içinde yattığını biliyoruz. Bütün duygu, düşünce ve fiillerimiz bir hücreden diğerine aktarılan elektrikî ve kimyevî sinyallerle ortaya çıktığı gibi, bunların kaydedilmesi de, yine muhtemelen aynı şekilde elektrikî ve kimyevî sinyaller yoluyla olmaktadır. Hafıza için benim üzerimde sınırları kesin ve belli bir merkez söylemek zordur. Belki bütün bölgelerle hafızamın alâkası vardır. Bazı hatıralar ses, bazısı görüntü, bazısı koku, bazısı hayal, bazısı kızgınlık, öfke ve sevinç gibi duyguların hafızada saklanmaları da farklı şekillerde olmaktadır. Benim hafıza kapasitemin büyüklüğünü hayal bile edemezsiniz! Kısa dönemli ve uzun dönemli olmak üzere iki çeşit hafızaya sahibim. Kısa dönemli hafızamda bir seferde en fazla dokuz ayrı şeyi saklayabilirim. Çoğu kimse bir anda yedi şeyden fazlasını aklında tutamaz. Kısa dönemli hafızamda hiçbir şey birkaç dakikadan fazla kalmaz. Bundan daha uzun bir süre sonra hatırlayabildiğin her şey uzun dönemli hafızama kaydedilir. Burada; günler, haftalar, aylar ve hattâ yıllar boyunca kalırlar. Bildiğiniz ve öğrendiğiniz herşey uzun dönemli hafızanızda saklanır. Sekiz yaşına geldiğinizde hafızanızdaki bilgi, bir milyon ansiklopedi cildini dolduracak kadar çoktur. Buna rağmen bu miktar devede kulak kalacak kadar azdır. Zira uzun dönemli hafızam hiçbir zaman dolmayacak kadar sınırsız bir kapasiteye sahiptir. Yüz yaşına gelsen bile devamlı yeni şeyler depolayabilecek bir kapasiteye sahip olduğumdan, sakın ola ki, çocukların kafası almaz, fazla gelir diye eğitim ve öğretimlerini eksik bırakma... Bazı kendini bilmezler sık sık konuşurlar; "küçük yaşta çocukların kafasını ezberlemeye zorlamayın, çocukların beynini durdurursunuz" derler. Sakın bunlara inanma! Yabancı dil öğrenme, Kur'ân ve dini bilgiler eğitimi gibi faaliyetler bilhassa küçük yaşlarda çok daha kolay ve sağlam bir şekilde hafızama elektrik atımları olarak yazılır. Küçük yaşlardaki bu tip faaliyetler aslında hafızamı daha da güçlendirir. Hatırlama denilen hâdise, kaydedilen elektrik atımı şifrelerinin o hâdise olduğu zaman kaydedildiği sırada tekrarlanmasıdır. Bazen bir kişinin ismini hatırlamak istersin, fakat dilinin ucuna kadar geldiği halde bir türlü hatırlayamazsın. Uğraşır durursun; yorulur sonra vazgeçersin. İki gün sonra aniden o isim veya olay aklına geliverir. Hayret eder ve sevinirsin. Bunun nasıl olduğunu merak mı ediyorsun? Sen hatırlamaya çalıştıkça, bu bilgiye ait dosyayı nereye koyduğunu bilemediğin için bütün sinir hücrelerimi teker teker kontrolden geçirirsin. Fakat milyarlarca hücrenin hangi kısmında olduğunu bulamıyorsun. Çünkü o bilgiye sahip dosyayı ya çok kullanmadın veya önem vermediğin için dikkatli bir yere koymadın. Ama babanın adını hiç unutmuyorsun, çünkü çok önem vermiş ve kullanmışsın; her an gözünün önündeki bir dosyada duruyor. İşte aramaktan sıkılıp vazgeçsen de, şuuraltı diye isimlendirilen, çok daha esrarlı bir mekanizma, haberin olmadan aramaya başlıyor. İki gün sonra ancak bulabildiği dosyayı aniden önüne çıkarıyor ve şaşırıyorsun. Şuuraltı çok sırlı bir yerdir ve her şeyine tesir eder. Şuuraltına ancak çok samimi duygular; perdesiz, riyasız, gerçek düşünceler yazılır. Bir de seni sarsan, yaşadığın acı ve kötü hatıralar, günahlar... Bu tip şuuraltının sebep olduğu, suçluluk duygusu ve aşağılık kompleksi birçok davranışına akseder. Fakat bu gibi problemler insan olmanın kaçınılmaz bir neticesidir; bunlardan kurtulabilmek de, yine senin elindedir. İrade insanı olup, hayırlı ve iyi işlerle meşgul olduğun ve sabırla devam ettiğin takdirde, bir müddet sonra ikinci fıtrat kazanarak, şuuraltının kirli bölümlerini rahatsız etmeyecek şekilde ıslah edebilirsin. Zaten vicdan ve din duygusu da bu yüzden canlılar içinde sadece insana verilmiş bir rahmettir. Şuuraltının suçluluk ve günah duyguları altında çok fazla baskı altında kalması, sen farkında olmadan, otonom sinir sistemi yoluyla talamus, hipotalamus ve hipofiz gibi cirmi küçük, fakat ağırlıkları çok büyük organlarına tesir ederek bütün vücut dengeni bozar ve neticede hasta olursun. Başlangıçta organik bir rahatsızlığın olmadığı halde bir müddet sonra şuuraltının baskısı yüzünden içine girdiğin psikosomatik hastalığın, bir organının çalışmasını bozarak gerçek bir hastalığa inkılab edebilir. Tabiî ki bunun aksi de mümkün, yani telkinle, güzel düşünce ve hayırlı işlerle şuuraltının otonom sinir sistemine gönderdiği müspet sinyaller hastalanmış bir organını iyileştirmeye sebep olabilir.

Sevgili Hasan! Sana anlatacak o kadar çok yönüm ve sırlı faaliyetlerim var ki, ne bu derginin sayfaları ne de kitaplar yeter. Ama ister istemez bir yerde kesmek mecburiyetindeyim. Daha rüyalardan bahsetmem gerekirdi. Bazılarının ruhî hastalık veya bozukluklar dediği (aslında ruh hasta olmaz, hasta olan nefsdir) ve tabiî ki ruhuna da tesir eden karışık hallerden bahsedecektim. Parkinson, alzheimer, felçler, uyuşturucuların tahribatı, uyku ve hipnoz gibi durumları inceleyecektik. Fakat bunların her biri ayrı bir yazı mevzuu olacak kadar çok geniş ve ayrıca bu dergide geçmişte bu hususlarda çok yazı çıktığı için, onlara havale ederek sana son sözlerimi söylemek istiyorum. Son günlerde televizyonlarda dikkat ettiysen yine Darwinizm furyası başladı. Bazı insanların hiç başka işi yok. Durup dinlenmeden, senin maymunlarla aynı soya ait ortak bir atadan geldiğini ısrarla kabul ettirmeye çalışıyorlar. Buradaki asıl temel düşüncenin akılsız ve şuursuz tabiattan tesadüfî mutasyonlarla, kendi kendine ortaya çıkan rastgele kimyevî reaksiyonlarla bütün canlıların ve sonunda da insanın dünyaya geldiğini, dolayısıyla da bir Yaratıcı'ya ihtiyaç olmadığını ima etmek olduğunu biliyorsun. Birisi böyle bir iddiada bulunduğunda, sadece üzerimdeki Rabbimin isimlerini gösteren sanatları anlatman yeter. Maymunumsu bir canlının beyninin hangi mutasyonlarla konuşmayı öğrendiğini; vicdan, akıl, zihin, zekâ, idrak gibi duyguların sırlı mahiyetinin nasıl tesadüfen ortaya çıkabileceğini; milyarlarca hücremin bir tekinin bir dalını bile nasıl yoktan yaratabileceklerini izah edebilirlerse, ondan sonra konuşsunlar.

Sevgili Hasan!... Bu satırları yazman için elini kullanırken, kelimeleri okurken, okuduklarını arkadaşlarına anlatırken ve bütün bu bilgileri öğrenip düşünce süzgecinden geçirirken, hep sinirlerimi ve merkezlerimi kullanıyorsun. Bir an yok ki, senin vücudundaki herhangi bir hâdiseden habersiz kalayım. Bütün bunları vicdanında duyup, Rabbimin verdiği lâtifelerle marifet ufkuna yükselmek için de üzerimdeki sırlı fakültelerden kimbilir kaçını kullanacaksın. Yaptığınız en büyük bilgisayarlar bile yanımda çocuk oyuncağı gibi kalıyor. Buna rağmen, bu bilgisayarları plânlayıp dizayn eden, her parçasını yerli yerine koyan mühendislerin ve ustaların bilgileri ve ustalıkları da ancak benimle mümkün oluyor. Sen bilgisayarı yapıp kurup çalıştıranları herhalde inkâr etmiyorsun? O halde, binlerce bilgisayarın kapasitesini aşan, beni, sonsuz bir ilim ve kudretle yaratan Allah (cc)'a teşekkür etmeyi; iyi, güzel, doğru işlerde kullanmayı unutma!... Rabbime emanet ol!...

Ben Hasan'ın Kalbiyim
Prof.Dr. Arif SARSILMAZ


http://www.turkbiyoloji.googlepages.com/kalbingerekatvideo.swf

Sen daha doğmadan aylar önce çalışmaya başladım ve bir dakika durup dinlenmeden her saniye göğsüne içten -tık tık- vurduğum halde hiç bana kulak verip de, "kim bu?" diye dinledin mi? Ben senin vücudunun motoru olan ve “kalb” olarak isimlendirilen bir organınım. Yıllardır beni dinlemediğin ve merak edip de bakmadığın için, bugün biraz nasihat etme ihtiyacını hissettim:
Daha henüz ana rahminde 19 günlük iken özel bir hücre yığınından yaratılmaya başlandım. Önce bir tüp gibiydim, sonra kıvrılıp döndüm ve yavaş yavaş odacıklarım ve komşu damarlarım yaratılmaya başlandı. Aslında vücudunun diğer hücreleriyle birlikte hepimiz tek bir hücreden yavaş yavaş çoğalarak farklılaştık. Diğer arkadaşlarım daha henüz birkaç günlük iken sinir, deri, kıkırdak, kas vs. gibi farklı işler görmek üzere değiştiler. Beni teşkil eden hücreler ise çok özel şekilde programlanmışlar. Belli bir sayıya ve kitleye ulaşınca da 22 günlük iken, hep birlikte ‘uygun adım marş’ komutunu aldık ve bilemediğimiz bir süre çalışmak için iş başı yaptık. Bizim hep birlikte kasılmamızla ortaya çıkan sesi ve hareketi siz kalb atışı veya nabız vuruşu olarak hissedersiniz. Gerçi şimdi vücudunda çalıştığım Hasan bu vuruşlarıma pek dikkat etmiyor, ancak hızlı koştuğunda bacakları daha fazla kan istediği için mecburen vuruşlarımı artırıyorum ve o zaman Hasan beni fark ediyor, ama meselenin üzerinde hiç durmuyor. Sanki bu vazifeyi ebedî yapacakmışım ve hiç yorulmayacakmışım gibi bir gaflet içinde. Hadi bu yine küçük bir gaflet, Hasan'ın gençliğine veriyorum, ama asıl büyük gaflet beni nereden bulduğunu, kimin kendisine hediye ettiğini aklına getirmemesi, beni kendisine hediye eden Yüce Zât’ı düşünmemesi. İşte bu gafleti kabullenemiyorum. Hem şimdi liseye gidiyor ve biyoloji derslerinde de az-çok benden bahsediyorlar, ama bu hususta Hasan'a da pek kızamıyorum, garibime; benden sadece basit bir pompa gibi bahsedecek tarzda ders veriyorlar. Halbuki ben onun beynine kan pompalamasam, parmağını bile oynatamaz. Fakat bugün Hasan'ı ciddi şekilde tefekküre sevk etmeyi, benim sadece bir et parçası olmadığımı, beni Yaradan’ı tanıtmak istediğimi kendisine bildireceğim. Bundan sonraki hayatında bana hem maddî hem manevî yönümle dikkat etmesini, aksi taktirde sonunun kötü olacağını söyleyeceğim. Çünkü ben onun dostuyum ve dost acı söyler, henüz ömrü ve gençliği varken kendini toparlasın istiyorum.

Vücudunun yapı taşları olan bütün hücrelerinin (belki 100 trilyon hücre) hepsinin ayrı ayrı beslenmesi, nefes alması, sindirim yapması, artıklarını boşaltması ve özel vazifelerini yapması için ilk önce bana ihtiyaçları var. Niçin mi? Çünkü benim hiç durmadan çalışmam sayesinde, her türlü ihtiyaçları karşılanır. Bu yüzden daha embriyo döneminde, bütün sistemlerden önce çalışmaya başlarım. Ne kadar çalışacağımı ben de bilmiyorum. Çünkü bazen sapasağlam olduğum halde, Rabbim'in emrini getiren melek dur derse, mecburen dururum ve vazifemi terk ederim. Fakat çoğunlukla hayata son veren Azrail isimli melek hiçbir şey yokken dur demez, muhakkak bir sebebi kullanır. Benim durmamı gerektirecek o kadar çok sebep var ki, hele trafik kazalarının, terörün ve intiharların son hızla arttığı bu çağda... Aslında nasıl çalıştığıma ben bile hayret ediyorum. Kazalardaki yaralanmalar ve damar kopmaları neticesi oluşan kan kayıplarına karşı bazı tedbirler programıma yüklenmiş durumda, ama yaralanmadan bir müddet sonra kan kaybı telafi edilmez ve yara yeri dikilmezse, yorulup vazifeyi bırakabilirim. Bazı zehirlenmelerden çok çabuk etkilenebilirim. Hadi bu kazalar neyse de, asıl beni üzen düzensiz yaşamanız, uygun olmayan beslenmeniz, hareketsizliğiniz ve tembelliğiniz, bilhassa da stres içinde huzursuz ve herkesle didişerek hayat sürmeniz. Bunlara karşı bir müddet tahammül ediyorum, ama bazen canıma tak deyince, yeter artık deyip bırakıyorum veya bırakır gibi yapıp dikkat çekiyorum. Hemen ortalıkta bir feryâd u figân, aman doktor! yetiş!.., yok dil altı hapı, yok adrenalin veya masaj... İyi de kardeşim! Beni bu hâle getirinceye kadar aklın neredeydi!!?

Hasan! bak sana tekrar söylüyorum, bana en büyük kötülüğü yine sen yapıyorsun, birgün yorulur da bırakırsam, hiç gücenme! Hiç durmadan yağlı yemekleri tıkıştırmakla meşgulsün, alt komşum mide hep şikayet ediyor, içimi çok dolduruyorsun diye, o şişince bu sefer benim üstüme abanmaya başlıyor ve ister istemez sıkışıyorum. Halbuki "midenizin üçte biri boş kalsın, sofradan tam doymadan kalkın" hadîsini duymadın mı? Hadi sebzeler neyse de, yağlı börekler, tereyağlı baklavalar, kızartmalar, kebaplar neyin nesi? Dikkat et! Yoksa bunların hesabını önüne koyarım, ama iş işten geçmiş olur. Tamam, anladık dünya nimetlerinden istifade etmeli ama, herşeyin bir kararı var. Böyle devam edersen kapaklarım yağdan kımıldayamaz hâle gelecek, ana arterlerim tıkanacaktır. Koronerlerim zaten ince olduğundan kısa sürede tıkanırlarsa ve beslenemeyip teklersem, karışmam.

Sabahtan akşama kadar televizyon karşısında oturuyorsun, hiçbir hareket yok, utanmasan köşedeki bakkala bile arabayla gideceksin, hiç olmazsa günün belli vakitlerinde kültür-fizik hareketleri yapsan. Bazı arkadaşların Yaratıcımız’a ibadet ederken, beni sağlıklı kılacak hareketleri hiç olmazsa asgarî seviyede yaparak, hem kulluk vazifelerini yerine getirmenin huzuru içinde oluyor, hem de beni rahatlatıyorlar. Zaten senede bir ay, günün belli vaktini aç geçirdikleri için bende de bir rahatlama oluyor ve bazı yağların yakılması kolaylaşıyor.

