Bölümler | Kategoriler | Konular | Üye Girişi | İletişim


Reis

KOCAMAN MUHALİF YÜREĞİ OLAN BİRİ(LERİ)NİN MEKTUBU CEVAPSIZ BIRAKILAMAZDI. DOĞRUSU BENİ KIŞKIRTTINIZ; ‘YAŞADIĞIMIZ GÜNLER, AŞKIN OLANA, YANİ DELİLİĞE ZEMİN OLMA İMKÂNINI KAYBETMİŞ BULUNUYOR’ DEDİĞİM KURAK BİR MEVSİMDE, DELİ TARAFIMI BİR KEZ DAHA AYAKLANDIRDINIZ.


Düşen ilk kar gibi heyecanlandırmıştı.

Ürpermiştim...

Gürültüye dönüşen seslerin orta yerinde kuytu yerler aradığım bir dönemdi. Yavaştan, susmanın bir sığınak olabileceğini öğreniyordum.

Uzun bir mektup yazmıştı. O güne kadar okuduğum yüzlercesinden çok farklıydı; hem içerik hem de şekil itibarıyla... Hüzün, derinlik, ironi, haylazlık... Üç kafadar birleşmiş, bir imzanın reisliğinde gönüllerini uçurmuşlardı.

Mektup bana değildi. Kısa bir süre önce yerini bana bırakan bir başka isme yazılmıştı.

Dedim ya; düşen ilk kar gibi heyecanlandırmıştı.

Dilime attığım düğümü çözdürmüştü bana. Cevabî bir mektup uçurdum onlara:

‘Hayatın ve ölümün en güzelini düşleyenlerin ülkesi beşinci mevsimden merhaba!..

Can gözü açık birkaç muhalif yüreğin kımıldanışını, heyecanını, isyanını dindirmek gibi bir emeli olmayan, aksine, bunları
biraz daha azdıran şiirin alanından merhaba!..

Kurt masallarını arkada bırakarak sürüden ayrılan ve böylelikle çoğunluk tarafından yutulmaktan kurtulan birkaç, ama sadece birkaç yüreğin acılar ülkesinden merhaba!..

Yürüyüşlere koyulan, yenilenen, çoğalan insanların ikliminden merhaba!..

Şiir kokan bir gül yığınının içinden merhaba!..

Şiddetli kıştan baharın güzel yağmurlarına yürüyenlerin sıcaklığıyla merhaba!...

...

Ne yazık ki, kendisine mektup yazdığınız kişi değilim. Davet edilmeyen yere çıkıp giden uygunsuz tiplere benzemek istemezdim, ama ne yapalım!.. Kocaman muhalif yüreği olan biri(leri)nin mektubu cevapsız bırakılamazdı. Doğrusu beni kışkırttınız; ‘yaşadığımız günler, aşkın olana, yani deliliğe zemin olma imkânını kaybetmiş bulunuyor’ dediğim kurak bir mevsimde, deli tarafımı bir kez daha ayaklandırdınız.

.....’

Toplanan çalı çırpının üzerine bırakılan bir ateş parçası olmuştu mektubum. Müthiş bir sevinç duyulmuştu. Kendilerinden aldığım ikinci mektup şöyle başlıyordu:

‘Bir mektup bazen en değerli şey olur. Bütün ümitleri kurur, yalnızlıktan çatlayacak gibi olur insan. Bir haber, bir umut ışığı bekler durur. Derken, uzaklardan bir mektup çıkagelir. Günün ortasına bir ışık gibi iner. Zarfı alır ve heyecandan oradan oraya koşuşturup durursunuz. Aileniz garip nazarlarla bakar size, içinizdeki mutluluğu hissetmeden. Zarfı açar ve bir çırpıda okursunuz mektubu.’

‘Reis’ imzasıyla çok mektup aldım. Mektup dediğime bakmayın öyle, bir metrekare genişliğinde alanı kapsayan özel kâğıtlarda yaşanan fırtınalardı...

Bu fırtınalara tutulmuştum. Bir yolculuk başlamıştı aramızda...

‘Ne çok konuşuyoruz’ diyen şairden el almış gibiydi. Bir mektubunda, ‘bağıra bağıra susuyorum’ demişti.

Susmak...

Bağıra bağıra susmak...

Deli miydi, ne?!

Susuyordu ve çok şey söylüyordu.

Kuytu yerlerde yaşamayı tercih ettiğinde bir ses yükselmişti içinde. Kendi sesiydi bu, dışarıda akıp giden gürültüde boğdurulmaya çalışılan kalbiydi. Susmakla kalbi büyümüştü, sesi çoğalmıştı, kendisi ortaya çıkmıştı.

