Bölümler | Kategoriler | Konular | Üye Girişi | İletişim


EMANET

ERKEK OLANIN ALNINDA BİR TUTAM BOZ TÜY VARDI, KALANI ÖBÜRÜ GİBİ KAR BEYAZIYDI. EPEY ÜRKEKTİLER. NE YAPTIYSAK KENDİMİZE ALIŞTIRAMADIK ONLARI. BİZİ GÖRÜNCE O MEŞHUR TAVŞAN KOŞUŞUYLA ZIPLAYARAK YUVALARINA SAKLANIYORLARDI. BALKONUN ALTINI DA ÇEVİRİP TAVŞANLARA TAHSİS ETTİ.


I.

Ben on bir, kardeşim Bülent dokuz yaşındaydık o sıralar. Evimiz bilek kalınlığındaki kiraz fidanlarının, bodur elma ağaçlarının ve domates biber tarhlarının bulunduğu bahçeden geçilen dar bir yolun sonundaydı. Tek katlı, beyaz boyalı, kiremit çatılıydı. Birine salondan diğerine mutfaktan çıkılan iki balkonu vardı.

Babam mutfak balkonunun altındaki boşluğu ev inşaatından artan tuğlalarla çevirip kümes hâline getirmişti. Altı tavuğumuz iki de horozumuz vardı orada. Her gün tavukların üçü dördü yumurta verirdi. Bahçeyi velveleye veren, “gıd gıd gıdaak!” seslerini duyunca sıcacık yumurtaları almak için folluğa seğirtirdik. Annem kahvaltıda bir güzel pişiriverirdi onları. Ben yağda pişirilmişini sever, ekmeği bandıra bandıra yerdim. Bülent ise rafadan severdi, tıpkı babam gibi.

II.

Karnelerimizi aldığımız gün elimizde taktirnamelerle eve girdiğimizde neyle karşılaşacağımızdan habersizdik: Odamız çiçekler ve balonlarla süslenmiş, duvarlara kocaman yazılarla, “Sizi Seviyoruz!’’ yazan kâğıt yapıştırılmıştı. Benim yatağımın başında bir bisiklet, kardeşimin yatağının başındaysa içinde bir çift ev tavşanı bulunan karton kutu duruyordu.

Babam ne zamandır isteyip durduğum armağanı almıştı bana. Teşekkür edip elini öpecekken bir şart ileri sürdü. Binmek isteyen her çocuğu bisikletime bindirmem gerekiyordu. Elbette kabul ettim. Yarış bisikletleri gibi ince tekerlekli, on sekiz vitesli, fiyakalı bir şeydi. Eğri direksiyonu kurban ettiğimiz koçların boynuzlarını andırıyordu. Üzerine binince kendimi hakiki bir yarışçı gibi hissediyordum.

Bülent tavşanları çok severdi. Arkadaşı Ahmet’e tavşanları olduğu için gıpta eder, fırsat buldukça onlara giderdi. Bunu bilen babam onu da mutlu etmenin yolunu bulmuştu. Hayvanlara eziyet etmeme, yiyeceklerini ve içeceklerini aksatmama şartı koştu ona da. Tavşanların biri erkek, diğeri dişiydi. Erkek olanın alnında bir tutam boz tüy vardı, kalanı öbürü gibi kar beyazıydı. Epey ürkektiler. Ne yaptıysak kendimize alıştıramadık onları. Bizi görünce o meşhur tavşan koşuşuyla zıplayarak yuvalarına saklanıyorlardı. Babam salonun balkonunun altını da çevirip tavşanlara tahsis etti. Evin civarı lahana ve havuçtan geçilmez oldu onların yüzünden.

Bisiklet ve tavşanların hayatımızı nasıl etkilediğini tahmin edebilirsiniz: Bisikletten kaç defa düştüğümü, kolumun bacağımın kaç yerinden sıyrıldığını sayamadım. Allah’tan tekerlekleri patladığında, vitesleri karıştığında ya da zinciri koptuğunda yaptırabileceğim Zihni Amca’nın tamirhanesi vardı. Harçlıklarımı aksesuar almakta değerlendirdiğimden bahis açmaya gerek var mı bilemiyorum? Sele, korna, lamba, çıkartma, kilit, lastik…

Haftanın birkaç günü bisikletimi yıkayıp gıcır gıcır parlatmak adet olmuştu bende. Onun vesilesiyle herkesin kalbini kazanabiliyordum. Babama verdiğim sözde sadıktım. Ayrıca evin bakkal market işlerine giderken de hiç nazlanmıyordum artık. Eskiden kalma bir alışkanlıkla, bisiklete “velespit” diyen annem de pazar dönüşü ağır poşetleri taşımaktan kurtulmuştu.