Benim ana gövdemi yapan kas liflerim her doğrultuda karışık bir yumak şeklinde yerleştirildiğinden kasılma ve gevşeme haraketlerini yaparken, şeklimi çok fazla bozmadan, göğüs boşluğundaki yerimde rahat çalışabilyorum. Bu çalışma esnasında duvarlarımın yüzeyi, koruyucu bir kafes olarak çatı şeklinde üzerime gerilmiş kaburgaların iç tarafına sürtünmeden doğan aşınmayı engellemek için iki katlı bir zarla sarılmış, ayrıca bu iki zarın arasına da bir sıvı konulmuş ki, böylelikle sürtünme iyice azalmış ve aşınma engellenmiş. Allah aşkına Hasan! biraz düşünsene bu kadar tedbiri kim alabilir?.

Dört silindirli araba motorları gibi ben de dört odadan ibaret bir pompa gibi çalışırım. Üstteki odalarıma kulakçık denir, sağdakine vücuttan toplanan kirli kan, soldakine ise akciğerlerde temizlenen oksijenli kan gelir. Bu odacıkların kas gücü daha zayıf olup, içlerine gelen kanı alt odacıklara fışkırtacak kadar bir pompalama gücü üretebilirler. Karıncık adı verilen alttaki odacıklarımın duvarları ise daha kalın ve kuvvetli kaslı olup, çok büyük bir basınç hasıl edecek şekilde kasılabilirler. Hattâ soldaki karıncığın kasılma gücü daha fazla ve duvarları da diğerinden daha kalındır, çünkü bu odacık kasılınca içindeki bütün kanı büyük bir basınç ve süratle bütün vücuda gönderir. Aort adındaki kalın ve büyük damar yoluyla da her organa gerektiği miktarda ve hızda kan gönderirim. Bu dört odacığın birbiri ardına uygun zamanlamayla kasılması ve tam bu esnada aradaki kapakların açılması ve kanın komşu odacığa veya iki ana artere tam zamanında gönderilmesi, sonra da kanın gönderildiği yerden geri dönmemesi için kapakların tam zamanında kapanması çok önemlidir. Bu zamanlamanın koordinasyonu, üzerimdeki otomat sinir düğümünden düzenli olarak elektrik akımı üretilmesiyle sağlanır. Kapaklarımın açılma veya kapanmasında zamanlama hatası olursa veya yağlanma ve kireçlenmeden dolayı kapaklarım iyi kapanmaz ve kan kaçırırsa, bunları bazı hastalıklarım olarak teşhis edersiniz. Kulakçık ve karıncıklar arasındaki kapakların, fazla basınç altında geri dönmemeleri için bunların altına yapıştırılmış bazı ipler, diğer uçlarıyla da karıncık duvarının iç yüzüne sıkıca bağlanmışlardır. Bunlardan hiç haberin yok, halbuki sen uyurken bile ben çalışıyorum. Tabiî, yaptığım işe göre zaman zaman hızımı değiştirebilirim. Sen uyurken daha sâkin bir hızda, uyanıkken veya yemek yerken daha hızlı, tabiî koşarken veya ağır sporlar yaparken çok daha hızlı çalışarak her organına gerektiği miktarda kan gönderilmesini temin ederim. Yakıtım mı ne? Ençok kullandığım yakıt, yağ asitleri, laktik asit ve şekerler. Ayrıca özel metabolizmam sayesinde yorgunluk nedir bilmem, her kasılma ve gevşeme arasında saniyenin onda biri kadar bir süreye çok kısa bir dinlenme periyodu diyebilirsin. Kas liflerimin hepsinin aynı anda kasılıp gevşemeye geçmesi ve etkili bir pompalama gücü üretebilmem için, kasılma ve gevşeme emirlerinin çok hesaplı bir zamanlama ile gelmesi gerekir. Faaliyete göre bu zamanlamanın nasıl yürütüldüğünü doğrusu ben de bilmiyorum. Üzerimdeki minicik bir otomatik merkezdeki hücrelerin elektrik sinyali üretmesi için, hücre içi ile dışı arasındaki iyon dengesinin bozulması ve tekrar kurulması faaliyetleri, saniyenin binde biri gibi kısa zamanda ortaya çıkan reaksiyonlarla yürütülüyor. Bu hücreler her ne kadar otomatik olarak elektrik üretip beni çalıştırıyor olsalar da, tamamen de bağımsız sayılmam. Zira çalışmama tesir eden önemli faktörlerin başında, beyinden gelen bazı sinirler bulunmakta. O yüzden, korktuğunda, sinirlendiğinde veya üzüldüğünde benim çalışma ayarım da bozuluyor. Eski insanların, birçok duygunun merkezinin kalbde olduğunu zannetmeleri de bu yüzden olsa gerek. Sinirlenme ve üzülme beyinde olsa da, tesirini üzerimde gösterdiği için, bu duyguların yeri de üzerimde zannedilmiş
.



Hasan sana çok basit bir soru soracağım!? Şu karşısına oturduğun televizyonu yapan bir mühendis var mı? Elinde tuttuğun bu dergideki yazıları yazan, dizen, resimlerini yerli yerine koyan birileri yok mu? Var değil mi? Peki, bütün bunlardan binlerce defa daha mükemmel olarak, senin her ihtiyacına cevap verecek şekilde, beni ve damarlar sistemimi yaratıp, senin göğsünün içine yerleştiren Bir'isinin olması gerekmez mi? Aferin sana Hasan! Haydi bakalım, ben nasıl aksatmadan yaşaman için vazifemi yapıyorsam, sen de şimdi şu televizyonu kapat ve seni kusursuz yaratan Rabbine hamd etmek için on dakikanı bir ayır bakalım!Böylece ben de bugün stresin ve aceleciliğin yüzünden girdiğim gerilimi biraz üzerimden atayım ve rahatlayayım.

Bu kısacık yazı içinde sahip olduğum yapının, inceliklerin ve yaptığım işin hassasiyetinin ancak binde birini anlatabilmişimdir. Tamamını anlatmaya ne benim, ne de beni inceleyen hekimlerin ilmi yeter. Ama Allah onlardan razı olsun, yine de benim sırlarımı ortaya koymaya çalışıyorlar. Haydi Hasan! Derslerine iyi çalış ve ileride iyi bir bilim adamı ol! Daha bilinmeyen birçok yönümden bir kısmını da sen ortaya çıkar, en iyi şekilde nasıl kullanılacağım hakkında tavsiyelerde bulun! Ama bunun için önce merak ve tefekkür etmeyi, sonra doğru düşünmeyi, en önemlisi de niyet ve nazarını sağlam tutmayı öğrenmelisin! Yani beni incelerken "ne güzelmiş" değil, "ne güzel yapılmış" demeği öğrenmelisin. Üzerimdeki nakışlara ve ince sanatlara takılıp kalmak yerine, “bu nakışları kim yapmış?” deme ufkunu yakalamalısın! İşte ondan sonra herşey çok kolay olacak ve bak o zaman hayatın daha çok mânâlanacak; yaptıklarından lezzet alacak, huzurlu olacak ve kâinata meydan okuyabilecek bir güce sahip olacaksın. Haydi bakalım Hasan, biraz daha gayret!.

Ben Hasan'ın Bağışıklık Sistemiyim
Prof.Dr. Arif SARSILMAZ




Hasan!.. Önce sana temel bir düsturdan bahsedeyim. Herhangi bir eseri vücuda getirmek için, ilim, irade ve kudret gerektir biliyorsun. Hiçbir sanatlı varlık yoktur ki, onun üzerinde Sanatkârının mührü veya izi, işâreti bulunmasın. Konuya hemen gireceğim, ancak hazırlık olması için ifade etmem gereken husus şudur: Bir eseri yapmak veya ortaya koymak için ilim ve kudrete ne kadar ihtiyaç varsa, o eseri; parçalanmadan, bozulmadan ve yok olmadan korumak da o kadar önemlidir. Günlerce emek verip, göz nuru döktüğünüz bir eseri; kurda kuşa yem olacak, çürüyecek, kırılacak veya parçalanacak şekilde kötü bir vaziyette bırakamazsınız. Yapmış olduğunuz eseri korumak için her türlü tedbiri alırsınız, çalınmaması için çelik kasalarda saklar; ışık, sıcaklık ve rüzgâr gibi sebeplerle yıpranmaması için gizlersiniz, gerekirse ilâçlarsınız, soğuk ve kapalı ortamlarda muhafaza edersiniz. Aynen öyle de, her biri bir sanat eseri olan canlıların mükemmel bir yaratılışa sahip olan vücut saraylarını korumak için de, çok hassas ve müthiş organizasyona sahip olan benim gibi bir muhafız taburuna ihtiyaçları vardır.
Immün sistem veya bağışıklık sistemi adını verdiğiniz ben, yani senin muhafız taburun, kendi içimde hususî uzmanlık sahalarına sahip bölüklere ve takımlara ayrılmışım. Tıpkı bir askerî teşkilat gibi, her bir grubumun; kendine ait müdafaa işini hakkıyla yerine getirebilmesi için, daha hayata başlarken, kısmen veya tamamen eğitilmiş olarak sisteme dahil olması gerekir. Muhafız taburu olarak sahip olduğum askerlerimin ihtisas sahalarına göre yaptıkları işler de çeşit çeşittir. Kimisi, ağır silahlarla techiz edilmiş olup, düşmanı bomba ve mermilerle öldürür; kimisi düşmanın cinsine göre hususî zehirler üretir ve bu zehirleri düşmanın içine enjekte ederek öldürür; kimisi ölmüş düşman leşleri kokup ortalığı kirletmesin diye çöp fabrikası gibi çalışarak bu leşleri öğütüp parçalar; kimisi de içinde yaşadığı vücut sarayına saldıran düşmanları hırslı bir şekilde canlı canlı yutarak yer. Bazısı silahlanma için ham madde üretir, bazısı bu ham maddeyi silaha çevirir, bazısı istihkâm, bazısı levazım, bazısı muhabereci, bazısı özel komando timi olarak çalışırken, bazısı da kendilerine verilmiş olan çok güçlü hafızalarıyla düşmanlarını bir kere tanıdıktan sonra hiç unutmaz. Bilgi merkezi gibi çalışan bu sistemdeki askerler, saraya kaçak olarak girmiş tehlikeli olabilecek düşmanları kontrolden geçirerek, hemen onlara karşı nasıl bir sistemle karşı çıkılacağını, yani harb stratejisini belirlemek için o düşmanın eski dosyalarını ortaya çıkarır. Çünkü düşman tanınırsa müdafaa daha kolay olacaktır.

Şimdi bu benzetmeden yola çıkarak, düşmanlarından ve bunlara karşı vücuduna yerleştirilmiş askerlerimin ihtisaslarından kısaca bahsedeyim. Ama bir taraftan da sana yine bir ikaz da bulunmadan edemeyeceğim. Biliyorsun ki her ordunun ve askerî birliğin, kendi büyüklüğü ve hiyerarşideki yerine uygun bir komutanı vardır. Her komutanın bir üstü ve bir de astı vardır. Böylece emir-komuta içinde işler aksamadan yürütülür. Senin vücuduna da benim gibi çok mükemmel bir orduyu yerleştiren, ilmi ve kudreti sonsuz, kendinden daha büyüğü olmayan, hiç kimseden emir ve talimat almayan bir Zât vardır ki, işte O, Rabbimiz ve Yaratıcımız olan Allah (cc)'dır. Senin hayatın boyunca ne gibi düşmanlarla karşılaşacağını bildiğinden, bu düşmanlarınla harb edebilmen için askerî teşkilatımla birlikte beni yaratmış.

Vücudunun düşmanları, dışarıdan çeşitli yollarla (sindirim, solunum, boşaltım veya deri yollarıyla) bünyeye dahil olan mikroplardır. Mikrop dendiğinde aklına çok çeşitli canlı türü gelmelidir. Bunların bazısı bakteri, bazısı mantar, bazısı da virüslerdir. Bu mikropların her birine ait hususî taktiklerle mücadele edilmesi gerekir ve askerlerim bu hususlarda çok mahirdirler. Dışarıdan gelen mikroplara karşı her zaman uyanık olmak mecburiyetindeyim! Haydi dışarıdan gelenler neyse, onlar zaten düşman, fakat bir de kendi vücuduna ait hücrelerinin bazısı birdenbire teröriste dönüşerek sistemi bozmaya ve zararlı olmaya başlıyor ki, siz onlara kanser hücresi diyorsunuz. İşte bu kanser hücreleriyle baş etmekte oldukça zorlanıyorum, çünkü bunlar senin kendine ait hücrelerin olduğundan, taktiklerimizi de biliyorlar, ama biiznillah onların da hakkından geliyoruz. Ancak beni zayıf düşürecek stres ve aşırı üzüntü gibi hâllerin uzun sürerse, bu kanserli hücrelerin bazılarını kaçırabilirim, onlar da büyüyüp tümör olmaya başlarlar. Kanserli hücreler aslında tahmininden çok daha fazla sayıda meydana geliyor. Fakat askerlerim bir an bile boş durmadan devamlı olarak yeni meydana gelen her hücreyi sorgulayarak, onun normal olup olmadığına bakarlar. Şayet kanserleşmiş bir terörist hücreyi yakalarlarsa, hemen onun hesabını görürler. Buna rağmen bazı kanserli hücreler tanınmamak için tıpkı koyun postu giymiş kurtlar gibi gezerler. Bu münasebetle devriye gezen askerlerim, hücrelerin zarına bakıp dıştan kontrol ederek karar verdikleri için bazen aldanabilirler. İster mikrop, ister kanser hücresi olsun, zarlarında tanınmalarını sağlayan özel şifreli proteinler vardır. Bu şifreli molekülleri taşıyan, vücuduna ait kardeşimiz olan hücreleri dokunmadan salarız. Fakat dışarıdan girmiş yabancılar bu parolayı bilemediklerinden hemen yakalanıp bertaraf edilirler. Kanser gibi hastalıklarda ise; hücreler parolayı bildikleri için bizim devriyelerimizi atlatabilirler. Bazen de tam aksi olur. Askerlerim bozulurlar; kendi kardeşleri olan diğer vücut hücrelerini üzerlerindeki doğru şifreye rağmen tanımaz, onları düşman kabul edip saldırırlar. Otoimmün hastalıklar denilen bu durum oldukça karışık bir mekânizma ile ortaya çıktığı için sebebini ben de pek kavrayamadım. Meselâ romatoid artrit gibi daha birçok tedavisi zor ve pek de mümkün olmayan süründürücü hastalıklarda; askerlerim birlikte yaşadıkları vücudun kıkırdak, kalb kası, göz merceği veya böbrek tüpçükleri gibi dokularına karşı saldırıya geçerek onları yıkıma uğratırlar. Aslında biz bütün bir sistem olarak yaratıldığımızda (sen henüz ana karnında bir embriyon hâlinde iken); bazı askerlerim, sistem adına bir antlaşma yaparak vücudunun diğer hücrelerine karşı bir hoşgörü sürecine girdiklerini, onlarla dost olarak kalacaklarını, sadece düşmanlara karşı saldıracaklarını bildirirler. Fakat daha sonra nasıl oluyorsa bu antlaşma bozuluyor, askerlerime söz geçiremiyorum. Dolayısıyla otoimmün hastalıklarla insanların tadını kaçırıyorum. Neyse hastalık muhabbeti ile huzurunu kaçırmayayım da, muhafız taburuma ait bölük ve takımlara dahil askerler kendilerini tanıtsınlar:

En geniş mânâda hepimize birden akyuvarlar veya lökosit(leucocyt)'ler denilir; kanın içinde ortalama olarak 1 mm küpte 6000-7000 kadar bulunuruz. Kanının diğer hücreleri olan alyuvarlar (erythrocyt) kırmızı renkte olduğundan, bize akyuvarlar denilmiştir. Kan damarlarının kılcalları vücudun en ücra köşesine bile ulaştığı için bizler de bu kan damarlarını kullanarak bütün vücudu dolaşır ve kendimize iş ararız. Tabiî ki herkes her işi yapmaz. Bizler önce iki bölüğe ayrılırız. Birinci bölüktekilerin hücrelerinin içinde özel tanecikler olduğu için, bunlara tanecikli akyuvarlar (granüler leucocyt) denir. İkinci bölüktekilerin içinde ise böyle tanecikler olmadığından, bunlara taneciksiz akyuvarlar (agranüler leucocyt) denir. Bu bölükler de kendi içinde takımlara ayrılır. Birinci bölüğün takımları üç tane olup bunlar nötrofiller, eosinofiller ve basofillerdir. İkinci bölüğün ise monositler ve lenfositler olmak üzere iki takımı vardır.