Bir yolculuk başlamıştı içinde. Uzayıp giden bir yolculuktu bu. Ne çok soru çıkmıştı karşısına? Her birinin ardına düşmüş, cevaplarıyla geri dönmüştü. Dönmüştü ama her cevap yeni bir soruyu ateşlemişti.

Sorularla açılan ve cevaplarla gelişen iç yolculuğun birikimlerini taşıyan bir suskunluktu o. ‘Susmayan konuşamaz, bir şey söyleyemez,’ diyordu. ‘Çünkü susmakla konuşulacak şeyler ediniyorsunuz. Susarak başlattığınız yolculukta, kendinizle ve hayatla karşılaşıyor, bunların anlamını inşa ediyorsunuz. Hep konuşmak, konuşmaların nesnesi haline gelmek ise insanı bu yolculuktan alıkoyar. İnsanın kalbi örtülür gürültüyle.’

Hayatta durduğu yer itibarıyla çok acılar çekti, çok insanla birlikte. Tercihi bedel ödetti kendisine. İstediği yerde okuyamadı. Okumaya hak kazandığı yerde ise trajik görüntülerin malzemesi haline geldi. Bir şeyler söylememi bekledi hep. Yaşadıklarının anlamına dair sahici şeyler yazmamı istedi.

Zor bir hayatın ve zor bir coğrafyanın geliştirdiği yaralara merhem olacak şeyler söyleyecek durumda olmadığımı bilerek bazı şeyler söyledim, ama öyle bir yere gelindi ki susup kaldım.

Uzun bir süre haber alamadım kendisinden. Bir gün bir mektubu çıkageldi. Yakıcı şeyler yazıyordu:

‘.....

Hani bir an gelir tüm ipler kopar. Artık hiçbir şey eskisi gibi değildir ve olmayacaktır da... O demlerdeyiz... Geceler karanlık, buhran dolu. Nasıl olur anlamıyorum. Nasıl küçücük bir meseleden dağlar yapılır ve ağıtlar yakılır? Nasıl intiharın eşiğine gelir insanlar?

Babamın ağlamasından nefret ediyorum. Zindan oluyorum, toprak oluyorum o an...

Anlaman, dinlemen gibi bir beklentim yok artık. Sadece fısıldıyorum usulca, soruyorum:

Niye böyle? Neden?

Evet biraz huysuzum, asiyim. Her dem yabancıyım insanlara. Ama ya bunlar, bu olanlar? Hak etmediğimi düşünüyorum. Hak etmediğimizi...

Ben anlamıyorum... Hiçbir şeyi, hiç kimseyi... Bu dünyanın kalıplarına, törelerine uygun değilim. Sanki çok eskilerin insanıyım; taş devrinin, bakır, muhtelif tüm devirlerin...

Sanki tesadüfen düşmüşüm buraya. Bir göz yanılmasıyla, bir ayak burkmasıyla... Bir anda bulmuşum burada kendimi. Suskunluğum eskilerden kalma bu yüzden. Yabancılığım...

Ne vardı, diyorum. Ot gibi bitiverseydik yerden. Zembil gibi düşseydik gökten.

Bıktığımı hissediyorum artık. Her gece yeni bir şey olacak mı, diye sessizliği solumaktan. Gürültüden, patırtıdan, memnuniyetsizlikten... Alabildiğine bıktım... Olağan geliyor tüm felaketler...

Ölesiye hazırım ve artık hayat sobelesin istiyorum beni. Saklanmıyorum, kaçmıyorum da. Ne kendimden, ne insanlardan, ne de hayattan...

Sustum sadece...

Bunu yapabildim yazılanlara karşılık...

Sustum...

Uzun bir zaman...

Sustum ve çok şeyler yaşadım...

Bir gün yaşadığı kente yolum düştü. Bir akşam yemeğinde buluştum kendisiyle. İkimizin de misafir durduğu kentte alışık olduğumuz duygular içinde konuştuk. Nedendir bilmiyorum, çok şeyler söylemek mecburiyetinde hissettim kendimi. Hayata sırt dönmesini, sobelenme arzusunu kabullenmediğimi söyledim. Bir şark masalının diliyle konuştum kendisiyle. Şimdilik yaşadığımız ve canımızı acıtan şeylerin hayatımıza neleri taşıdığını bilemeyeceğimizi, canımızı yaksa da yaşadıklarımızın bizi iyi kılan şeyler olabileceğini anlatmaya çalıştım.

