Bölümler | Kategoriler | Konular | Üye Girişi | İletişim


İslam Cedel Dini Değildir!

Bir özeleştiri yapalım. Zaman zaman düşünüyorum da bu herşeyi en ince detayına kadar incelemelerimiz, bizi çok da ilgilendirmeyen mevzuların ardına düşmelerimiz, bununla yetinmeyip cedel konusu yapıp bir yerlere savrulmamız vallahi pek hayra alamet gibi gözükmüyor. Bu belki diğer sözlerimizle çelişkili gibi algılanabilir ama inanın zaman zaman bunu düşünüyorum. Yani nedir bizim bu her bir şeyi masaya yatırma hastalığımız?

İslam Cedel Dini Değildir

Recm, Kader, Kabir azabı, Rüyetullah vs gibi İslâm ile uzaktan yakından alakalı bulunmamasına rağmen, sade ve anlaşılır, kolaylıkla uygulanır İslâm’ı içinden çıkılması adeta imkansız, anlaşılması mümkün olmayan bir ‘İdeler’ düzeni haline sokmuş; ona asliyetinin sadeliğinden kaybettirmiştir. Üstelik de bütün bu yapılanlar maharet sanılarak..

Yukarıda da değindiğimiz gibi hemen hiç kimsenin Resulullah(s.a.)’ın gününde değinmediği, ilgilenme gereği duymadığı, daha doğrusu konu ile ilgili bir müşkili bulunmadığı bu konu daha sonra müslümanları meşgul eden ana konulardan biri haline gelmiştir.

Resulullah(s.a.)’ın aralarında yıllarca yaşadığı İslâm’ı anlamaları, yaşamaları ve özümsemeleri açısından bir güzel neslin yetiştiği yıllarda (Asr-ı Saadet) Müslümanların bu türden problemleri yoktu. Bir yandan devlet sınırları olanca genişliğe ulaşırken, diğer yandan da İslâm’ı iyi anlamış kişiler -ashab- azalmakta idi. Bir diğer ifade ile İslâm olanlar, İslâm’ı öğrenme durumunda bulunanlar sür’atle çoğalır iken, diğer yandan da İslâm’ı iyi bilenler, öğretebilecekler azalıyordu. Bu azalma normal ölümlerin dışında Ridde harbleri ve İslâm’ın yayılması çalışmaları -cihad- sebebiyle hızlanıyordu. Hudutlar genişliyor, İslâm’a girenler sayılamayacak kadar çoğalıyor fakat İslâm’ı iyi bilenler -ashab- azalıyordu. Daha sonraki yıllarda bu azalma daha da arttı. Toplumu fikrî disipline sokma, kadro yetersizliği nedeni ile zorlaşıyordu. Bir yandan da bilindiği gibi siyasî otorite zaafa duçar olmuş, siyasî birliğin sağlanmasında kullanılan metodlar İslâm’ın men ettiği usûllerle uygulanmaya başlanmıştır.

Özellikle Hz. Ömer (r.a) zamanında Mısır, Yemen, Irak, İran, Filistin ve Suriye’nin daha kuzeyleri İslâm topraklarına katılmıştı. İslâm’ın parlaklığı, ışığının vurduğu bu yakın yörelerde insanlar üzerinde etkisini göstermiş ve oluk oluk insan selleri halinde İslâm’a girişler olmuş ve oluyordu. Bu İslâm’a girişler o derecede çoğalmıştı ki, o yıllara kadar İslâm olanların sayısını kat be kat geçmişti. Yani, yeni müslümanlar, sayı itibariyle eski müslümanları geçmişti. Belki birkaç misline ulaşmıştı ve bu çoğalma daha da sürüyordu.

Tabii ki yeni gelenler yalnız ‘Kelime-i Şehadet’ getirmekle kolayca İslâm’a giriyorlar ama bir yandan da eski kültürlerini beraberlerinde getiriyorlardı. Bunların bir kısmı, belki pek cüz’i kısmı bilerek bunu yapıyor ve İslâm’ı bozmayı amaçlıyor idiyse de ezici çoğunluğun hepsini fitneci kabul etmek insanın tabiatını bilmemekten kaynaklanan bir aşırı görüş olsa gerektir. Aynı zamanda kolaycılık olur böyle düşünmek.

İşte bu yeni İslâm olanların İslâm toplumuna getirdikleri eski dünya görüşlerine, dinlerine ait itikadî ve amelî görüşleri, insanların üzerinde durdukları, çokça konuşur hale geldikleri düşünceler olmuştur. Bu ortamda bir yandan da yukarıda belirttiğimiz gibi özellikle Süryâniler Eski Yunan Düşüncesi’nin hemen bütün eserlerini arabçaya tercüme etmişlerdir.
Toplum insan çoğunluğu itibariyle İslâmî esaslı bilgilerden henüz yoksun ve eski dünya görüşleriyle dolu iken bir de Eski Yunan Düşüncesi’nin ortaya atılışı ile meseleler İslâm dışı bu kültürün baktığı açıdan ele alınarak üzerinde duruluyordu. Cemiyet bakımından çokluğun bilerek-bilmeyerek üzerinde durması konunun her yanı sarması sonucunu doğuruyor, ve hemen herkes meselelerle ortaya atıldığı şekliyle konuşmak durumunda kalıyordu.

İslâm, hükümlerini, hemen bütün mezheplerin iştirak ettiği veçhile sırasıyla haram, farz, mekruh, mendûb (nafile, sünnet) ve mübah olarak açıklamıştır. Allah’ın din gününde insanları hesaba çekmesinin sonucunda vereceğini söylediği mükafat ve ceza bir diğer ifade ile sevab ve ikabtır, müslümanı ilgilendirecek olan. Ve müslüman Allah’ın kitabı ve Resulü’nün açıklayıcı sünneti ile hangi fiilde ikâb bulunduğu, hangisinde ise sevabın bulunduğunu öğrenmelidir. Öğrenmelidir ki Allah’ın gazabının bulunduğu haramlardan kaçınsın, rızasının bulunduğu farzları işlesin. Yani müslümanı alâkadar eden önemli şey hangi fiillerin haram olduğu, hangilerinin de farz olduğudur birinci derecede. Zira bu suretle cezadan kaçınabilecek ve rıza’ya kavuşabilecek, mükafatı kazanabilecektir.

Mes’eleye İslâm bu açıdan bakmış, Resulullah’ın gününde Müslümanları meşgul eden şey bu olmuş ve haram olan davranışlarla, Allah’ı razı edecek davranışları öğrenmeyi şiar edinmiştir müslüman. Onları boş, anlamsız ve sonuçsuz şeyler meşgul etmemiştir sonrakileri ettiği gibi.


Hayatın İçinden İslam

MollaCami.Com