En kalabalık takım olan (akyuvarların % 65-70 kadarı) nötrophiller, amip gibi ayak çıkararak hareket eden hücreler olduğu için, mikrobun bulunduğu yere doğru yaklaşıp onu yiyip yutabilirler (fagositoz). İçinde bulunan taneciklerin taşıdığı sindirim enzimleri de bu yutulan mikrobu parçalayarak sindirir. Bu askerlerin sayısı herhangi bir enfeksiyon sırasında artar. Bu askerlerin mikropları hissetmesi, onları bulup sarması ve içine alıp yemesi, Yaratıcımızın apaçık bir mucizesidir. Fizyologlarınız bu hâdiseye kemotaksi deyip işin içinden çıkıyorlar. İsim vermekle meseleyi hallettik zannediyorlar. Halbuki kemotaksi veya kimyevî maddeye karşı yönelme, işin sadece görünen sebep boyutudur; bu maddî sebepleri keşfetmek, arka plândaki şefkat, merhamet, ilâhî hikmetler, muhteşem ilim ve kudret gibi tefekkür tablolarını inkâr etmemizi gerektirmez.

Eosinophiller: Muhafız taburunun % 12'sini teşkil eden bu askerlerimin vazifelerini tam olarak bilmiyorsunuz. Ancak vücuduna giren yabancı proteinlere cevap olarak ortaya çıkan alerjilerde ve parazitlerin sebep olduğu hastalıklarda bu askerlerimin sayısı artar. Yabancı maddeye (antijen) karşı üretilen antikorun tesirini tamamlar; yabancı cisme reaksiyon olarak ortaya çıkan histamin gibi bazı kimyevî maddelerin (kaşıntı, kızarma ve şişme gibi belirtilerle kendini gösteren) tesirini kısıtlar.

Sayıları en az olan basophillerin bütün asker mevcudiyeti içindeki nispeti % 0,5'tir. İyileşme dönemindeki yaralarda ve kronik iltihaplı olan bölgelerde en çok bu askerlerim bulunurlar. Bunların içindeki tanecikler heparin ve histamin isimli çok önemli iki madde ihtiva eder. Histamin kan damarlarının genişlemesini ve sistemimdeki aktif maddelerin damar duvarından dışarı çıkmasını hızlandırmaya ve yara bölgesine ulaşmasına yardımcı olur. Heparin ise, kanın pıhtılaşıp kan damarlarını tıkamamasını sağlar.

İkinci bölükten olan monositler, askerlerimin en irileri gelenlerinden olup, % 3-9'unu teşkîl ederler. Önceki askerlerim kemik iliğinde doğup yetiştikleri halde bunlar retiküloendotelial sistem denilen karaciğer, dalak ve timus gibi lenfoid (lenf üretici) organlarda meydana gelirler. Çok güçlü yiyici olan bu hücreler, önlerine gelen yabancı madde parçacıklarını (antijenleri) ve yaşlanmış, artık zor vazife yapan alyuvarları hemen içine alarak yerler ve ortalığı temizlerler. Monositlerim hareketli hücreler olup, mikropların peşine düşerek, damar dışına çıkar, dokular aralarına girebilir. Çok obur olan bu hücreler damar dışında makrofaj adını alırlar. Bunlar belirli bir antijeni değil, çok çeşitli antijenleri yiyip yutma kabiliyetlerinin yanı sıra, antijenlere karşı lenfositlerin uyarılma hassasiyetini artırırlar

Askerlerim içinde hususî eğitimden geçerek, bir çok konuda ihtisaslaşmış olanlar bu ikinci bölükten olan lenfositler takımıdır. Askerlerimin % 20-25'ini teşkil edecek miktarda bulunurlar. Bu askerlerim üzerinde bulunan dedektörler yardımıyla mikropları ve antijen adı verilen diğer yabancı maddeleri tesbit edip bağlar, vücuttan uzaklaştırılmasını temin ederler. Her askerin belli bir antijeni tanıyan dedektörü vardır. Dolayısıyla kanında her biri farklı ve eşi olmayan milyonlarca lenfosit askerim bulunmaktadır; karşılaştığın hangi çeşit mikrobun antijeni olursa olsun, muhakkak onu tanıyıp yakalayan bir lenfosit çıkar. Bu askerler ilk bakışta dış görünüşlerine göre küçük, orta ve büyük lenfositler olmak üzere üç grupta mütalâa edilebilirler, fakat bunların her birinin kendi içinde özel uzmanlık sahaları vardır. Bir de cepheye sürülmeden önceki olgunlaşma ve eğitim görme süreçlerine göre B lenfositleri, T lenfositleri şeklinde ikiye ayırabiliriz. Her ikisi de kemik iliğindeki kök hücrelerinden neşet ettiği halde, T lenfositleri kan vasıtasıyla dalak, karaciğer ve bademcik gibi diğer lenf dokularına gitmeden önce timus'da olgunlaşır (timus göğüste bulunan bir bezdir, bir önceki dersimizde 'İç Salgı Sistemi'nde biraz kendisinden bahsetmişti). B lenfositleri ise kemik iliğinde olgunlaşır; doğrudan doğruya bademcikler, apandist, dalak ve diğer lenf dokularına gider. T lenfositleri timusta olgunlaşırken farklı hasletler kazanırlar. Kimisi yardımcı T hücresi, kimisi katil T hücresi, kimisi de engelleyici T hücresi şeklinde iş bölümü yaparlar. Kendisine uygun bir antijene rastgeldiğinde uyarılan bir yardımcı T hücresi, B hücrelerinin antikor üretmesini sağlayan lenfokinleri salgılar. Bunlardan interleukin-2 mikrop bulaşmış (bilhassa virüs) hücrelere bağlanan ve onları öldüren katil T hücrelerini harekete geçirir. Katil T hücreleri doğrudan bir antijene bağlanmaz. Mikrop bulaşmış hücrelere önceden bağlanan antikorlarla birleştikten sonra hastalıklı hücrenin ölmesine yol açan bir madde salgılar. T hücrelerinin ortalama ömürleri 2-4 yıldır; bazılarının ise 10 yıldan fazladır. T lenfositlerinin yabancılara karşı olan saldırmasının bir de bugün için istenmeyen bir yönü vardır. Herhangi bir sebepten dolayı vücuduna yabancı bir organ (meselâ, böbrek veya kalb) nakledilen hastanın vücudundaki T lenfositler, hemen bu yabancı organa saldırırlar. Vücudun, bu yabancı böbrek veya kalbe ihtiyacı olduğunu bu akılsız askerler bilemezler, dolayısıyla "vücudun organı reddetmesi" veya "doku uyuşmazlığı" dediğimiz tablo ortaya çıkar. Kanser hücrelerini yok etmek için nasıl saldırıyorlarsa, aynı şekilde bu yabancı organa da saldırarak onu kullanılmaz hâle getirirler. Bu yüzden immünologlarınız durmadan bu askerleri istedikleri zaman durdurabilecekleri yeni ilâçlar arıyorlar.

B lenfositleri de, hassas oldukları bir antijenle karşılaştıklarında, "birlikten kuvvet doğar misali" hızla çoğalarak birbiriyle aynı özelliklere sahip hücrelerden ibaret bir küme teşkil ederler. Bu kümedeki hücrelerin her biri, immünoglobulin olarak isimlendirdiğiniz, ilgili antijeni tesirsiz hâle getiren bir antikor oluşturur. Antikor üretimi mikroplar tamamen ortadan kalkana kadar birkaç gün sürer. Hafıza hücreleri adı verilen bazı B hücrelerim ise antikorların salınmasını değil, çoğalmasını uyarır. Böylece herhangi bir mikroba ait antijen yeniden ortaya çıktığında otomatik olarak tekrar antikor salgılanmaya başlar. Küçük yaşlarda çok fazla hasta olduğun hâlde, büyüdükçe daha az hastalanmanın sebebi; bu hafıza hücreleri mikropları tanıdığından, daha mikrop vücuduna girer girmez, seni yatağa düşürmeden derhal mücadeleye başlarlar. Her mikroba karşı değişik hafızada tutma süreleri vardır. Meselâ kızamık mikrobunu bir kere tanıdı mı, artık onu hiç unutmazlar. Bu askerler kendileri ölürken de hafızalarındaki mikropların şifrelerini yeni meydana gelen askerlere devrederler. Bazı mikroplara karşı zayıflatılmış antijenlerden ibaret olan aşıların kullanılması sayesinde de birçok hastalığa karşı farklı sürelerde bağışıklık kazanırsın. Sevgili Hasan, sen bir mikrobu tanıyıp haberdar olamazken, Yaratıcımızın sonsuz merhametiyle kanına yerleştirdiği bu hafıza hücreleri nasıl oluyor da, yıllar önce gördüğü bir mikrobu hatırlayıp hemen silah üretmeye başlıyor? Akıl ve şuurdan mahrum bu hücreler, kimin ilmi ve iradesiyle hareket ediyor?

Lenfositlerin belirli bölgelerdeki yapım merkezleri olan lenf düğümlerini, değişik büyüklükteki askerî karakollara veya garnizonlara benzetebilirsin. Lenfositler, en çok da mikroplara maruz kalabilecek yerler olan sindirim borusu, solunum yolları veya idrar kesesinin içini döşeyen epitelin altında bulunan küçük lenf dokusu topluluklarında üretilir. Bakterilerden kaynaklanan bir enfeksiyon sebebiyle iltihaplanan lenf düğümleri 1-2 cm'ye kadar büyüyebilir. Bütün vücudu bir ağ gibi saran lenf dolaşımı sayesinde lenfositler vücudunun hangi köşesinde bir mikrop varsa oraya ulaşabilir. Lenf damarları boyunca yayılan lenf düğümlerinden başka ense, kasık ve koltukaltı gibi belli bölgelerde lenf düğümü kümeleri de bulunur. Şayet üst solunum yollarından mikrop almışsan, önce bademciklerin ve boyun bölgesindeki lenf düğümleri şişer. İdrar yollarından enfeksiyon kapmışsan, bu sefer de, kasık bölgesindeki düğümler şişer. Sindirim kanalındaki mikroplara karşı da, apandistin içindeki lenfositlerin mücadeleye katılması söz konusudur. Bazı evrimciler, Yaratıcımızın hikmetli iş yaptığını bilmediğinden, kör bağırsağın bir uzantısı olan bu organın "körelmiş bir bağırsak parçası" olduğunu, ileride tamamen ortadan kalkacağını iddia ediyorlar. Zavallılar, bilmiyorlar ki, Rabbim boşuna hiç bir organ yaratmaz? Apandist de, bademcikler de normal şartlarda lenfosit üreten faydalı organlardır; işe yaramaz veya kalıntı değillerdir. Bu yüzden hiç gereği yokken alınmaları doğru değildir. Ama hani bir atasözü vardır: Yiyecekleri kokmaması için tuzlarız, ya tuz kokarsa ne yaparız? O tuzu atarız. Aynen bunun gibi de, bazı immün sistemi zayıf olan bünyelerde lenfosit üretimi zayıf kalıp, buralar mikrop yuvası olunca, tabiî ki almak gerekir.

Bağışıklık sisteminin askerlerinden başka; vücudunun farklı silahlar kullanan, çeşitli organlara ait hususî korunma yolları da vardır. Bunların askerleri yoktur; tabiri caizse, sivil savunma gibi teşkilatlar vardır. Meselâ, mikropların girmesine karşı fıtrî bir mânia olan deri; ağız içi ve burun yollarını döşeyen mukozamsı zarlar (sümüksü madde); virüslere karşı hücrelerin ürettiği bir madde olan interferon; gözyaşında ve terinin içinde bulunan antibakteriyel bir madde olan lizozim bunların başlıcalarıdır. Dolayısıyla terlemek, ağlamak ve burnu akmak, utanılacak şeyler değil; mikroplardan korunmak için Rabbimizin sana verdiği fıtrî koruyucu sistemlerdir.

Sevgili Hasan, galiba biraz uzattım. Hakkını helâl et. Aslında pekçok yönüm fazla idrâk edilemediği için, dahasını açamadım. Neticede bütün hastalıkların ve çoğu ölümlerin temelinde, sebepler açısından benimle ilgili aksaklıklar ve arızalar gizli. Birçok askerimin yaptığı işlerin biyokimyevî süreçleri henüz tam olarak da bilinmiyor. Bunlar aydınlatılırsa, nispeten daha birçok hastalığın tedavisinde muvaffak olunabilir. Lâkin çok da ümitlenme, eninde sonunda mukadder olan sonla karşılaşacaksın. Yaratılmışlar için ölümsüzlük söz konusu değil, muhakkak bir aksaklık ortaya çıkacak ve misafir olduğun bu dünyadan ayrılacaksın. Bu sebeple, üzerindeki sanat eserlerini tefekkür ederek gidersen, zannederim kendini geliştirdiğin nispette, öbür âlemde bütün bu sanatlı işleyişlerin ve merak ettiğin sırların içyüzünü görebilirsin. Tabiî ki ecel gizli. Onun için sen sana hediye edilmiş organ ve sistemlerin hakkını vermeyi, yani helâl dairede yaşamayı, Kudreti Sonsuz'a şükretmeyi, Onu tesbih ve takdis etmeyi sakın unutma! Haydi selâmetle.. muhafız taburunla sağlıcakla kal!