Şark masalı ve bu masaldan hareketle konuştuklarım onu rahatlatmıştı biraz. ‘Ne düşünüyorsunuz’ dedim. Hafiften tebessüm etti. ‘Belli değil daha. Anlattığınız öykü öyle diyor. Acele karar vermeyelim’ dedi. Güldü sonra... ‘Hayatı bir bütünlük içinde gösteren kuşatıcı bir öykü doğrusu... Ve de çarpıcı... Galiba gözlerimize çok şey doluşmuş. Ancak boşluklardan bakarak hayatı görebiliyoruz. Bu da hayatın bütününü kavramamıza mani oluyor. Hayatın büyük bir kısmı karanlıkta kalıyor ve burası bizi rahatsız ediyor. Öykü sanki gözlerimize doluşan fazlalıkları atıyor, karanlık diye bir şey bırakmıyor. Hayat bütünüyle ortaya çıkıyor, korkutmuyor artık.’

Rahatlamıştım. Cevapsız bıraktığım mektubunun yüreğime verdiği sıkıntı dinmişti. ‘Siz ne düşünüyorsunuz, bu öyküyü nasıl yorumluyorsunuz’, dedi. ‘Aslında öyküyü çok iyi yorumladınız. Hayatımıza çok şey doluşmuş, altında kalmışız, yenilmişiz. Seyrelmek gerekiyor. Bir de yaşadığımız onca sıkıntı bize ‘son karar’ı verdirtmemeli. Anlattığım öykü biraz da şunu diyor’ dedim. ‘Acele karar vermeyin. O zaman sizin de herkesten farkınız kalmaz. Hayatın küçük bir parçasına bakıp tamamı hakkında karar vermekten kaçının. Karar aklın durması halidir. Karar verdiniz mi, akıl düşünmeyi, dolayısıyla gelişmeyi durdurur. Buna rağmen akıl insanı daima karara zorlar. Çünkü gelişme halinde olmak tehlikelidir ve insanı huzursuz yapar. Oysa yolculuk asla sona ermez. Bir yol biterken yenisi başlar. Bir kapı kapanırken, başkası açılır. Bir hedefe ulaşırsınız ve daha yüksek bir hedefin hemen oracıkta olduğunu görürsünüz.’

Sohbetimiz, birkaç saat sürmüştü. Gözlerinde umuda dair bir ışığın dolaştığını görmem bana yetmişti. Huzurla kalktım yerimden... ‘Son bir şey...’ dedi, ‘Bu akşam yemeği için, aktardığınız öykü için, dostluğunuz için, bunun devamı için lütfen bunu alın.’ Çantasından, katlanmış ve biraz da eprimiş bir dergi sayfası çıkarıp uzattı. ‘Kusura bakmayınız. Bu sayfayı çok kullandım, okudum. Hırpalanmış olsa da çok kıymetli... Bana çok şey söyleyen bir metin bu... Fotokopilerle çoğalttım, dağıttım. Soylu bir hüzün ve coşku çoğalsın diye yaptım bunu. Sizinle de paylaşmak istiyorum...’ dedi. Aldım, çantama koydum. ‘Söz’ dedim, ‘Okuyacağım...’

Yaşadığı kentten ayrıldığım saatlerde o metni okudum. Bir manifestoydu adeta. Direnişe çağırıyordu söz sahibi. Diri bir kalp ve vicdan için yükselen bir sesti:

‘......

Düşüncemin ilk şafağından beri kendimle dünya arasında bir uyumsuzluk bulunduğunu hissettim’, diyordu Schopenhauer.

Nedense senin de buna benzer şeyleri söyleyebileceğini düşündüm birden. Düşünsene, şu an içinde bulunduğun toplumla aranda her şey yolunda mı sence?

Bir yerde bir problem var biliyorum. Evet var ve bu da iyi bir şey üstelik.

Çünkü sen, karşındaki zalimse ona zalim demekten korkmuyorsun.

Çünkü sen, her zaman, insanî olanı tercih ediyor, paraya sahip olabilmek için boynuna prangalar vurulmasını reddediyorsun.

Çünkü sen, alçaldıkça göbekleri şişen düzenbazların önünde el pençe divan durmaktansa haysiyetinin hiçbir ücretle satın alınamayacağını herkese gösterebiliyorsun.

Çünkü sen, bütün hesapların sayısal çoğunluğa göre yapıldığı bir düzende tek başına ve dimdik ayakta kalabilmek ne demektir bunu bize gösterebiliyorsun.

Çünkü sen, tüketim toplumunun çılgın çağrısını, kutsal bir çağrıymış gibi algılayan insanlarla aranda dağlar kadar fark olduğunu, sade ve gösterişsiz bir hayatı tercih ederek herkese ispat ediyorsun.

