Bölümler | Kategoriler | Konular | Üye Girişi | İletişim


Gül Dönümü

Kaydı düşülmemiş bir zamanın anılarını yaşıyordu. Her şey öyle hızlı oluyor, öyle coşkulu akıyordu ki; ânı, virgül koymak için dahi olsa yavaşlatmak, kadere saygısızlık olurdu. Hem zaten tüm yaşananlar levh-i mahfûzda kayıtlı değil miydi? Yaşananı kaydetmek kirâmen kâtipleri ile yarışmak kadar anlamsızdı. Insan ölümsüz bir eser bırakmak istiyorsa, hep yaşamalı, alabildiğine anlamlı yaşamalıydı.
Onun için Osmanoğlu daha rüyalarını bile dillendirmeden, seheri kuşlardan önce karşılar, fethe düşer, o önde, melekler arkada, sonra bin alay asker, ama en arkada taç, taht, saray kalırdı.
Papatyalar gibi mütevazı, güller kadar rindane, kardelen gibi korkusuzdu. Korkmuyordu, çünkü ölüm mutlaktı, ölümden kaçmanın bir anlamı yoktu ve hattâ ölüm güzeldi. Hayatsa sinek kanadından daha değersiz bir sürgün yeri. Onun için safların en önünde düşmanla yürek yüreğe gelebiliyordu. Önce hayatın kendisine meydan okuyordu, sonra vira haksızlığa... Omuzlarında büyük yüklerle dönüyordu her seferinden; kimi zaman büyüyen bir çıban, kimi bir hançer eşlik ediyordu zaferine.
Ve koca kâinata meydan okuyan Osmanlı sathı kocaman, dahli tüm zerrelerini sıkan taş duvarların arasında, öz kardeşe duyulan kinlerin, çevrilen entrikaların ittiği koca bir yalnızlığın içinde, gün günden zehirlenmekten moraran dudakları ile öpüyordu alnından yeni Osmanoğlunu...
Asırlık kılıç kuşanılıyor, keseler dağıtılıyor ve genç hükümdâr kuşhanede kendisi için hazırlanan yirmi üç çeşit yemeği şükr için tefekkür edip, her gün bir çeşidiyle doyuyordu.
Vakanüvisler, zamanın en ağır başlı, en sakin dönemini kaydettiler. Nesrin ve felsefenin itibar görmediği devir nâzmın tüm ihtişamını çığırdı, hünkârların ağzından ve uşşak ilâhilerle kaplandı sema.
Dede Efendi, ferahfeza ayini, ruhundan geçerken inceden bir sızı çekerdi. Tınılar, toprağın arasından sızan ince kaynak sular gibi gidecek yollar arardı Dede’nin içinde ve çığlığa yakın kopar, hünkâra yalınayak koşardı. Osmanoğlu bazı ölümcül hastalıklardan kopup gelirdi bu sızıyı duymak için. O zaman ney, çığlığa dönüşen sızısıyla yeryüzünü kaplayan bir aşktan bahseder, semazenler önce Dede’nin sonra kendilerinin ruhuna yürüyen bu aşkı demir yüreklerinden ipince eğirir, pervaneler gibi dönerlerdi. Hastalıktan solmuş ruhunu, zor ayakta tutan Osmanoğlu, inceden bir şifâ duyardı Dede’nin bestelerinde. Bu yüzden Dede, bir çınar yılı sonra, genç Osmanlı’nın iltifaten ilgilenen bakışlarında, bestelerinden şifâ bulan o eski Osmanlı’nın ruhunu aradı hep. Belki de Dede’nin yüreğindeki sesler bunun için bölünüverdi bir gece yarısı. Sesler parça parça kâinata yayılıyor, öyle karman bir gümbürtüye dönüşüyordu ki, dönemin sakinleri içlerine akmasını bekledikleri seslerin, çılgınca peşinden koşup coşuyorlardı. Semazenlerin yüreğini inleten aşk böylelikle melankoliye dönüştü.
Osmanlı artık ruhuna işleyen sabaya rağmen, ‘yine bir gülnihal’ diye şarkılar söylüyor, sema yerine, vals usulünde döne döne dans ediyordu.. dönüyor ve seyrediyordu.
Artık her yaptığına şöyle dönüp bir bakıyor, ne kadar büyük olduğunu keşfediyordu. Durup, yazıyordu hayatın kenarında olanları tarih diye...
Bir gün lâleyi buldu Osmanlı ve her bir rengini... Bu bir hastalıktı, bu bir delilik. Ne güzel çiçekti lâle ve hayat ne güzeldi. Ölüm ise, ne kadar uzak. Kardelenin hayata olan isyanı, lâlenin ölüme olan isyanına dönüştü. Hilafet hırkasıyla birlikte gelip Osmanoğlu’nun ve zamanın içine sinen o gül kokusu nasıl silindi de yerini o ruhsuz, kokusuz çiçeğe bıraktı bilmiyorum. Zamanın kokusu silinmişti artık ve herşey herkes gibi olmuştu.
Yer sofrası canını acıtıyordu bu yüzden, çatal, bıçak kullanıyordu ve iskemle icat olmuştu. Midesinde, böylelikle göğe mi ağacağını zannetmişti acaba. En son damağı için bir açık büfe yaptırıp, her yemekten tatmak istedi. Envai çeşit yemeğin pişip, yalnız biriyle doyulan dönem bitmişti. Hoşafın üzerindeki yaldızlar da sönünce.. yer sofrası yerde, iskemle pek zelil bir yerde durdu kaldı.
Hâsılı o artık korkuyordu. Yasak etti tüm savaşları yüreğine ve dünyayı seçti.
Dolmabahçe’nin ve Istanbul’un bahçelerini lâleler tümden basanda, papatya gitti, aşk bitti, ölüm bitti. Boşa yazdı hattatlar birkaç gece... Duyguların izaha ihtiyacı vardı artık, onun için nâzım nesre döndü.
Büyük bir efsanenin içinde yaşayan insanlar, o efsane bittiğinde, Kadir-i Mutlak’ın kendileri için verdiği hüküm efsanenin ömrüyle bitmemişse eğer, hayatın içinde, en gerçeklerle baş başa ve yalnız kalakalırlar. Osmanlı hayatının şiirinden sonra ruhunu yitirdi.


Azize VEHBİ

teşekkürler emeğine sağlık....


teşekkürler emeğine sağlık....

ben tşk ederim ilginize...


Hikayeler

MollaCami.Com