Ben Hasan'ın Kas Sistemiyim
Prof.Dr. Arif SARSILMAZ

Sevgili Hasan! Seni gezdiren ve her türlü hareketi yapmanı mümkün kılan, kas sistemi olarak ben, seninle biraz sohbet etmek istiyorum. Geçen ay, üzerine yerleşerek birlikte hareket ettirdiğimiz iskelet sistemi arkadaşım kendi fonksiyonlarını izah ederken vücuduna diklik ve sertlik verdiğini söylüyordu. Tabiî ki doğru, ancak bildiğin gibi kayalar da sert, ağaçlar ise hem sert hem de canlı, ama hareket imkânları yok ve sabit bir şekilde kımıldamadan duruyorlar, çünkü hareket edecek bir sisteme sahip değiller. Sen ise; kâinatın en mükemmel mahlûku olarak, hareket kabiliyetine sahipsin. Bütün hayvanlar, sahip oldukları çeşitli hareket organlarının dinamik gücü olan kas dokuları sayesinde çeşitli derecelerde haraket imkânına sahiptir. Ancak sen, ağaçlar gibi toprağa çakılıp kalmak için yaratılmadığın gibi, hayvanlar gibi sadece şuursuz bir şekilde biyolojik ihtiyaçlarını karşılamak için de yaratılmamışsın. Dünyayı gezip görmek, yeni şeyler öğrenmek, icat ve keşifler yapmak, medeniyetler kurmak için Rabbim seni ve neslini arza halife kıldı. Fakat bütün bu beklentileri cevaplandırabilmen için, önce bulunduğun durumda ve mekânda değişiklik yapabilme hürriyetine sahip olmalısın, yani hareket kabiliyetin olmalı. İşte sana bu özelliğini kazandırmak için Yaratıcım, milyonlarca paketlenmiş hücreden ibaret, yüzlerce kaslarımın teşkil ettiği bir sistem olarak beni emrine vermiş.
Benim en mühim hususiyetim, -tıpkı bir motorun benzin yakarak hareket etmesi gibi- şeker yakarak hareket eden hücrelere sahip oluşumdur. Hücrelerimin içinde kasılıp gevşeyebilen lifçiklerim (myofilament) sayesinde, hücrelerimin boyu kısalıp uzayabilir ve bu kısalıp uzama neticesinde ortaya çıkan çekme kuvveti ile de; bağlı olduğum kemiği veya başka bir organı çekerek, yer veya şekil değiştirmesine sebep olurum. Vücudundaki bütün kemikler ve kalbinin dışındaki organların, kendiliğinden hareket etme kabiliyetine sahip değildir. Ancak hususî yapıdaki kaslarıma bağlı olarak hareket edebilirler. Kas denildiğinde, aslında hem bir organ hem de doku tipi anlaşılır. Kas dokusu olarak sahip olduğum kasılma özelliğimi, organ ve sistem seviyesinde de muhafaza ettiğim ve vücudunun hemen her tarafına yayılmış olarak yaratıldığım için, çok farklı şekil ve tiplerde kas demetlerinden oluşan paketler halinde bulunuyorum. Daha iyi anlayabilmen için bir kasın nelerden müteşekkil olduğunu şöyle anlatabilirim: İnce bir makara ipliğini en basit bir kas hücresi kabul edelim. Bu makara ipliğinden çok sayıda bir araya getirip hepsini tek ince sicim yapalım; sonra bu sicimlerden çok sayıda bir araya getirip bir çamaşır ipi haline getirelim; sonra bu çamaşır iplerini bir araya getirip kalın bir halat haline getirelim. İşte bu kalın halatı organ olarak bir kas kabul edebilirsin. Aslında bu benzetme biraz basit oldu. İnce makara ipliğini yapan çok ince pamuk lifçikleri yerine, kas lifçiği içinde asıl kasılabilme fonksiyonunu yapan aktin ve myosin isimli iki tip protein molekülünün yaptığı küçük çubuklar vardır ve iki tarağın dişleri gibi karşılıklı yerleştirilmiş bu protein molekülleri kasılma esnasında birbirinin içine geçer ve böylece kas lifçiğimin boyu kısalır. Böylece aynı büyüklükte olan iki tarağın dişlerinin birbiri içine girip çıkması gibi, kasılma ve gevşeme dediğimiz hareket ortaya çıkar. Hasan! Çok basitleştirerek, ip ve halat benzetmesiyle anlattığım bu muhteşem yapı; kendi kendine esen bir tesadüf rüzgârıyla ortaya çıkabilir mi? Çok basit bir iplik bile makineler ve ustaların elinden çıkıyorsa, senin bütün kemiklerini saran ve vücuduna şekil veren milyarlarca kas lifçiğinin teşkil ettiği kaslarının herbiri, tesadüfen bir araya gelip, olması gereken şekliyle ve bulunması gereken konumuyla, en ideal biçimde yerleşebilir mi?




Binlerce kas lifçiğimden yapılmış demetlerimin teşkil ettiği kaslarımın büyüklüğü ve şekli; bulunduğu yere, yapıştığı kemiklere ve yapacağı işlere göre değişir. Kol ve bacaklarındaki kemikleri hareket ettirenler uzun, iki ucu ince, ortası ise geniş ve karınlı olduğu halde, gövdene bağlananlar daha geniş bir satıh halinde veya yuvarlak şekillerde olabilir.

Şekli ne olursa olsun, iskeletine ait olan ve kemiklerine bağlanan kırmızı kaslar çok güçlü yapıda olup, iradene bağlı olarak çalışırlar. Yürürken, koşarken, elinle herhangi bir iş yaparken, yatarken, kalkarken daima kırmızı renkteki çizgili kaslarımı kullanırsın. Histolojik yapılarından dolayı mikroskop altında çizgili görünen bu kaslarım, vücudunun çok büyük bir kısmını teşkil eder.

Kas olmalarına rağmen, iraden dışında çalışan düz kaslarımın hareketleri yavaş, fakat kasılmaları uzun süreli olup yorulmazlar. Bütün sindirim kanalın, kan damarların, idrar yollarının duvarları bu kaslarımla döşelidir ve söz konusu sistemler kendilerini anlatırken yapılarındaki düz kaslardan da bahsettikleri için ayrıca onlardan bahsetmeyeceğim. Zaten iskelete bağlı olarak çalışmadıkları için, gezip dolaşmanda söz sahibi değiller, sadece iç organlarının hareketleri ile meşguller. Kalbin de, aslında biraz farklı bir çizgili kas dokusu olduğu halde, o da iraden dışı çalışır. Dolayısıyla kas sistemi dendiğinde sadece iskeletinin hareketinde vazife alan çizgili kaslarından bahsedildiğinin farkında olmalısın.




Vücuduna destek olması için çok sayıda kemik, her durumdaki harekete uygun şekil alabilmesi için de kemikler arasında eklemler yaratılmıştır. Fakat bu eklemlerin hiçbirisi kendi başına hareket edebilme hususiyetine sahip değildir. Tıpkı bir kapı veya pencerenin -ne kadar mükemmel olursa olsun- iten veya çeken bir kuvvet olmadan açılıp kapanamaması gibi, hiçbir eklem dahi bir kuvvet olmadan hareket edemez. İşte eklemlerini hareket ettiren bu kuvveti kas sistemin üretir. Hareket sistemine dahil aşağı yukarı 340 civarında kas sayılabilir. Bu kasların bazısı birkaç iş yaptığı için yaklaşık olarak vücut kaslarının 510 ayrı iş yaptığı hesaplanmıştır. Bunların bir çoğu eklemlerdeki kemik hareketleri olduğu gibi, bazıları kemikleri oynatmadan da farklı vazifeler yapabilir. Meselâ alın, yüz, göz kapağı ve karın kasların böyledir. Alnını kırıştırarak düşünceli bir hal aldığın gibi, dudaklarını büzerek karşındakini küçümser bir tavır da gösterebilirsin.

Sistemimize dahil olan kaslarımızın isimlerine, yaptıkları işle alâkalı bir sıfat takılması âdet olmuştur. Meselâ, bir uzvun herhangi bir parçasını diğer kısmına yaklaştıranlara abductor, iskeletinin bir parçasını açarak geren kasıma extensor, bir parçayı büken kasıma flexor, bir iskelet parçasını kaldıran kasıma levator, bir organ parçasını içe çeviren kasıma pronator, döndüren kasıma rotator, dışa çeviren kasıma supinator gibi ek isimler verilir.

Vücudunun ihtiyacı olan her türlü hareketi rahatlıkla yapabilmen için kas elemanlarımın güçlü ve esnek olması gerekir. Kas elemanlarımın önemli bir özelliği, sistemli çalışmayla güçlerinin artırılabilmesi ve eğitilebilmeleridir. Her türlü spor müsabakasında yarışan bütün sporcuların hedefi, kaslarının gücünü ve dayanıklılığını artırmaktır. Uzun süreli ağırlık ve sürat çalışmaları neticesinde kaslarımın liflerinin sayısında, çapında ve boyunda artmalar olur, böylece daha çok iş yapacak güç ve hızlı kasılma kabiliyeti kazanabilirim. Ancak bütün bu antrenman ve çalışmaların ötesinde genetik faktörlerin büyük ehemmiyeti vardır. Dolayısıyla her çalışan iyi bir sporcu olacak diye bir kural yoktur, ancak yaratılıştan kasları ve kemikleri uygunsa, çalışmayla bu kabiliyet çok yükseklere çıkarılır. Yoksa, yaratılıştan belli bir spora uygun kas yapısına haiz olmayanın şampiyon olmasını beklemek haksızlık olur. Benim kaslarım dıştan ilk bakışta hep aynı tipte görülse bile, içlerindeki özel liflerin dağılış yoğunluğuna göre farklı davranışlar gösteririm. Bazı liflerim hızlı seğirip çabuk yorulan, bazıları yavaş seğirip geç yorulan, bazıları yavaş seğirip hızlı yorulan, bazısı hızlı seğirip geç yorulan özelliktedir. Bunların dağılımına göre herkesin yatkın olduğu hareketler ve yapabileceği sporlar farklıdır. Bu durumda, 100 m kısa mesafe koşan atlet ile, 10.000 m orta mesafe ve maraton koşan atletlerin her birindeki özel liflerin miktarı ve dağılımı farklıdır.

Herhangi bir kasımın kasılması iki farklı biçimde olur. Eğer kasımın üzerine tesir eden kuvvet dokunun direncinden fazlaysa, kasımın gerginliği sabit kalır, kasın boyu kısalır. Bu duruma izotonik kasılma denir. Şayet kasıma uygulanan kuvvet ile kasın direnci eşitse, bu durumda kasım kasılmaz ve gerginliği artar ki, bu duruma da izometrik kasılma denir. Kasıldığımda ortaya çıkan kuvvetin miktarı, boyumun uzunluğuna ve uyarının miktarına bağlıdır.

Kasılma dediğiniz hareketin ortaya çıkması için, bir motor sinir (hareket sinirleri) lifinden çıkan elektrikî uyarının, benim kas hücre zarım ile sinir hücresi zarının arasındaki bölgeye (sinaps) geçmesi gerekir. Bu elektrikî uyarı ile ortaya çıkan kimyevî reaksiyon sonucu, çok kısa bir süre içinde, kas lifçiğimin içindeki aktin ve myosin proteinleri birbiri üzerine kayarlar ve böylece bu kas lifçiğimin boyu kısalır. Bu reaksiyon sırasında bir miktar da ısı ortaya çıkar; bütün kaslarımın ortaya çıkardığı ısının toplamı ise senin vücudunun normal ısısını belirler. Bu yüzden soğuk havalarda titreşen kaslarım daha fazla ısı üreterek vücut ısını sabit tutmaya çalışırlar. Senin de fark ettiğin gibi, Yaratıcımızın bütün işleri pek hikmetli, değil mi ? Bir taraftan senin hareketini sağlarken, diğer taraftan da aynı işle ısı ürettirerek seni üşümekten koruyor. Soğuk havalarda insanların hasta olmamak ve donmamak için niçin hareket etmek mecburiyetinde olduklarını anlamışsındır.

Bir kas lifine, sinir lifinden arka arkaya gelen elektrik uyartıları neticesinde yaptırılan kasılma hareketleri, bir müddet sonra bu kas lifini yorar, kendisi için dinlenme ihtiyacı hasıl olur. Bu durumda daha önce kasılmamış olan başka lifler devreye girerek o işin görülmesini sağlarlar. Ancak sinirden gelen elektrik uyartısı çok sık aralıklarla sürüyor ve kas liflerim dinlenmeye fırsat bulamıyorsa, fizyolojik tetanüs adı verilen sürekli kasılma hâli ortaya çıkar.

Yürümekten koşmaya; sıçramaktan oturmaya kadar hareketlerinin uyumlu ve koordineli olması için, kaslarımın üzerine yerleştirilmiş olan gerginlik alıcıları, her an sinir sistemini haberdar ederek, kasımın durumu, kasılma hızı ve derecesi hakkında bilgiler verir. Böylece kas faaliyetlerimin yakından takibi ve koordinasyonu sağlanır. Yani yolda yürürken yalpalamazsın; yemek yerken, ellerin titreyip kaşığındakini üzerine dökmezsin.

Her sistem ve dokuda hastalık oluşabildiği gibi, benim de kendime göre hastalıklarım vardır. En çok bilinenler; güçsüzlük, şekil bozukluğu, ağrı ve iraden dışında gelişen kasılmalarımdır (tik). Kas iltihapları (myozit), kas distrofileri, kas kemikleşmeleri (Stiffman sendromu), selim veya habis kas urları da (leiomyom, rhabdomyom, rhabdomyosarcom gibi), değişik derecede ağırlığı ve tehlikesi olan bozukluklardandır.

Sevgili Hasan! Bütün uzuvlarını hareket ettiren, kemiklerinin üzerini doldurarak ve vücuduna şekil vererek heykeltraşlara ilham kaynağı ve model olmanı sağlayan her bir kasımın; bir ilim ve kudretin eseri olduğunu herhalde anlamış bulunuyorsun. Benim tek bir hücremin içindeki myofibrilimin bile tesadüfen veya kendi kendine oluşma ihtimali olmadığı hâlde, bazıları nasıl oluyor da, bütün hayvanlar âlemindeki kas hücrelerinin ve hareket sistemlerinin evrim denilen şuursuz ve akılsız bir kavramla oluşabileceğini iddia ediyorlar, hâlâ anlayabilmiş değilim. Hasan! Herhalde sen de abartılmış ve çarpıtılmış biyolojik kanunların, evrim mekanizmaları adı altında, herşeyin altından çıktığına artık gülüp geçiyorsundur. Selâm ve sevgilerimle.

çok bilgi verici olmuş....
tşkkrlr...

İlginiz ve yorumunuz için ben teşekkür ederim.

Ben Hasan'ın Kulağıyım

Prof.Dr. Arif SARSILMAZ

Yıllardır sadece başının iki yanındaki iki et parçası olarak görüp hiç umursamadığın, harikulade bir mimariye sahip olan kepçe şeklindeki ses alıcılarım başta olmak üzere, bütün parçalarım hep birlikte, bizi bu kadar uyumlu bir şekilde bir araya getireni, ve senin kâinatta yaratılmış seslerin sadece bir kısmından istifade edebilmen ve ruh dünyana yeni menfezler açman için çalışan, üzerimizdeki harika sanatları göstererek onları sana hediye edeni, bütün âleme ilân etmek için sabırsızlanıyorum.

Bensiz Dünya Sessiz Dünya
Her sanatkâr sanatını sergileyerek takdirkâr nazarlara arzetmek ister. Atomlardan yıldız sistemlerine kadar kâinatın her yerinde sanatının bütün inceliklerini şuurlu bir varlık olan sana gösterirken, bu sanatların en hârikalarını ve muhteşemlerini de yine senin kendi vücuduna takmış ve kolayca görüp anlayabilmen için ayrıca sana akıl ve ilim de vermiş. İlim ile varlığın hikmetleri ve çeşitli vasıfları hakkında değerlendirmeler yapabilirsin. Ancak eşya hakkında bilgi sahibi olup bunu hikmete çevirebilmen ve marifet ufkunu yakalayabilmen için, senin dışındaki dünyada varolan eşyaya ait hususiyetleri beş duyunun süzgecinden geçirmen gerek.

Eğer ışık, aydınlık ve renkler hakkında bilgi sahibi olamazsan mevcudat hakkındaki maddî ilimlerde eksik kalırsın. Aynı şekilde eğer beni de Rabbim senin kafatasının içine yerleştirmeseydi, kâinattaki ilâhî musikinin birer notası olan kuşların sesini, ağaçların hışırtısını, suların şırıltısını, rüzgârın uğultusunu duyamaz ve bu hususlardaki bilgin eksik kalırdı. Halbuki herşey kendi lisânıyla Rabbimizi tanıtmak için konuşuyor. Işığın dalga boylarıyla konuşulanları göz ile idrâk ediyorsun. Moleküllerin titreşimleri ile ortaya çıkan ve ses adı verilen farklı dalga boylarını da benim ile idrak ediyorsun.