Şöyle bir şey okumuştum bir zamanlar; küçük bir kız çocuğu markete girer. Yalnızca bir dondurma alacak kadar parası vardır ve hiç zamanı yoktur. Önündeki, daha o gün işini ve eşini kaybetmiş beye sırasını kendisine verip veremeyeceğini sorar. Zaten canı sıkkın adam hiç konuşmadan sırasını kıza verir ve o anda bir alkış tufanı kopar, çünkü kız mağazanın üç yüz bininci müşterisidir ve o münasebetle on bin dolarlık büyük ödülü kazanmıştır.

İşte şimdi sen sırasını kıza veren adamsın diyelim ki ve onca yüklü parayı kaybeden de yine sensin.

Ve bence ‘O para benim değilmiş, var mı ötesi’ diyebilen de sensin.

Çünkü artık biliyorsun ki; birtakım zırtapozların durmadan sana empoze etmeye çalıştığı gibi, kendi kaderini tayin etme şansın diye bir şey yoktur. Tesadüf yoktur. Şans yoktur.

Yani tam da burada sen farkına varansın işte. Bu farkına varış çoğu zaman başkaları adına acı çekmene sebep olsa da hayatta elde edebileceğin en önemli değerlerden biridir. Ve sen bu değere sahipsin.

Ayrıca başka değerlere de sahipsin, mesela iyiliğin muhakkak karşılığı olması gereken bir meta olmadığını biliyorsun.

Sağ elin yaptığı iyiliği sol elin bilmediği bir insanın neler hissettiğini de en çok sen biliyorsun.

Evet bütün bunlardan sonra şimdi sana söyleyeceklerimi unutma!

Sabah erken kalk.

Hayata arkanı dön; ama sırtını sağlama al.

Aynada kendine gülümse.

Yoksullarla sohbet et. Alışverişini bakkaldan yap.

Kuşlara yem at. Çimenlerin üzerine uzan. Uzak yola gidenlere el salla. Yetimlere hediye ver.

Gece gökyüzünü seyret. Yıldızlar kayınca dilek tutma. Hurafelere aldırma. Annene ve babana hürmet et. Kardeşini sev. Kavgada sağlam dur. Arkadaşını satma.

Asansöre binme, merdiven çık. Hamburger yeme. Kola içme. Yaşlı insanlara yardım et. Çocukları incitme. Yüksek sesle konuşma. Kendini kimseden büyük görme. Zalimlerden başkasına küfretme.

Yağmurdan kaçma. Çıplak ayakla toprağa bas. Çiçek yetiştir. Hafta sonları balık tut. Piknik yap. Bir uçurtmanın peşinden koş. Akşamları eve erken dön. Bir ailen olduğunu unutma.

Hayatın telaşına kapılma. Para biriktirme. Ama bir evinin olması iyidir. Bunu önemse. Komşularınla iyi geçin. Misafirlerine ikram et. Kimsenin arkasından konuşma.

İnsanlara selam ver. Çocuklarla birlikte şarkı söyle, oyun oyna. Televizyon seyretme. Şiir yaz. Kitap oku. Seherde ve gece yarısından sonra dua et. Kendine gel. Gözyaşı dök. Merhametli ol.

Şayet, herhangi bir broker veya bilmem ne uzmanı sana hayatın büyük bir yarış olduğunu söylemeye kalkarsa, onu hırsla örülmüş dünyası ile baş başa bırakıp arkanı dön ve yürü.

Onların yüzüne doğru, ‘bu masalı külahıma anlat’ da diyebilirsin elbette.

Hayat sonsuz bir yarış değil, bize verilmiş bir emanet ve bir armağandır; emaneti kimsenin kirletmesine izin verme. Ve armağanını armağan sahibine çokça şükrederek yerinde kullan.

Heba etme.

Hiç hata yapmamak gibi derdin olmasın. Senden beklenen bunun farkına varmak ve terk etmektir. Bir kez daha hata yaparsan bir kez daha terk edersin. Asla vazgeçme.

Sana psikolojik teşhis koymak isteyen densizlerin yüzüne psikiyatriye inanmadığını haykır. (.....) Kimsenin, senin ruhunu lâboratuar malzemesi haline getirmesine müsaade etme. ‘Hadi ordan’ demeyi bil.

Dik dur. Yaradılışındaki hikmeti ve ahdini hatırla. Asla sözünden dönme. Sır saklamasını bil. Senden sahip olduğun bir eşyanı isterlerse ver. İnsanların elinde bulunanlara göz koyma. Gönül kırma.

Ve, hep sevgiyle kal.

N.K.



Nihat Dağlı

teşekkürler emeğine sağlık....


teşekkürler emeğine sağlık....

ben tşk ederim ilginize...


Serbest Kürsü

MollaCami.Com