“Sevimli yaratıklar” cümlesinden olan tavşanlara gelince; onlar kemirgen hayvanlardır, bilirsiniz. Duvarları delmekle, ağaçların gövdesini dişlemekle marufturlar. Hele de taze kabuklu fidanları bulurlarsa! Bahçeye bıraktığımızda bizim dokunmaya kıyamadığımız fidanların hakkından geliyorlardı. Ama babam çare bulmuştu buna; ağaçların gövdesini kireçlemiş, bazılarını da naylonla sarmıştı. Balkonun altında oymadık yer, açmadık delik ve çukur bırakmamışlardı, öyle ki keskin dişlerinden tahtalar bile nasiplerini almıştı.

Kardeşim o kadar bağlanmıştı ki tavşanlara, izin verilse onlarla birlikte yatacaktı. İsim vermişti her birine. Dişi olana “Nazlı” diyordu, yanına yaklaştırmadığı için. Erkeğineyse “Sakar”, alnında boz tüyler olduğu için. Arkadaşmış gibi konuşurdu onlarla. Okulda başından geçenleri anlatır, bazen birlikte ders çalışırlardı. Bülent, öğretmen; tavşanlar, öğrenci olurdu hâliyle. Yerinde hiç durmayan haylaz birer öğrenci. Sorduğu sorulara onlar cevap veremeyince “tembeller’’ diye kızar, cevabını kendisi verirdi. Bazı günler, muhabbetleri bitmemiş olacak ki onları kutuya koyup eve getirirdi.

Tavşan sevmeye gelen arkadaşları da hiç eksik olmazdı evimizden. Yakalayıp sevmek için köşe kapmaca oynarlardı hayvancağızlarla. Her seferinde çocuklar kazanırdı oyunu. Yenilmek güzeldi bu oyunda. Çünkü cezası, minik yüreklerce sevilmek, günahsız dudaklarca öpülmekti. Buna rağmen her seferinde kaçardı tavşanlar.

Bir keresinde bahçeye giren av köpeği yavrucağızları köşeye sıkıştırmış, yakaladı yakalayacakmış. Bunu gören Bülent öyle bir kovalamış ki onu hayvan can havliyle inleyerek soluğu sokağın başında almış.

Nazlı’yla Sakar da ev halkından sayılıyordu artık. Onların da yemek saatleri, dışarı çıkma saatleri, oyun saatleri vardı. Sadece etüt saatleri eksikti, onu da Bülent hallediyordu.

III.

Yaşadığımız semtte komşular birbirlerini sık ziyaret ederlerdi. Babamın arkadaşları bazı günler yatsı namazını müteakiben bizde otururlardı. Böyle anlarda annemin demlediği kıvamlı çayları ince belli bardaklara doldurup ikram etme görevi bize düşerdi. Ben doldurur dağıtırdım, kardeşim porselen şekerliği gezdirerek ve boşları toplayarak bana yardım ederdi. Çay içmek istemeyenler kaşığı ters çevirip bardağın üzerine kapatır, “ziyade olsun’’ derlerdi. Misafirlerin yanından ayrılmayı hiç istemezdik. Büyüklerin meclisinde bulununca “adam’’ olduğumuzu, bize değer verildiğini hissederdik. Bu yüzden her gün evimize gelmelerini arzulardık. Dizimizi kırar sessizce dinlerdik konuşmalarını. Öyle güzel sohbet ederlerdi ki…

Çavuş Dayı vardı komşumuz. Bir ayağı aksardı. Savaşta yaralanmış. Kâzım Paşa’nın emrinde Kurtuluş Savaşı’na katılmış. Vatanı nasıl kurtardıklarını, düşmanı nasıl tepelediklerini, Türk askerinin kahramanlıklarını anlatır ha anlatırdı. Ara sıra heyecanını dizginleyemeyip ayağa kalkar, anlattığı sahneleri bir tiyatrocu gibi canlandırırdı. Hatta bizim okulda düzenlenen müsamerede gazi rolünde oynamış ve çok beğenilmişti. Öğretmenimiz birkaç defa onu sınıfa çağırıp tarih dersi anlattırmıştı. Geçenlerde torunuyla karşılaştım, rahmetli olmuş. Mekânı cennet olsun!

Hacı Hüsnü Efendi vardı bir de. Sarı sakalları vardı uzunca ve kaşları çatıktı. Durmadan hac hatıralarını anlatırdı muhterem. Her seferinde gözleri dolu dolu, “Allah cümleye nasip etsin.” diyerek bitirirdi sözlerini. Fakir fukara babası olarak bilinirdi. Kapısına gelen herkesin müşkilini halletmeyi şiar edinmişti. Allah selamet versin. Doksanına yaklaşmış vaziyette hâlâ yaşıyor ve hâlâ mukaddes beldeleri anlatıyor.

Avcı Mehmet diye bilinen komşumuzun anlattığı heyecanlı av hikayelerini soluksuz dinlerdik. Anlattıklarının bazıları ‘palavra’ tabir edilen cinsten olduğu için bıyık altından gülüşmelere, “Atma Recep…” yollu itirazlara sebep olurdu. Tabi o zamanlar avcılar kahvesinde, “Avcının anlattığına itiraz edilmez!” yazdığını henüz bilmiyorduk. Mehmet Amca şimdi nerdedir, ne yapar bilmiyorum. Hanımı vefat edince İzmir’deki oğlunun yanına yerleştiğini duymuştum.