Benim idrâk sınırlarıma giren sesin dalga boyu 20 ile 20.000 Hertz arasında değişir. Bu sınırların dışında kalan daha düşük ve daha yüksek frekanslı sesleri hissetmekten âcizim. Fakat bu acziyet biraz sözün gelişi oldu. Zira aslında bu hem senin, hem de benim için bir rahmettir. Eğer bütün mevcudatın yaratıcısı olan Rabbimiz beni bu şekilde, belli bir kapasitede yaratmasaydı da, çok daha geniş bir işitme tayfında iş görebilecek yapıda yaratsaydı, yerde yürüyen karıncanın ayak sesinden, yumurtlayan bir böceğin inlemesinden, bir arı kovanındaki vızıltıdan, gökte uçan kuşların kanat sesinden rahatsız olacak, beynindeki dayanılmaz acılara katlanmak zorunda kalabilecektin. Bu dünyada işini görebilecek kadar bir hassasiyete sahip oluşum bu yüzden senin için rahmettir. Zaten benim yaratıcım herkese vereceğini en uygun şekilde ve en ideal ölçülerde verir, abes iş yapmaz. Sakın ola ki, yarasanın kulağının hassasiyetine özenme. Senin için en uygun olanı benim.

Benim sadece dıştan görünen kısmıma bakıp da aldanma. Bazen utandığın zaman kızaran, bazen de seni ikaz için babanın veya hocanın hafifçe tutup da çektiği kepçe kısmım başının şekline ve sesleri alma konumuna en uygun yere yerleştirilmiştir. Kulak kepçesi dediğiniz bu kısım, elâstik kıkırdak olduğundan çok esnektir ve üzerime yattığın zaman kırılmaz. Üzerimdeki kıvrımlar ve sesin giriş deliğindeki kıllar da sebepsiz değildir. Sesin geliş yönüne ve şiddetine göre sesi en iyi şekilde orta kulak bölgeme yönlendirecek uygun bir sertliğe sahip olan kepçemin kıkırdaklarının özel biçimi, her şahsa ait genetik koda göre verildiğinden, kimseninki bir başkasınınkine benzemez. Girişteki kıllar da böcek, toz gibi yabancı cisimlerin içime girmesine mani olmak içindir. Dışarıdaki bu kepçe kısmımı orta kısmıma bağlayan dış kulak yolum, oldukça geniş olsa da salgılanan mumsu ve yağlı salgı (kulak kiri) bazen aşırı miktarda yığılıp birikirse meydana gelen tıkanıklık sebebiyle geçici bir işitme kaybına uğrayabilirim.




Kepçe ve dış kulak yolumdan sonra gelen orta kulak bölgem kulak zarı (tympanum) ile başlar. Bu ince zarıma yapışık olarak sıra ile yerleştirilmiş çekiç, örs ve üzengi (malleus, incus ve stapes) kemikçiklerim bulunur. Bu küçücük kemiklerim birbirlerine 105 derecelik bir açı ile hassas bir şekilde eklemlenmiş olup, zarımdan gelen en küçük bir ses titreşimini bile bir kaldıraç gibi büyütüp kuvvetlendirerek iç kulağa iletir. Orta kulak boşluğum östaki borusu, denilen çok ince bir kanal ile yutak boşluğuna açılır. Çok kuvvetli gelen seslerin benim zarımı patlatmamasını istiyorsan herhangi bir patlama veya kuvvetli ses sırasında ağzını açmanı tavsiye ederim. Böylece ağzından giren ses dalgası ile benim içimden geçen ses dalgası birbirini dengeler ve zarımı patlatmamış olur.


Orta bölgemden sonra gelen iç kulak kısmım ise en hayatî, hassas ve nazik olan yer olduğu için tamamen kafatasının kemikleri tarafından sarılıp korunmuş bir hâldedir. Tam bir sanat ve teknoloji harikası olan iç kulak bölgem, şakak kemiğinin içindeki çok küçük ve dar bir sahaya yerleştirilmiş iki süper alıcı organı birarada bulundurur. Evet, ayrı işler yapan iki organcık bir araya yerleştirilmiştir. Bunlardan birisi sesleri alan salyangoz bölgesi (cochlea), diğeri ise sana emanet edilmiş vücudunu sağa sola çarpmaman ve ayakta sağlam durup her türlü hareketi düşmeden yapabilmeni temin eden denge organı olan yarım daire kanalları (canalis semicircularis), kesecik (sacculus) ve kırbacık(utriculus)'tır.

Bu yapıların hepsi bir bütün hâlinde çok sanatlı şekilde sanki mermerden oyulmuş veya tek parça metalden dökülmüş gibi kemikten yapılmıştır. Salyangoz kanalımın içinde, boydan boya uzanarak onu enlemesine olarak ikiye ayıran bir kemik bölme bulunur. Üstteki boşluk, orta kulak ve iç kulağı birbirinden ayıran oval pencereye, alttaki ise yuvarlak pencereye bağlanır. Bütün iç kulağımın içini dolduran sıvının zarlarla kemik arasında kalan bölümüne perilenf, zarların içindeki kısmına ise endolenf adını veriyorsunuz.

Salyangoz kanalımın taban kısmını döşeyen zarın üzerinde çok küçük özel bir organ bulunur. Corti organı ismi verdiğiniz bu kısım ses dalgalarına karşı hassas alıcı duyu hücreleri (reseptörler) ve bunlara desteklik yapan hücreler bulunur. Corti organındaki hücrelerin yüksekliği yer yer farklı olduğundan salyangozumun farklı bölgeleri değişik dalga boyundaki seslere karşı hassastır.

Orta kulak bölgemdeki çekiç, örs ve üzengi kemiklerinden geçen ses dalgası önce oval pencereden salyangozumun içindeki perilenf sıvısını, daha sonra da salyangozumun tavanını teşkil eden reissner zarını titreştirerek endolenfte dalgalanmaya sebep olur. Dalgalanma hareketi bu zar boyunca ilerleyerek corti organına ulaşır. Bu organcığımın sese karşı hassas olan özel alıcı hücrelerinin uçları çok küçük tüycüklerle (cilia) döşenmiştir. Gelen ses dalgasıyla bu tüycüklerde eğilme ve bükülmeler olur. İşte burada çok önemli bir hâdise vuku bulur: Ses dalgalarının hasıl ettiği titreşimden kaynaklanan mekanik enerji bu hücreler tarafından elektrik enerjisine çevrilir! Bu elektrik uyarıları, beyninden gelen işitme siniri (nervus cochlearis) yoluyla beyne iletilir ve bu durum ses olarak idrak edilir. Aynı ses dalgaları yoluna devam ederek tekrar perilenfe girer ve orta kulakla iç kulak arasındaki diğer bölme olan yuvarlak pencerenin dışa doğru bombeleşmesine sebep olur. Böylece perilenfteki ses titreşimleri azaltılmış ve gücünü kaybetmiş olur.

Tabiî ki bu benim anlattığım işitme hâdisesinin hızı benim zarımda ve kemikçiklerimde ses hızına bağlı olarak iletilirken, işitme sinirinden beyne, elektrik akımı şeklinde çok daha hızlı iletilir, beyinde değerlendirilir ve anında da bu sese karşı bir cevap verilir. Saniyenin kesirlerinde bu işler aksamadan yürütülürken sen farkında bile değilsin. Sadece herhangi bir sesi duyduğunu söylüyorsun. Ama işitmenin nasıl ortaya çıktığını hiç aklına getirmiş miydin? Senin ihtiyacına göre işitme organı olarak Rabbim beni yaratmasaydı, kâinattaki sesler ve musiki hakkında hiçbir malûmatın olmayacaktı!

Hasan bir düşün bakalım! Senin ihtiyacını bilip, ona göre her türlü cihazla donatan Rabbim olmasaydı, kafa kemiklerinin içinde kendi kendine bir kulak gelişebilir miydi? Yahut tesadüfen bazı biyolojik mekanizmalar ardı ardına hep isabetli olarak cereyan ederek ortada bir plân ve proje yokken benim gibi mükemmel bir cihaz bütün müştemilatıyla sahneye çıkabilir miydi? Akıllı ve düşünen herkes gibi sen de, benim bu şekilde olamayacağımı ve ancak Rabbimizin yaratabileceğini anlıyorsun, değil mi?

Bir Maharetim de Dengen Hususunda
Şimdiye kadar anlattıklarım sadece işitme ile ilgili olan vazifemdi. Biraz da denge ile alâkalı faaliyetimden bahsedeyim ki ne kadar mucizevî olduğumu daha iyi anlayabilesin. Sen hiç ip üzerinde yürüyen bir cambaz veya dağa tırmanan bir dağcı gördün mü? Daha kolay hatırlayabileceğin bir misâl olarak da, kendi bisikletine binerken düşmemek için yaptığın hareketleri hayalinde canlandırabilirsin. En küçük bir hatada cambaz ipten düşer, dağcı bir uçuruma yuvarlanabilir, sen de bisikletinden düşersin. Denge ile ilgili bütün bu hareketleri sen gayri ihtiyârî olarak (refleksle) yaparken benim içimde ne fırtınalar kopuyor hiç düşündün mü? Bir saniye bile ara vermeden her yönden devamlı gelen karışık hareketlere karşı senin her an dengeni bozmadan kalabilmen için, benim içime öyle hassas alıcılar yerleştirilmiş ki, bu alıcılar en küçük bir kıpırdanmanda bile hemen durum değişikliğini farkederler ve omurilik ile beynine yeni durumun hakkında bilgi göndererek vücudunu yeni durumuna göre ayarlama sinyali verirler.

Küçücük bir iç kulakta hem işitme hem de denge aynı anda nasıl yürütülüyor, diyebilirsin. İşte benim Rabbim öyle bir Allah'tır ki, mikroskobik ölçülerde hususî yarattığı hücreleri daracık bir yere sıkıştırır ve en hassas işleri bu âciz hücreler vasıtasıyla yürütür.

Denge hissini nasıl alırsın ve uygun cevap refleksini nasıl verirsin? Bu sorunun cevabı için az önce yukarıda sözünü ettiğim anatomik yapılara biraz daha dikkat etmen gerekecek. Yarım daire kanallarımın dip kısmında, kırbacık ve keseciğe açılan ampul gibi hafif şişkinlikler bulunur. Üç adet yarım daire kanalımın herbiri birbirine 90 derecelik dik açı yapacak şekilde fezadaki üç boyuta göre yerleştirilmiştir. Yarım daire kanallarımın içinde az miktarda, ampullerin içinde ise yoğun olarak bulunan tüylü (silli) alıcılarım her türlü harekete bağlı olarak eğilip bükülecek elâstikiyette ve çok hassas şekilde yerleştirilmiştir. Kesecik ve kırbacıkta bulunan denge alıcılarımın üzeri ince bir zarla örtülü olup içinde jelatinimsi koyulukta bir sıvı ve kireçtaşı parçacıkları bulunur (cupula terminalis). Yarım daire kanallarımın içinde bulunan endolenf sıvısı, yoğunluğuna bağlı olarak senin başının ve vücudunun hareket ettiği istikametin aksine olarak hareket eder. Tıpkı hızla giden bir vasıta içindeki yolcuların hıza ve yöne bağlı olarak savrulması gibi endolenfin de hareketi ve hızı, vücudunun umumî hareketinden farklılık gösterir. Meselâ, araba sağa dönerken yolcuların dönüş ivmesi ile sola savrulması veya hızla giden bir vasıtanın ani fren yapmasıyla yolcuların öne doğru fırlaması gibi hareket hızına, ivmeye veya momentuma bağlı olan her türlü değişiklik yarım daire kanallarımdaki sıvının hareket etmesine sebep olur. Endolenf sıvısının hareketi ile kanalcıkların içindeki kireçtaşlı jelatinimsi kitlenin yeri değişir ve temas ettiği alıcılarımdaki hücrelerin üzerindeki tüycükler bükülür. Başın her hareketi, farklı farklı yerlerdeki hücreleri uyararak denge siniri (nervus vestibularis) vasıtasıyla her an meydana gelen denge değişikliklerinden sinir sistemini haberdar eder.

Bu Faaliyetler Şükür ve Tefekkür İster
Hayatın boyunca yaptığın bütün hareketleri bir düşünsen; yaptığın hiçbir hareketi kaçırmadan vücut dengenin koruması için senin hizmetinde olan denge cihazımın ve yine bir ömür boyu dünyadaki mevcut binbir çeşit sesi idrâk etmeni sağlayan işitme cihazımın (corti organı) hiç yorulmadan, bıkmadan, usanmadan, şikâyet etmeden vazifelerini yaptıklarını farkedersin. Ve senden bu işler için hiçbir ücret de istemiyoruz. Zaten bizi senin kafatasına yerleştirip beynindeki ilgili merkezle bağlantısını kuran Rabbimiz seni yaratırken de hiçbir ücret istememişti. Sadece bu nimetleri düşünüp, tefekkür edip şükretmeni istiyor.

Şükretmen ve tefekkür etmen için hastanelerde çok çeşitli ibret tabloları bulabilirsin. Bilhassa çocuklarda sık rastlanan orta kulak iltihabı (otitis media), üzengi kemiğinin taban parçasının oval pencereye yapışıp sesleri iyi iletememesinden doğan otoskleroz, işitme sinirinin harabiyetine bağlı olarak doğuştan veya sonradan ortaya çıkan sağırlıklar gibi hastalıkları görünce işitme ve ayakta dengede durma gibi nimetlerin büyüklüğünü daha iyi anlayacaksın. Attığın her adımda, yatarken, kalkarken; işittiğin her kuş cıvıltısında, tatlı bir melodide, annenin-babanın sesini duyduğunda bu seslerin mânâsını senin beynine nakşeden, Rabbimin büyüklüğünü ve merhametini daha iyi anlayacaksın.

Hasan! Şimdiye kadar beni hep başkalarını dinlerken kullanıyordun, bugün ise ben kendimi sana anlattım ve beni benden dinledin. Üzerimde taşıdığım güzellikler ve inceliklerle dolu sanatlı anatomik yapımın ancak % 1'ini belki ana hatlarıyla anlatabildim. Gelişen tıbbî ve biyolojik ilimlerin ortaya koyduğu bütün incelikleri her türlü hikmetleriyle birlikte anlatmaya kalksam, elindeki bu derginin sayfaları yetmez. Zaten o kadar geniş bilgiye de ihtiyacın yok. Mühim olan dikkatini üzerime çekerek seni Rabbimize biraz daha yaklaştırmaktı. İnşallah faydalı olmuştur. Bundan sonra zaman zaman çınlayarak seni gafletten korumak için kendimi hatırlatacağım, haberin olsun.

