Bölümler | Kategoriler | Konular | Üye Girişi | İletişim


Dar Ayakkabı

AYAKKABININ İNSANIN AYAĞINI SIKMASI NE KÖTÜ BİR ŞEYDİ. DEĞİL ŞEHRİ, DÜNYAYI BİLE DAR EDİYORDU SAHİBİNE. BÖYLE ZAMANLARDA MEKÂNIN GENİŞ OLMASININ BİR FAYDASI YOKTU.



Çarşıda epeyce dolaştıktan sonra dönüş hazırlığına başlamıştı. Yine hiçbir şey almadan dönüyordu. Gerçi bir şey almak için dışarıya çıkmamıştı. Kaç zamandır canı sıkkındı, değişiklik olsun diye çıkmıştı.

Dışarıda, caddelerde öylesine dolaştı. Buna rağmen can sıkıntısı yine geçmemişti. Canı bir şey almak istemedi. Bir yerde duramıyor, dursa da dikkatini tezgâhlara, üzerlerinde satılan rengârenk şeylere veremiyordu.

Bugün her zamankinden daha fazla canı sıkkındı. Ufacık hataları büyütüyor, hatta niçin dışarı çıktım diye kendine sinirleniyordu. Yürümek, canını yakmaya başlamıştı. Kaç zamandır kullandığı ayakkabılar sanki bugün ayaklarını sıkmaya başlamıştı. Yürürken, dururken hep bunu hissediyordu. Dikkati, ayaklarına yoğunlaşmıştı.

Ayakkabının insanın ayağını sıkması ne kötü bir şeydi. Değil şehri, dünyayı bile dar ediyordu sahibine. Böyle zamanlarda mekânın geniş olmasının bir faydası yoktu. Aslolan ayakkabınızdır. Rahatlamak istiyorsanız onu genişletmeniz gerekiyor.

Şehrin ağaçlıklarla kaplı büyük parkına gitti. Kimileri koşarcasına yürüyor, kimileri kahkahalar atıyor; kimileri de kimse yokmuşçasına sarmaş dolaş yürüyordu. Kimse hayatından şikâyetçi değil gibiydi.

Gözleri hep başkalarının ayaklarındaydı. Bakışları, sahiplerinin ayağını sıkan ayakkabılar arıyordu. İnsanlar nedense hep böyledir. Hep kendilerine benzer birilerini ararlar. İlk soğuklarda paltosunu sırtına geçiren adam, sokağa çıkar çıkmaz bakışlarıyla paltolu birilerini arar. Ne hissediyorsa, ne yaşıyorsa, nasılsa, kendine benzer birisini bulmak ister. Yalnızlık korkutur adamı. Galiba insan ‘herkes’in içinde kendini mutlu ve güvende hissediyor, herkesin ortasında biricik kalmak saldırıya açık olmak gibi oluyor.

İçindeki tortop acıya sarılmıştı. Ağaçların yeşili artık yeşil değildi sanki. Gök mavi değildi. Kuşların cıvıldaşıp ağaçtan ağaca uçuşmaları zevk vermiyordu.

Ayakkabıları ayağını sıkıyordu. Havuzdaki ördeklerin süzülerek yüzmelerini, önünden geçtiği dondurmacının elindeki sopayla bakır çıngıraklara vurarak müşteri çağırmasını…

Gözü hâlâ insanların ayakkabılarındaydı. Kendine benzer birini bulamadan, içi de ayakları da rahat etmeyecek gibiydi.

İnsanlar, onun farkında olmadan etraflarına bakınıyorlardı. Şimdi o da etrafındakilere aynı tuhaf duygularla bakıyordu. Nasıl oluyor da bu daracık ayakkabılarla sıkılmadan, genişlik arayışı içerisinde olmadan dolaşabiliyorlardı?

Tam umutsuzluğa kapılacağı anda, yaşlı bir adamla torunu karşısında belirmişti. Ağır adımlarla yanı başından geçiyorlardı. Çocuğun başı önünde, gözleri ayaklarındaydı. Belli ki ayakkabıları ayağını sıkıyordu.

Dedesinin: “İyidir, iyidir. Hatta sıkmamasındansa sıkması daha iyidir. Zamanla, ayakların da ayakkabıların da birbirlerine alışırlar.” Çocuk, dedesinin söylediklerinden pek bir şey anlamamışçasına dedesine bakıyordu. Dedesi konuşmaya devam ediyordu: “Her şeyi yavaş yavaş anlayacaksın; ama önce senin biraz sabretmeyi öğrenmen lazım.” Çocuk, ikna olmuş gibi başını sallamıştı. Dedesi bu baş sallamadan sabretmenin ilk işaretini almış olmanın huzurunu duymuştu. Öylece uzaklaşmışlardı oradan.

Yine yalnız kalmıştı. Her yalnız kalışında yaptığı gibi, bakışlarını içine çevirip düşünmeye başladı. Herkes bu dünyada yaşayıp gidiyordu. Lakin asıl yaşamak, aramakla eş değer değil miydi? Arayacaksın. Yaşamak aramakla başlardı ve kendini bulmakla anlam kazanırdı. İnsan kendinden öteye geçince de ölümsüzlüğe yakın düşmüş demektir.

Dalgın tavırlarla, tek başına yaklaşan bir adama takıldı gözleri. Dalgın ve düşünceli bir şekilde ilerliyordu. O da bakışlarını yüreğine çevirmiş gibiydi. Mahzundu; bir şeylerin sıkıntısını yaşıyor gibi kederliydi. “Tam beni anlayabilecek, hemdert olduğum biri” diye düşündü. Evi kendisine dar gelen bir adamdı yanına yaklaşan. Birbirlerine kulak ve ağız olmuşlardı. Ağız ve kulak arasında kelimeler, sonra cümleler dizilmişti. Adam, “Sana ayakkabın, bana ise evim dar geliyor.” demişti. Mesele mekâna, eşyaya ve dünyaya sığamamaktı. İnsanın içi daha büyüktü dünyadan. Bu dünya, bu dünyaya ait her şey insanın içine karşılık gelmiyordu. Umutlarından söz ediyordu adam. Hayallerinden, beklentilerinden, bunların nerelere kadar uzanabildiklerinden…

Adam ha bire konuşuyordu. “Beklentiler bitmez ki. Ancak hayalleri olmayan insan da yaşamıyordur. Dünya, öyle bir yer ki bu gönül sığmıyor ona. Her şey elde edilse bile, hiçbir şey kazanılmamış gibi beklentiler devam ediyor. Yaşanan zevkler, görülen güzellikler insanı doyurmaya yetmiyor, hep daha fazlası isteniyor. Daha geniş bir mekân… Ayakkabı ayakları, dünya insanı sıkıyor.”


Ali Şanverdi

emeğine sağlık teşekkürler...

cok güzeldi emegine saglik

okuyan gözlerinize sağlık...


Hikayeler

MollaCami.Com