Camimizin imamı Yakup Hoca da müdavimiydi bu toplantıların. Zaten her hayırlı işte başı o çekerdi. Nezaketi ve nezahatiyle insanlar tarafından sevilen sayılan birisiydi. Tebessüm, dudaklarında açılmaya hazır bir gül gibi dururdu daima. “Şehla bakışlı” ne demek pek bilmiyorum ama ne zaman bu ifadeyi duysam onun sıcak bakışı gelir aklıma. Ben de Bülent de Kur’an’ı ondan öğrendik. Sadece Kur’an’ı mı? İslam’ın şartlarını, imanın şartlarını, kısaca otuz iki farzı ve daha neleri, neleri… Çok emeği geçti bize. Allah ebeden razı olsun.

IV.

Üfül üfül esen rüzgârın, açık pencereden içeriye ayva kokusunu taşıdığı bir yatsı sonrası komşular yine bizim evdeydi. Biz yine çay ikram ediyorduk narin bardaklarla. Mahallemizde öğrenci yurdu yaptıracaklarmış, ondan bahsediyorlardı. Avrupa’dan emekli Sefer Amca’nın evinin yanında bizim top sahası olarak kullandığımız, mahalle maçları yaptığımız büyük bir arsa vardı. Sefer Amca orayı yurt ve cami yapılması için bağışlamış.

Yakup Hoca yapılacak yurdun üstleneceği misyonu anlatıyordu. Civar köylerde, kasabalarda okuyamayan istidatlı çocukların hâllerini gözler önüne seriyor, onları vatana millete faydalı hâle getirmenin gerekliliğini izah ediyordu. Camide vaaz ederken coştuğu gibi coştu mübarek. Geçmişten misaller verdi, geleceğe atıflarda bulundu. Ondaki heyecan dalga dalga yayılıp orada bulunanların yüreğine otağ kurdu.

Neticede, “Pilavdan dönenin kaşığı kırılsın.” diyerek sözleştiler. Herkes elinden geleni esirgemeyecekti. Binayı bir an önce dikmek istiyorlardı. Kimisi birikmiş parasını ortaya koyuyordu inşaat için, kimisi arsasını. Çimentoyu, tuğlayı biri, caminin minaresini yaptırmayı biri üstlendi. Babam her ay, gelirinin beşte birini vermeyi taahhüt etti.

Bu sırada benimle birlikte, olup biteni sessiz sakin seyreden kardeşim Bülent yavaşça odadan çıktı. Az sonra kucağında taşımakta zorlandığı bir kutuyla geri döndü. Onu götürüp Yakup Hoca’nın önüne bıraktı. Odada bulunanlar meraklanmıştı. Acaba ne vardı içinde? Bülent diz çökmüş, masum vaziyette duruyordu. Az sonra kutudan tıkırtılar duyuldu. Ardından kutu hareket etmeye başladı. Artık içinde tavşanların olduğundan kimsenin şüphesi kalmamıştı. Zaten Nazlı’yla Sakar’ı bilmeyen yoktu semtimizde.

Ona, “Bunları niye getirdin, ne olacak?” diye sordular. “Satıp parasını inşaata vermeniz için.” dedi. Dedi ama derken kahverengi gözleri dolu dolu oldu. Tavşanlarından ayrılmak istemediği, onları çok sevdiği aşikârdı. Ama veriyordu yine de. Kardeşimin o hâlini görünce utancımdan başımı yere eğdim. Onun akıl ettiğini ben düşünememiştim. Oysa ben de bisikletimi getirip vermeliydim. O zaman hâlâ yapabilirdim bunu fakat utanmıştım bir kere.

Babam Bülent’i bağrına basıp saçını okşamaya, öpmeye başladı. “Fedakâr evladım benim, düşünceli yavrum.” diyerek seviyordu onu, çok etkilenmişti davranışından. Misafirler de öyle. Hiç kıskanmadım kardeşimi. İmrendim. Onun gibi olmayı çok istedim sadece.

Tavşanları Sefer Amca sahiplendi hemen. Neredeyse bir araba fiyatına satın aldı onları. Para inşaat için harcanacak, sevapları Bülent’e yazılacaktı. Yakup Hoca öyle dedi.

Sefer Amca tavşanları kutudan çıkarıp kucağına aldı, sevdi. Tatlı sözler söyledi onlara. Sonra Bülent’i yanına çağırdı, tavşanları onun kucağına bıraktı. “Bunlara sen bak benim yerime. Olur mu?” diyerek kardeşime geri verdi. Kardeşim şaşırdı, sonra olur anlamında başını salladı.

Bülent o günden sonra “emanet’’ diye daha da titizlenir oldu tavşanların üzerine.

Bir pazar günü herkes uykudayken bisikleti alıp pazara çıktım. İnanmazsınız belki ama, tek başıma sattım onu. Parasını cebime koyup doğru inşaatın yolunu tuttum.


Yusuf ÜNAL

emeğine sağlık teşekkürler...


Hikayeler

MollaCami.Com