Kulak yapısı ve ses dalgalarının özellikleri hakkında daha fazla bilgi için aşağıdaki linki inceleyebilirsiniz.

http://www.mollacami.net/forum/index.php/topic,13251.msg122507.html#msg122507

Ben Hasan'ın İç Salgı (Hormon) Sistemiyim
Prof.Dr. Arif SARSILMAZ

Yaratıcımız olan Allah'ın mührünü kendi üzerinde gören organların, sergilemiş olduğu sanatın güzelliklerini ve inceliklerini seslendirerek Rabbimizin isimlerine tercüman olduklarını haykırdılar. Böylece hem seni bilgilendirdi, hem de tabiat ve sebeplerin bir şey yaratamayacağını nazara vererek şirk ve inkâra düşebilecek kimseleri ikaz etmiş oldular. Kendisini anlatan her bir organ, vücut sistemi içindeki vazifesini nasıl yerine getirdiğinden, yapısındaki mükemmelliklerden bahsetti. Her organını bir müzik âleti gibi kabul edersen, bu güne kadar tek tek bu âletlerin nasıl çalıştığını öğrenmiş oldun. Fakat müzik âletleri tek tek çok mükemmel ve sanatlı da olsalar, onların gerçek değeri ancak birlikte teşkil ettikleri orkestranın verdiği konserin mükemmelliği ile anlaşılabilir. Senin vücudun da içinde yüzlerce enstrümanın çaldığı orkestraya benzetilebilir. Organların mükemmel yapısı yanında asıl mühim olan, hepsinin birlikte arızasız bir şekilde çalışmalarıdır. Orkestranın her hangi bir sanat eserini kusursuz icra edebilmesi ise, bütün müzik âletlerinin hem birbirine, hem de besteye ve notalara uyumlu olarak çalınmasına bağlıdır. Bu işi yapan ise orkestranın şefidir. Orkestra şefinin her hareketini kollayan enstrümanları, kullanan kimseler, gerektiğinde beklemeyi, gerektiğinde yüksek sesle veya hafif tonda ses çıkarmayı veya aniden sesini yükseltmeyi onun hareketlerine göre ayarlarlar. Böylece kusursuz bir konser icra edilir.
Senin vücudunda iş gören organlar da, uyumlu ve ahenkli çalışmaları için orkestra şefi mesabesinde bir sisteme ihtiyaç duyarlar. Vücudundaki faaliyetlerin günlük ihtiyaçlarına göre belli bir ahenk ve nizâm içinde sürdürülebilmesi için iş gören bu "düzenleyici sistem"in iki alt birimi vardır. Bu işler için vazifelendirilmiş olanlardan birisi "beyin ve sinir sistemin", diğeri ise benim. Benim adım "iç salgı sistemi" veya "hormon sistemi"dir. Aslında kendimden "ben" olarak değil, "biz" olarak bahsetmem gerekir, çünkü bir sistem olarak, çok sayıda organ birlikte iş görüyoruz. Hepimiz birbirimizin hareketine ve yaptığı işe dikkat ederek, kendimizi sistemin bütünlüğü için ayarlayarak kontrol ederiz. "Beyin ve sinir sistemin" hepimizin üzerinde bir pozisyonda, genel kontrol merkezi olmakla beraber, kontrol ve düzenleme işini o da tek başına yürütemez ve bizim faaliyetlerimize ihtiyaç duyar.

Vücudunun hayatiyetini sıhhatli bir şekilde sürdürebilmesi için uymak mecburiyetinde olduğu en temel prensip; "değişen çevre şartlarına uygun cevaplar verilerek, iç ortamının dinamik bir denge içinde sabit tutulmaya çalışılmasıdır" (homeostazi). İç ortamın sabit tutulması için, önce dış dünyadaki değişikliklerden haberdar olunması gerekir ki, bu işi duyu organların yapmaktadır. Dış dünyanın değişiklikleri hakkında duyu organlarının getirdiği sinyaller, beyin ve sinir sistemin tarafından değerlendirildikten sonra, metabolik süreçlerde uygun cevapların üretilmesi için ilgili organa haber verilir ve böylece bozulmak üzere olan hâdiseye müdahale edilerek dengenin korunması sürdürülür. Büyüme, gelişme ve üreme ile alâkalı bütün faaliyetler yürütülürken aynı zamanda iç ortamın değişmez tutulması (homeostazi) da gerekir. İşte bütün bu faaliyetlerin aksamadan yürütülmesi için iç salgı bezleri adı verilen kendileri küçük, fakat tesirleri çok büyük ve hayatî olan organcıklar vazifelendirilmiştir.

İç salgı sistemimi teşkil eden organcıklarının başında, hepsinin komutanı mesabesinde bulunan ve beynin yapısı içine girmiş bir şekilde yerleştirilen hipofiz bezin gelir. Benim sistemime dahil olan diğer iç salgı bezlerin ise, tiroid, paratiroid, böbreküstü bezi (adrenal bez), epifiz, pankreas, timus, testis (husyeler), ve ovaryum (yumurtalıklar)'dur. Şimdi, bu küçük fakat mühim organcıklarım sırayla kendilerinden bahsederek ne kadar mükemmel bir program dahilinde ve çok hassas bir denge içinde çalıştıklarını gösterecekler. Onların anlattıklarından gerekli mesajı almak ise sana düşüyor.

Bütün dokularda belli bir hormona cevap veren hususî alıcı molekül grupları bulunur. Bu özel alıcı molekül gruplarını taşıyan hücreler, kendilerini hedef olarak görmeye programlanmış hormonun tesiriyle, kabiliyeti olan hususî işi yapmaya başlar. İç salgı bezlerimin başlıca fonksiyonları; büyümeyi ve gelişmeyi sağlamak, neslin devamı için gerekli üreme süreçlerinin âhenkli bir şekilde düzenlenmesi ve vücuttaki fizyolojik süreçlerin nispeten sabit sayılabilecek bir ortamda yürütülmesidir. Zannederim, bu salgı bezlerimi dinleyince Yaratıcımız'a olan hayret, hayranlık, sevgi ve haşyet gibi hislerin coşacaktır. İşte şimdi sahneye hipofiz geliyor:

Benim adım Hipofiz!: Bütün bezlerinin komutanı olarak vazifelendirildim. Bu yüzden de beyninin alt kısmında çok muhkem bir yere saklanmış durumdayım. Nohut büyüklüğünde birkaç gram ağırlığında cismi çok küçük, fakat marifetleri çok büyük bir organım. Benim iki kısmım vardır. Ön lobum (adenohipofiz) hormonların çoğunu salgılar ve Yaratıcımız tarafından bu hormonlarıma diğer iç salgı bezlerinin salgı faaliyetlerini yönlendirecek hususiyette anahtar roller verilmiştir. Meselâ tyrotropin hormonu tiroit bezine tesir edecek ve salgı yapmasını uyaracak şekilde ayarlanmıştır. Tyrotropin salgımdaki dengesizlik daha aşağıda kendisini sana anlatacak olan tiroid bezinin çalışmasını bozar. Fazla salgılanırsa hipertiroidi, az salınırsa hipotiroidi hastalıkları ortaya çıkar. Her ikisinde de vücudunun metabolizmasında bozukluklar kendini gösterir. Adrenocorticotrop hormon böbreküstü bezinin (adrenal bez) kabuk bölgesinin faaliyetlerini ayarlamak üzere yaratılmıştır. Follikül uyarıcı hormon, hanımlardaki cinsiyet hormonlarından olan östrogenin yumurtalıklardan salgılanmasını düzenlediği gibi, erkeklerde sperm hücrelerinin ve yine hanımlardaki yumurta hücrelerinin olgunlaşmasına da tesir ederek insan neslinin devamı için gerekli fizyolojik faaliyetlerin sürdürülmesinde çok önemli bir iş görür. Lutein yapıcı hormon da östrogenle birlikte diğer cinsiyet hormonları olan (progesteron ve testosteron) salgılanmasını uyarır.



Sen doğduğunda 50 cm boyundayken, bugün 180 cm boya eriştin. Hem boyun uzadı, hem de el ve ayakların, bu arada başın ve gövden de bu uzamaya mütenasip bir şekilde irileşti. Senin bu şekilde, yaşına uygun olarak büyümeni kontrol eden önemli bir salgım da somatotropin hormondur. Eğer herhangi bir sebepten çalışma dengem bozulsa ve bu hormonum az salgılansaydı cüce kalırdın, veya bazı uzuvların vücudunla uyumsuz ve ölçüsüz şekilde kısa kalırdı. Aşırı şekilde salgı yapsaydı, o zaman da ölçüsüz büyüme neticesinde devlik hastalığına (gigantizm) tutulurdun. 'Olsun, keşke devlik hastalığı olsaydım!' deme. Çünkü bu durum normal bir hâl değildir, 'dev'lik hastalığıyla birlikte birçok kalb ve tansiyon problemi, kas zayıflıkları, bağışıklıkla ve genel metabolizma ile ilgili birçok problem de görülür. Anne adayı hanımların süt bezlerinin gelişmesini sağlayan prolaktin hormonu ile derinin rengini veren pigment hücrelerini uyaran melanosit uyarıcı hormon da yine ön lobumdan salgılanırlar, ama bu iki hormonun diğer iç salgı bezleri ile bir münasebeti yoktur. Melanosit uyarıcı hormonumun ön maddesi olan lipoprotein molekülü, aynı zamanda encephalin ve endorfin adı verilen tabiî morfin maddelerinin sentezlenmesini sağlar. Bu iki maddeye fıtrî uyuşturucular da diyebilirsin. Bu maddelerin salgılanması sayesinde birçok fizikî acıya katlanabilirsin. Atın üzerinde ayağı kesilip koptuğu halde farkına varmayan, bıçak karnına girdiği halde hissetmeyen kahramanların bu acıları hissetmemelerinin altında yatan maddî sebep, bu hormonların yaralanma anında çok bol miktarda salgılanmalarıdır. Ancak bu hâdisenin manevî cephesi, iman, ihlas ve teslimiyette gizlidir. Zaten benim bütün hormonlarımın salınmasının, sinir sistemin ve ruh dünyan ile çok yakın alâkası vardır. Bilhassa asrımızda çok kötü bir hâl alan cinsî bozukluk ve sapıklıkların... Çocukluktan itibaren yanlış terbiye ve yetiştirilme, yanlış arkadaş seçimi sonucunda beyindeki şartlanmalarla hormonlarımın dengesi bozulur ve cinsiyet hormonlarının bozukluğu da davranışlara tesir eder.

Davranış değişiklikleri, ruhî dengeleri bozarak nefsi kötülüklere iter. Onun için çocukların küçük yaşlarda cinsiyetlerine uygun kimlik kazanmaları hususunda çok dikkat etmek ve beyinlerini yaratılışlarına göre şartlandırmak gerekir.

Beynin hipotalamus kısmında yapılmasına rağmen benim arka lobuma (neurohipofiz) gelen ve burada depolandıktan sonra salgılanan iki hormondan biri oksitosin, diğeri ise vasopressin olarak da bilinen antidiüretik hormondur. Oksitosin düz kasları çalıştırır, bilhassa doğum için rahimde kasılmaları ve süt kanallarının kasılarak salgılamarını uyarır. Vasopressin kan damarlarının daralmasını, kan basıncının yükselmesini ve böbreklerden suyun kana geçişini artırarak idrar üretimini azaltır. Böylece sıcak ve kurak durumlarda fazla su kaybını önlemiş olur. Bu hormonun eksikliğinde şekersiz diyabet olarak bilinen bir hastalık ortaya çıkar ve su metabolizması bozulmuş olur. Benim daha çok anlatacak güzelliklerim var ama, bütün iç salgı bezlerinin reisi olma gibi bir pâye verildiği için başkalarının hakkına tecavüz etmeden çekileyim ve yerimi tiroide bırakayım.

Benim adım Tiroid!: Hasan, senin boyun kısmında gırtlağının hemen altında, nefes borunun iki yanında yer alan, birbirine ince bir doku ile bağlı iki parça halinde bulunuyorum. Benim içimde follikül adı verilen çok sayıda küçük kesecikler vardır ve bu keseciklerimin etrafı çok yoğun kılcal damarlar ile sarılıdır. Bu keseciklerin içindeki boşlukta benim hücrelerim tarafından Rabbimizin programladığı şekilde üç önemli hormon yapılır. Bunlardan ikisi iyotlu olan tiroksin ile triyodotironin, diğeri ise kalsitonindir. Benim hormonlarımın çok fazla önemli tesiri vardır. Vücudunun genel çalışma performansı ile alâkalı olarak bütün hücrelerinin oksijen sarfiyatını, yani metabolizma hızını ayarlamak için Rabbim benim gibi küçücük bir et parçasının hormonlarını vazifelendirmiş. Ayrıca dolaşımdaki kolesterol seviyesini de düşürerek ayarlarım. Benim bu iyotlu hormonlarım çocuklardaki gelişim için şarttır. Eksik olursam gelişme geriliği, cücelik ve zekâ geriliği gibi istenmeyen durumlar ortaya çıkarırım. Toprakta veya suda yeterince iyot yoksa, hormon üretmekte zorlanırım ve bu açığı kapatmak için çok çalışmaya başlarım ve dayanamayıp şişerim. Bu duruma guatr hastalığı adını koymuşlar. Aşırı hormon salgıladığımda gözlerin dışarı doğru patlak bir hal alır, bu duruma da egzoftalmik guatr veya Basedow hastalığı denir.



Bu iyotlu hormonlarım ile reisimiz hipofizin salgıladığı uyarıcı tyrotropin hormonu karşılıklı olarak birbirimizi kontrol ederiz. Tembellik eder de salgı yapmayı yavaşlatırsam hipofiz hemen beni uyarır. Fazla salgı yaparsam, bu sefer de hemen hipofiz uyarmasını keser ve sakinleşmemi bekler. Ne kadar mükemmel bir sistem değil mi? Sadece bizim aramızda değil, hipofiz ile diğer bütün sistemler arasında bir geri-besleme, yani birbirini karşılıklı kontrol etme sistemi vardır. Hipofiz nohut kadar bir organ, bizler de küçük birer et parçası olduğumuz halde yaptığımız işlere bak Hasan! Hiç tesadüf parmak karıştırabilir mi? Neyse, çok uzattım ama, son olarak bir de kalsitonin'den bahsedip bitireyim. Bu hormonum da kan serumundaki kalsiyum seviyesini ayarlamakla meşgul olur. Hiç de öyle kolay bir iş değildir. Bütün kemiklerinin hayatiyeti ve doğru yapılması için bu hormonum şart, aksi taktirde kemiklerin boşalır ve kendiliğinden kırılacak hâle gelir.

Benim adım Paratiroid!: İsmimden de anlayacağın gibi (para=yakınında mânâsına gelir) tiroidin yakınında hemen arkasında 4 adet küçük parçacık hâlinde bulunuruz. Zaten birkaç temel fonksiyonumuzun dışında daha bilinmeyen işlerimiz de var. İskelet kemiklerin ile kanın arasındaki kalsiyum miktarını hassas bir şekilde ayarlamak birinci işimdir. Ayrıca fosfat ve magnezyum metabolizmasında da söz sahibiyim. Bu işleri yapmak için bana verilen vazife parathormon isimli bir hormonu üretmektir. Tabiî ki bunun kimyevî yapısını ben bilemem, ama öyle programlanmışım, aksatmadan vazifemi yapmaya çalışıyorum. İdrardaki fosfat ve kandaki kalsiyum seviyeleri ölçüldüğünde benim iyi çalışıp çalışmadığım anlaşılabilir. Kanında kalsiyum azalması sinirlerinin uyarılmasını kolaylaştırdığından kas spazmları, çırpınmalar ve kimi zaman bunamayla ortaya çıkan tetanik kasılmalara sebep olur. Kalbinin ve kaslarının sıhhatli çalışması kalsiyuma çok bağlıdır. Magnezyum ayarlanmasında da rolüm olduğu söylenmektedir. İleride daha kim bilir ne marifetlerimi öğreneceksiniz Hasan! Ama şimdilik bana da müsaade!

Benim adım Böbreküstü bezi (Adrenal bez)!: Her birimiz iki böbreğinin üzerine yerleştirilmiş üçgen şeklinde 5 cm uzunluğunda, 2,5 cm genişliğinde ve 0,5 cm kalınlığında 4,5 g kadar ağırlığımız olan iki kardeşiz. Sakın ola ki, cismimize bakıp da bizleri küçümseme. O kadar hayatî işler yapıyoruz ki, aklın durur. Yapı olarak bir öz veya iç bölgemiz (medulla), bir de bunun üzerinde kabuk (korteks) bölgemiz bulunur. Bu iki bölgemiz; hem meydana geldikleri embriyonik tabakanın orjini, hem yapıları, hem de yaptığımız işler bakımından çok farklıdırlar. Fakat Rabbimiz bizi içiçe yerleştirmiş. İç bölgemin salgıladığı iki önemli hormon adrenalin ile noradrenalin (epinefrin ve norepinefrin olarak da bilinir)'dir. Adrenalin salgım karaciğerindeki glikojenin kan şekerine (glikoza) dönüşmesini hızlandırır, böylece enerji ihtiyacın için kanında şeker artar, kalb kasılmalarının hızını ve gücünü artırıp, çevredeki kan damarlarının çapını daraltıp, kan basıncının yükselmesine sebep olur. Akciğerlerinin ince bronşlarını da açarak daha bol oksijen almanı sağlarım. Bu saydığım işler; heyecanlandığında, birisiyle kavga ettiğinde veya bir tehlikeye maruz kaldığında, farkında olmadan bedeninin kendini koruması için, bu hormonumu hızlı şekilde artırışımla ortaya çıkar. Salgılarımın % 80 kadarı adrenalin, % 20 kadarı ise noradrenalindir. Noradrenalinin tesirleri de adrenaline benzer, ancak kalb ve metabolizma üzerine tesiri adrenaline göre daha hafiftir.


Steroit tipi hormon salgılayan kabuk bölgemden ise aldosteron, kortizol ve bazı androgenler (erkeklik hormonları) salgılamaktır. Aldosteron vücudun su ve tuz (bilhassa sodyum ve potasyum metabolizmasını) dengesini düzenler. Kortizol, çok aç kaldığında, proteinlerin parçalanarak şeker (glikoz) ihtiyacının karşılanmasından, iltihaplanmaların önlenmesinden ve alerjilere engel olmaktan sorumludur. Erkeklik hormonları, testislerin (husyeler) dışında tarafımdan da salgılanır. Androgenler ne işe yararlar? Erkekliğe ait ses kalınlaşması, sakal, bıyık çıkması ve vücudun kıllanması gibi hususiyetler androgenlerin tesiriyle olur. Ben az miktarda üretirim. Esas olarak bu hormonu testisler üretir. Kadınlarda yaşlılık dönemlerinde sesin kalınlaşması ve kıllanmalar da, onlarda testis olmadığı halde salgıladığım az miktardaki androgen sebebiyledir.

Benim adım Epifiz (Pineal bez)!: Beyninin arabeyin (diencephalon) bölgesinin tavanından gelişen çok küçük bir bezim. Vazifemi henüz tam olarak bilemiyorsunuz. Bilindiği kadarıyla melatonin hormonu üretiyorum. Bu hormonum derinize rengini veren kahverengi veya siyahımsı renkte olan pigmentin (melanin) melanofor denilen özel deri hücrelerinde yoğunlaşmasını veya seyrelmesini sağlar. Böylece mevsimlere, gün uzunluğu ve kısalığına göre; ışık şiddetini hissedip, ona göre renginizin koyulaşıp açıklaşması temin edilir. Ayrıca beyninizdeki biyolojik saat olarak, senin uyku ve uyanıklık, çeşitli organlarının günün belirli saatlerindeki farklı çalışma periyotlarının da vasıtamla kontrol edildiği düşünülmektedir.


Benim adım Erbezi (Testis veya Husyeler)!: İnsan neslinin devamı için bir vesile olarak Rabbim bizleri yaratmış. Yumurta biçiminde her birimiz 25 g ağırlığında karşılıklı olarak bir torba içine yerleştirildik. Her birimiz bağ dokusundan bir kılıfla sarılı olarak korunuyoruz ve bu kılıf aynı zamanda bizim içimize uzanarak 200-400 kadar lopçuğa bölünmüştür. Her bir lopçuk ise ince kıvrımlı borucuklardan ibarettir. Üreme hücreleri olan ve senin genetik programından bir takımını taşıyan spermler bu borucukların içinde üretilir. Ergenlik çağına geldiğinde, hipofizin uyarmasıyla bizler bir tür androgen (erkeklik hormonu) olan testosteron ile birlikte sperm üretmeye başlıyoruz. Testosteron senin erkek gibi görünmen ve dış görünüş bakımından da kadınlardan ayrılman için gerekli karakterlerin ortaya çıkması için gereklidir. Spermlerin meydana gelmesi ise mayoz bölünme denilen özel bir hücre bölünmesini gerektirir. Bu borucukların duvarını yapan tabandaki spermatogonium denilen 46 kromozomlu (23 tanesini annenden, 23 tanesini babandan aldığın) hücrelerden, bir seri bölünme ve kromozom hareketleri (krossingover) neticesinde yeni özelliklere sahip hücreler meydana gelir. Bir spermatogonium'dan, her birinde 23 kromozom bulunan dört sperm meydana gelir. Birbirinden farklı bu spermlerin herbiri, sana ait çok çeşitli karakterlerin bir mozaik deseni gibidir. Böylece üretilen milyarlarca spermin hiçbiri birbirine tam olarak benzemez. Bunun sebebi, mayoz bölünme esnasında homolog kromozomlar adı verilen (anne ve babandan aldığın) eş kromozomların karşılıklı dizilişlerinden doğan parça alışverişleri olmasıdır. Meselâ bir sperminde senin burnunun babandan gelen özelliği ile kulağının annenden gelen özelliği yan yana geldiyse, başka bir spermde parmaklarının babandan gelen karakteri ile gözünün annenden gelen bir karakteri bir araya gelebilir. Binlerce karakterin bu şekilde harmanlandığını düşündüğünde, ne kadar bol çeşitlilik potansiyeline sahip olduğunu anlarsın. Herkes için mahrem olan, içimde üretildikten sonra dışarı çıkan pis kokulu bir su yüzünden sana gusûl abdesti aldıran benim gibi bir organa, Allah (cc) insanlığın devamı gibi bir vazifeyi, binlerce hikmetle sarıp sarmalayıp sana hediye etmiştir.


Testis bezinin iç yapısı(Işık mikroskobu görüntüsü)

Benim adım Yumurtalık (Ovarium)!: Sevgili Hasan! Benim vazifelerim hanımefendilerle ilgili. Onun için, "Ben Ayşe'nin..." diye başlamam gerekir. Nasıl testisler erkeğe ait ise, yumurtalıklar da kadınlara ait hususî organlar olarak, insan neslinin devamı için vazifenin yarısını üzerimize almış bulunuyoruz. Bizler Ayşe'nin karın içinde ve bel hizasında sağlı sollu 4 cm boyunda, 2 cm eninde, 1,5 cm kalınlığında, 4-8 g kadar ağırlıkta iki organız. Ayşe daha kendisi doğmadan bizim içimizde olgunlaşmamış 150 bin ila 500 bin kadar yumurta bulunur. Bu yumurtaların içinde bulunduğu kesecikler, çocukluk döneminde devamlı olarak bozulup parçalanır ve genç kızlık döneminde her bir yumurtalıkta ortalama olarak 35.000 kadar kalır. Doğurganlığın sürdüğü 13-50 yaşları arasında da ancak bunların 300-500 tanesi olgun yumurta hâline gelir. Ergenlik çağının başlamasını, benim salgıladığım östrogen ve progesteron hormonlarıyla anlarsınız. Östrogen salgım kadınlığa ait özelliklerin belirginleşmesini sağlarken, progesteron da, sperm ile birleşerek yeni bir yavruya dönüşecek olan döllenmiş yumurtanın, rahim içine (uterusa) yapışıp tutunmasını gerçekleştiriyor. Her ay (ortalama 28 günde) ürettiğim yumurta sperm ile birleşmezse, bir müddet sonra bozulur ve rahim içindeki doku artıklarıyla birlikte dışarı atılır. Bir süre sonra yeni bir yumurtam olgunlaşarak, kaderine yazılmış bir spermi beklemeye başlar. Yumurtalarımın içindeki kromozom değişikliklerinin ve sayının yarıya inmesi ile ilgili olayların esası, aynen spermlerin gelişmesindeki gibidir. Sadece bir fark var ki, spermatogonium'ların bir tanesinden dört sperm oluştuğu halde, yumurtamı oluşturacak olan ana hücreden (Oogonium) sadece bir yumurta oluşur ve diğer üçü bozulur. Eğer böyle olmasaydı, binlerce döllenmeye hazır yumurta sahibi olurdun. Fakat vücudun bunları besleyip korumaya uygun olmadığı için Rabbim bu mekanizma ile yumurta sayısını azaltarak seni çok fazla sıkıntıya sokmamış.


Ovaryum(şematik şekil)

* * *

İki organdan daha bahsetmem gerekecek. Bunlardan birisi olan Pankreas karma bir bezdir. Açık bez olarak sindirim enzimlerini salgılar, iç salgı bezi (kapalı bez) olarak ise karbonhidrat metabolizması ile alâkalı insulin ve glukagon hormonlarını salgılamasından bahsetmişti. Çok kompleks bir organ olduğundan kendisine hususi bir yer ayırmıştık ve o da geniş olarak kendinden bahsettiği için meseleyi daha önceki sayılara havale ediyoruz.

Kimsenin dikkatini pek çekmeyen ve bağışıklık sistemine dahil olmakla beraber, iç salgı sistemi içinde de incelenen diğer bir organ ise timus bezidir. İleride bağışıklık ve lenf sistemi (kendisi anlatma lüzumu duyarsa), senin göğüs kemiğinin arkasında, kalbin ile aynı seviyede yer alan bu bezin de vazifelerinden bahseder. Şimdilik şu kadarını söyleyeyim ki, timus'un en önemli vazifesi, hastalık mikroplarına veya vücuda yabancı her türlü doku veya kanserli hücrelere karşı bağışıklık sisteminin çok hususî askerleri olan T lenfositleri ve özel antikorlar üretmektir. Çok sırlı ve kompleks yollardan geçerek üretilen antikorların ve bağışıklık sisteminin diğer organlarında üretilen hususî lenfositlerin timustan geçerken farklılaşması ve yeni özellikler kazanması ile ilgili bazı hormonal salgıları üretiği için timus iç salgı sisteminden sayılmıştır. Hangi sistemden sayılırsa sayılsın timus, diğer organların aksine, bilhassa embriyonken ve doğumdan hemen sonra en büyük halindedir. Daha sonra gittikçe küçülür ve vazifesi azalır. Ergenlik dönemiyle birlikte küçülüp büzüşmeye başlar, hayatın sonuna kadar yavaş yavaş küçülür. Çocuklukta büyük olmasının sebebi de, her gün yeni yeni tanışılan mikroplara karşı özel antikorlar üretmesi gerektiği içindir.


İç salgı sistemi olarak çok sayıda organım kendini anlattığı için, Hasan'dan farklı yönüyle Ayşe'nin özel durumu da işin içine girince, biraz uzatmış oldum. Bugün hep küçük organlardan bahsettim. Ancak gördüğün gibi çok küçük organlarda pek büyük sırlar ve hikmetler gizli. Ayrıca hepsi birbirinin yaptığı vazife ile alâkalı olarak, hipofiz başta olmak üzere birbirlerini kontrol edecek şekilde ayarlanmışlar. Herhalde bu kadar muhteşem bir hormon sistemi ile vücut faaliyetlerinin mükemmel bir şekilde idare edilmesini; kendi kendine olmuş veya tesadüfen evrimle oluşmuş gibi bir mantıkla izah etmesini, ne Hasan'dan ne de Ayşe'den kimse beklemiyor, değil mi?

Arif sarsılmaz hocamızın bu yazı dizisinin tamamını okuduğumda yarı doktor olurum galiba...ne dersiniz. en azından vucudumun doktoru olurum dimi gözyaşı...
Faydalı paylaşımdı saolasın kardeşim.

Haklısınız. İnsan kendi vücudunu ve çevresindeki canlıları biraz tanıdıkça kendi doktorluğunu daha iyi yapıyor. Bizim hocalarımız da bize aynı şeyi söylüyorlar. Bu bölümü bitirdikten sonra yarı doktorsunuz. Bildiklerinizle çevrenizdekilere de yardımcı olmanız gerekiyor diyorlar.
İlginiz için ben teşekkür ederim Asude kardeşim. ;)

Ben Hasan'ın Akciğeriyim

Prof.Dr. Arif SARSILMAZ

Hasan Bey kardeşim!...
Önce sen arkana bir yaslan, ben de şöyle bir genişleyeyim ki, içime biraz daha fazla hava dolsun. Benim içime ne kadar fazla hava dolarsa senin beynin o kadar rahat çalışır ve dediklerimi daha iyi anlarsın. Ne alâkası mı var? Hiç alâkası olmaz olur mu Hasan! Senin vücudundaki her organının her şeyle, hattâ bütün kâinatla alâkası var. Senin beyninin çalışması için şekere, bu şekeri yakarak sinir hücrelerine enerji sağlamak için de oksijene ihtiyacın var. Oksijeni de havadan alarak kanına geçmesini sağlayan organ olan ben "Akciğer", sana bugün kendimden bahsedeceğim. Aslında kendinden bahsetmek iyi bir şey değil, ama benim yaptığım kendinden bahsetmek sayılmaz. Ben sadece O'ndan bahsetmek istiyorum, yani beni yapacağım işe uygun ve en mükemmel şekilde yaratana ayna oluyorum. Dolayısıyla gurura ve kibire kapılacak birşeyim zaten yok. Herşey O'na ait; sahip olduğum, sizin ilminizin yetişemediği, üzerimdeki bütün ince sanatlar ve hususiyetler hep O'nun, yani Rabbimizin malı, senin hayatını sürdürmen için beni vazifelendirerek senin vücuduna yerleştirmiş.

Kaburgaların ve göğüs kaslarınla çevrilerek yapılmış göğüs kafesinin içine, sağlı sollu iki hava torbası veya daha doğru bir ifadeyle iki körük gibi yerleştirilmişim. Üst taraftan nefes borusuyla boğazının yutak bölgesine bağlanırım, alt taraftaki karın içi organlardan da kaslı bir perde olan diyaframla ayrılırım



Solunum sistemi organları


İlk nefes alışımı sen hemen doğar doğmaz yaptım ve hiç durup dinlenmeden hâlâ devam ediyorum. Sen uyurken bile ihtiyacın olan oksijeni yetiştirebilmem için, beyninin arka kısmındaki (medulla oblongata'da) solunum merkezinden otomatik olarak aldığım komutlarla hareket ederim. Çok yakın mesai arkadaşım kalb, benden çok daha önce, sen henüz anne karnında bir aylıkken çalışmaya başlamıştı, ben o zaman istirahat ediyordum ve zaten tam da teşekkül etmemiştim. Anne karnındayken senin gıda ve oksijen gibi bütün ihtiyaçların, şimdi arada sırada kalbini kırdığın annenin kanından karşılandığı için, benim ayrıca şişip sönerek hava almama gerek yoktu. Zaten böyle bir şey yapmaya kalkışsam, hemen boğulurdum. Çünkü anne karnında iken sen bir sıvı içinde yüzüyordun ve nefes almaya kalkıştığında hemen benim içime bu sıvı dolardı ve boğulurduk.

Doğumda benim alacağım ilk nefes çok önemlidir. Bu ilk nefes oldukça da zordur, çünkü nefes borun normalden çok daha dardır, buna karşılık kılcal damarlarınla oksijen alışverişinin yapıldığı alveollerimin sayısı, vücut kütleme göre çok fazla olduğundan, nefes borumun darlığı telâfi edilir. Ben ilk hareketimi yapıp, içime hava dolduğunda kalbten bana gelen atar ve toplardamarlara basınç yaparım ve benim atardamarımı doğrudan aorta bağlayan damar, devreden çıkarak kulakçıklar arasındaki perde kapanır ve annenin dolaşımı ile yolun ayrılır. Kalbindeki bu perde kapanmaz ve delik kalırsa benim oksijenlediğim kan ile kirli kan (oksijence fakir) birbirine karışır ve çocuklarda "mavi hastalık" adı verilen rahatsızlık ortaya çıkar. Kirli ve temiz kanlar birbirine karıştığı için dokulara yeterince oksijen gidemez, deri ve gözlerin beyaz kısmı mavimtrak bir renk alır.

Dokuların yeterli oksijen alamaması yüzünden morarması sigara içenlerde de görülür. Benim en büyük düşmanım olan sigaranın içindeki yüzlerce zehirli ve zararlı maddeden biri olan karbonmonoksit kandaki hemoglobin ile birleşerek oksijen taşınmasına mani olur ve bu yüzden sigara içenlerin dudakları morumsu bir renk alır. Zaten yaşadığımız devirde iyice artmış olan hava kirliliği ile baş edemezken bir de üzerime sigara içmiyorlar mı, çileden çıkıyorum. Yahu, insan bu kadar cahil ve düşüncesiz olur! İnan ki anlayamıyorum. Rabbim beni, içine hava alsın ve bu havayı yüksek bir basınçla kana geçirsin, kandaki atık gaz olan karbondioksiti de vücudun için boğucu olacak seviyeye yükselmeden dışarı atmam için çok hususî bir şekilde yaratmış. İleride havanın bu kadar kirleneceğini bildiği için de, bana kendimi korumam için bazı sigorta mekanizmaları vermiş. Onun için çok uzun zaman hiç arıza çıkarmadan işimi yaparım. Fakat tabiattaki sentetik zehirler ve gazlar o kadar arttı ki, artık başedilecek gibi değil. Bir de bunun üzerine, içinde en az 4000 çeşit zehirli madde olduğu söylenen sigaranın dumanını benim içime doğru üflüyorlar Kendileri bilirler, bir müddet sonra artık dayanamayıp da pes edersem, ne işler açarım Allah bilir. Eskiden daha çok verem oluyordum, şimdi ise artık modaya uyarak ben de kanser olmayı tercih ediyorum(!). Biraz kara mizah gibi oldu değil mi? Ne yapayım? Ben isteyerek kanser olur muyum? Bu kanser denilen illet nasıl her organı vuruyorsa, beni daha çok vurur, çünkü her an hava ile haşır neşirim. Bir an hava almayı kessem, hemen son nefesini verirsin. O zaman, aldığın havanın temiz olmasına dikkat edeceksin. Gerçi benim içime hava getiren nefes borusu ve bronş dediğiniz hava yollarımın içi, havadaki tozları yakalayıp dışarı doğru süpüren, silli bir epitel ile kaplanmış olup, sen uyurken bütün gece çalışan bu süpürgenin titrek tüycükleri (siller), gündüz soluduğun hava içindeki tozları yapıştırmış olan mukus salgısını, boğazına doğru birbirine devrederek itelerler ve sen de sabah kalktığında gırtlağındaki bu balgam kitlesini atarak kurtulursun. Sigara içenler ise dumanı benim içime doğru her çekişlerinde bu silli epitel hücrelerimden 800-1000 kadarını öldürüyorlar. Bir müddet sonra, hava ile gelen zehirli parçacıkları (karbon, kükürt, kurşun vb. gibi zerreleri) artık süpüremez hâle geliyorum, çünkü nefes borumun içindeki silli epitelin hücreleri öle öle artık dayanamaz olur ve yapısını değiştirir. Bundan sonra da gelen kirli havanın içindeki tozlar, soba borularının veya evinizin bacasının kurum bağlaması gibi hava yollarımı tıkarlar. Belki kronik obstrüktif akciğer hastalığı olurum, belki kanser? Orası Allah'ın bileceği iş! Eee, ben ne yapayım? Kendin ettin, kendin buldun. Şimdi bir de sakın kadere ve Allah'a söz söylemeye kalkışma!!!


[img width=580 height=435]http://img100.imageshack.us/img100/8828/sigarakanserjw2.png[/img]

Sigaranın akciğer üzerine etkileri ve kanserleşmiş akciğer


Hasan! Biliyorum sen sigara içmiyorsun, ama ben yine de bazı arkadaşlarına anlatman için kısaca temas etmekte fayda gördüm. Sen üzerine alınma.

Biraz da sana yapılışımdaki sanat inceliklerinden bahsedeyim. Senin de bildiğin gibi, herhangi bir yapıdaki sanat ve estetik ile fonksiyonellik birlikte olursa bir değer ifade eder. Vücudunda birlikte çalıştığımız bütün arkadaşlarım gibi benim yapılışımdaki mükemmellik de, yapacağım çok önemli işe uygunluk arzeder. Senin anlıyacağın tesadüfen hücrelerin veya moleküllerin bir araya gelmesiyle, bırakın benim gibi bir organ meydana getirmeyi, benim yapımı teşkil eden çeşitli protein moleküllerinden birini bile şuursuz sebeplerle kendi kendine oluşturamazsınız. Senin her nefes alış verişinde benim içime giren havanın oksijeninin basıncının yüksek tutulması, difüzyonla benim zarlarımdan geçip yapışık durumdaki kılcal kan damarlarının da zarlarından geçmesi ve hemoglobin molekülüyle birleşmesi, bu arada kandaki yüksek basınçlı karbondioksidin de aynı zarlardan geçerek, benim içime nüfuz etmesi ve benim de bunu dışarı atmam, hiç de burada anlattığım gibi kolay olmuyor. Dakikada 13-14 solunum yapıyorsun ve her seferinde bu iş tekrarlanıyor. Çoğu zaman farkında olmadan yaptığın nefes alıp verme esnasında, benim genişleyip daralmam için önce çok esnek bir yapıda olmam gerekir. Bu esneklikle beraber en önemli birinci özelliğim, en küçük hacimde en geniş yüzeyi gösterebilmemdir. Senin daracık göğsüne incecik zarlar hâlinde yaklaşık 100 m2 kadar (veya senin vücudunu saran derinin yaklaşık 50 misli kadar) bir alanı sıkıştıran Rabbim, bu sayede gazların difüzyonuna imkân veren geniş bir yüzeyi hizmetine vermiştir. Bu ince zarlı solunum yüzeyinin gazların kolayca nüfuz edebilmesi için daima nemli olup kurumaması gerekir. Bu yüzden havanın içinde, belli bir miktar rutubet olması gerekir. Bu nemli solunum yüzeyleri, gazların difüzyonu için çok iyidir ama fizikî bir hâdise olan kılcallık ve yüzey gerilimi sebebiyle zarların birbirine yapışması ve solunumun sıkıntıya girmesi tehlikesine karşı, sürfektan maddeler bulunduran bir sıvı, benim içime salgılanır. Eğer bu sıvı olmasaydı ince zarlarım birbirine yapışır ve difüzyon mümkün olmazdı. Benim içime giren hava tıpkı bir otobandan daha tâlî yollara ayrılan trafik gibi, gittikçe daralan ve dallanan ve sonunda alveol denilen çıkmaz odacıklarda nihayetlenen bir ağ teşkil eder. Ağız ve burnundan giren hava, ana otoban olan trake'de (nefes borusunda) birleşir. Nefes borumun boyu 15 cm., çapı ise 2-3 cm. kadardır. Aslında burada söylemem gereken ve senin çoğu zaman yanlış yaptığın bir iş var, bunu söylemek benden daha çok burun adı verdiğiniz, senin yüzünün ortasındaki çıkıntılı organa düşer, zannederim ileride o da kendisindeki hikmetleri ve sanatları anlatacaktır, ama benimle de alâkalı olduğu için kısaca temas edeyim: Çoğunlukla nefes almayı bilmiyorsun, nefesi burundan alıp ağızdan vereceksin. Böylece burundan aldığın hava hem ısınacak, hem rutubetlenecek, hem de içindeki tozları temizlenecektir. Böyle yaparsan beni sıkıntıya sokmaz, soğuk algınlığı ve üst solunum yolu enfeksiyonlarına daha zor yakalanırsın. Ağızdan hava aldığın takdirde, soğuk ve kuru bir şekilde, içindeki toz ve mikroplar süzülmeden benim içime girer ve bronşitten zatürreeye kadar bir sürü hastalığa sebep olabilir. Annen-baban sen küçükken hep burnunu açık tutup, tıkanmaması için serum fizyolojik damlatırlardı; yine burnunda et olduğu için ağzı açık uyuyan çocukların, niçin kolay hasta olduklarını şimdi anlamış oldun. Yakın komşum ve ortağım burnun işine karışmış gibi oldum, ama o kendisini anlatıncaya kadar sabredemedim.

Buraya nereden gelmiştim? Ha.. Evet! Havanın bana gelirken geçtiği yollardan bahsediyordum. Tıpkı bir baca gibi çalışarak bana havayı ulaştıran nefes borum, etrafı 16-20 kadar kıkırdak halkalardan örülmüş uzun bir silindir tüp şeklindedir. Yemek borusuyla yan yana yerleştirildiklerinden bir sıkıntı olmaması için bu üst üste binen kıkırdak halkaların bir tarafı sert kıkırdak yerine, esnek bağ dokusu ile tamamlanmıştır. Böylece lokmaları yutarken, nefes borunun kıkırdakları yutmana engel olmaz. Bu kıkırdak halkaların üzerinde ve yanlarında kas lifleri vardır, nefes alış verişlerimde bu halkalar esneyerek boruyu genişletip daraltabilirler.

Bazen öksürterek seni ikaz ettiğim olmuştur. Belki sana rahatsızlık veriyorum ama, eğer kas demetlerimi kasarak, nefes borumun çapını normalinin altıda birine inecek kadar daraltmasam ve bu dar boru içinden hızlı bir nefes verme hareketi yapamasam, benim içime kaçan yabancı cisimleri, tozları veya küçük parçacıkları dışarı atman mümkün olmaz, dolayısıyla da kısa zamanda tıkanır, havasızlıktan ölürdün. Onun için, sizin öksürük ismini verdiğiniz, o hızlı patlama ile çıkardığım hava, aslında benim içimdeki zararlı bir tozdan kurtulmam demektir. Otoban gibi çok geniş bir yol olan nefes borumun ön ucuna, Rabbim bir de ses cihazı koymuş ki, başlı başına bir harika! Şimdi bir de onu anlatmaya girsem sayfalar yetmez. Hem bana doğru gelen hava, hem de benden çıkan kirli hava, bu ses kutusundan geçerken oradaki telleri titreştirerek ne melodiler çıkarır, ne ilâhiler söyler, ne konuşmalara hayat verir. Nefes borusundan gelen hava, iki bronşa ayrılarak göğsünün sağ ve solunda oturan biz ikiz kardeşlere gelir. Aslında tam ikiz sayılmayız, çünkü sağ tarafta oturanımız üç parçalı, sol tarafta oturanımız ise iki parçalı yapılmıştır Bunun hikmetini mi soruyorsun? Sol tarafta kardeşimiz kalbe yer açmak ve daha kolay yerleşmesini temin etmek için böyle yaratılmışızdır diyebilirim. Ayrıca herhangi bir bölümde kanser başladığında, yayılmadan, sadece o kısmı operasyonla çıkararak hayatımı sürdürmem mümkün olabilir, ama belki daha ne gibi hikmetleri vardır, ancak Rabbim bilir. Bu ana bronşlar bizim içimize girdikten sonra otobandan ayrılan ince yollar gibi 8-10 ana dala, bunların her biri de çapları 1 cm.'nin altına kadar düşen daha ince dallara ayrılır. Bu dallanma sistemi baş aşağı duran bir ağaca benzer Bu ince dalların ucunda ise üzüm salkımı şeklinde respiratorik bronşçuklar yer alır. Üzüm salkımını yapan taneciklere benzeyen küçük kürecikler yolların bittiği en son nokta olup, esas hayatî kısımlar buralarıdır. Alveol adını alan bu küçük kürecikler çok ince bir zardan yapılmış olup etrafı kılcal damar ağı ile sarılmıştır İşte gaz alış verişinin yapıldığı asıl fonksiyonel kısımlarım buralarıdır. Alveolleri saran kılcal damar ağını yapan, kalbten bana kirli kan (oksijence fakir) getiren atardamarım (pulmonar arter) ve benden topladığı temiz kanı (oksijence zengin) kalbe götüren toplardamarımın (pulmonar vena) dallanmış kollarıdır.



Küçük dolaşım sistemi akciğer-kalp


Benim üzerimi saran, koruyucu iki ince zar tabaka vardır. Bunların birisi benim üzerime tam yapışmış, diğeri ise göğüs boşluğunu yapan kaburgalara yapışmış olup, iki zar arasındaki kese boşluğunda çok ince bir kaygan sıvı vardır. Benim her şişip sönme hareketim sırasında, göğüs boşluğu duvarlarına yaptığım sürtünme tesiriyle ortaya çıkabilecek aşınma, bu kaygan sıvı sayesinde engellenmiş olur. Eğer bu sıvı olmasaydı, çok kısa bir süre sonra aşınır ve delinirdim. Nefes alırken şiştiğim sırada göğüs boşluğunun da bana yer açacak şekilde genişlemesi gerekir. Genişleyecek yer bulamasaydım, nefes alamazdım ve sen de ölürdün. Çok şükür ki, Yaratıcımız beni korumak için kaburgalardan bir kafes yaparken, ayrıca bu kaburgaların omurlarla yaptığı eklemlere kısmen esneme, kaburgalara da biraz burularak gerilme özelliği vermiş. Böylece göğüs boşluğu kısmen genişleyerek bana yer açıyor. Ayrıca beni mide ve bağırsaklardan ayıran kaslı perde (diyafram) de kubbeliğini azaltıp, karın içindeki organları aşağıya bastırır, bu arada karın duvarı da dışarı doğru şişkinleşir ve benim inmem için yer açılır. Hem kaburgaların, hem de diyaframın hareketi sayesinde açılan yere doğru, içimi hava ile şişirerek genişlerim. Benim göğüs boşluğunda asılı durmam, bana bağlı olan nefes borusu ve kalble bağlantımı kuran, atar ve toplardamarlar ile mümkün olabilmektedir.


Nefes alıp verme sırasında akciğer, göğüs kafesi ve diyaframlarda meydana gelen değişiklikler.


Sürekli olarak dış ortama açık olduğumdan pek çok hastalığa yakalanma tehlikem yüksektir. Hasta olduğumda göstereceğim ilk belirtiler arasında, başta öksürük gelir, kimi zaman kanla karışık balgam çıkarırım, ayrıca nefes almakta zorlanırım ve göğsünde bir ağrı da meydana getiririm. Bu işaretleri gördüğün anda hemen bana dikkat etmelisin. Bakteri ve virüsler benim içime yerleşirlerse hava keseciklerimin içinde çoğalarak sertleşmeye ve iltihaba sebep olurlar.

Bilhassa alerjik bozukluklara çok hassasımdır. Bronşlarımın duvarlarındaki düz kaslar yabancı bir madde ile temas edince (meselâ çiçek tozu) salgılanan histamin, kaslarımın kasılmasına sebep olur. Ayrıca kan damarlarının iltihaplanmasına sebep olan alerjik hastalıklar da, en fazla kan taşıyan organlardan biri olarak bana çok tesir eder. Bronş kaslarımın kasılması ve alerjik reaksiyonlara karşı salgıladığım mukusun (sümüksü madde) dışarı atılamaması neticesinde bende solunum güçlüğü ortaya çıkar ve siz de benim bu hâlime astım hastalığı diyorsunuz. Benim kendimi korumak için çıkardığım bu mukus, bronşlarımın içini doldurunca ben de nefes almakta zorlanıyorum.

Bunun dışında akut veya kronik bronşit ve amfizem gibi hastalıkları da benim çok karşılaştığım dertler olarak kabul edebilirsin. Sinirlenmen bile bana çok tesir eder. Hemen nefes almada zorlanmaya başlarsın.

Hasan! Kusura bakma yerim dar, benim gibi müthiş bir sanat eserini böyle dört-beş sayfada özetlemek tabiî ki mümkün değil. Gerisini senin anlayışına havale ediyorum. Aman gözünü seveyim, sigara içilen yerlerden, zehirli dumanlardan ve egzoz gazlarının yoğun olduğu bölgelerden uzak dur. Temiz havalı yerlerde derin derin nefes alarak bana taze oksijen gönder, her nefes alış ve verişimde çıkardığım "hu" sesiyle zikrettiğim Yaratıcımızı, daha şuurlu olarak düşün ve her an hareketimi durdurabileceğimi aklına getirerek bol bol kudreti sonsuz Rabbimize şükret!!.

Solunum sistemi ile ilgili videoları izlemek için tıklaynız

http://www.mollacami.net/forum/index.php/topic,18784.new.html#new


Bilim ve Teknoloji

MollaCami.Com