Bölümler | Kategoriler | Konular | Üye Girişi | İletişim


muraddan





Bu zamanımızda ALLAH dostu varmıdır ?


Zamanın birinde Padişah, vezirine; vezirim bu zamanımızda
ALLAH dostu varmıdır ? diye sual eder, Veziri olmaz mı ? Hünkarım
vardır inşallah diye cevaplayınca Padişah öyle ise ziyaretine gidelim,
durmayalım der.

Tebdil-i kıyafet Padişah ve yanında da veziri yürler ve veziri
Bir kumaşçı esnafının dükkanına girer, padişahı da peşi sıra. Raftaki
kumaşlara bakar ve şu kumaştan 2, şu kumaştan 3, şu kumaşı indir 5,
şu kumaştan 7, şundan da 9, ayrıca şu kumaştanda 12m kestirir, sonrada
hiçbirisinide beğenmedim almayacağım der, padişah sessiz kalır sadece
seyrediyordur. Kumaşçı da sesetmez ordan ayrılırlar.

İlerki bir yerde karpuz satan birisinin yanında durur vezir. Başlar
karpuzlardan seçmeye, eliyle ses getiriyor mu ? diye vurur. Daha sonra
yerdeki karpuzlara basarak üst sıralardaki karpuzlara uzanır, bu arada
birkaç karpuz kırılmıştır. Karpuzcu bak vezir ben kumaşçıya benzemem
kırdığın karpuzların parasını alırım o na göre der. Padişah yine sessiz kalır ve
sadece olanları seyreder. Vezir ordan da ayrılır, padişahı ile.

Saraya dönüyolarken, padişah peki bunlardan kumaşçı mı daha efdal, yoksa
karpuzcu mu ? diye sorar vezirine. Vezir yerine göre değişir Padişahım , bazı
insan vardır yumuşaklıkla anlar; sessiz ve sakinliği sever, bazı insan vardır o da
sertlikten anlar. Saraydan padişah kumaşçıya ve karpuzcuya verilmek üzre
zarar ve ziyan mukabilinde mir miktar altın göndertir.
(alıntı)

Yani sorun ne bilmiyorum ama hikayenin tam olarak ne demek istedigini anlamadim kardesim?

Kimi insan sertlikten, kimide yumusakliktan anlar, burasini anladim da, bunlarin Allah dostlugu ile alakasini kuramadim :-\



Allah Dostlarından Kıssalar

Kelime-i Tevhîd Anahtarının Dişleri

Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri, sohbetlerinde talebelerini haramlardan sakındırır, hayırlı amellere teşvik ederdi. Ömür sermâyelerini en güzel şekilde kullanabilmeleri için devamlı amel-i sâlih peşinde bir hayat yaşamalarını isterdi. Birgün talebelerinden biri:
“–Üstâdım! Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-: «لَا اِلٰهَ اِلاَّ اللّٰهَ sözü, yâni
kelime-i tevhîd, cennetin anahtarıdır.» buyuruyor. Bizi bu kadar sıkıştırarak korkutmanıza gerek var mı?” diye sorar.
Hazret:
“–Sen hiç dişleri olmayan, düz bir anahtar gördün mü?” diye karşılık verir.
Talebe:
“–Hayır, görmedim! Mutlaka her anahtarın gireceği anahtar deliğine göre dişleri olur.” deyince Bâyezid Hazretleri şöyle devam eder:
“–Aynı şekilde kelime-i tevhîd anahtarının da dişleri vardır.
O dişler olmadan cennetin kapısı açılmaz. Kelime-i tevhîd anahtarının en mühim dört tane dişi vardır.
TEVHİD ANAHTARININ BİRİNCİ DİŞİ: Yalan, gıybet, dedikodu ve her türlü mâlâyâniden temizlenmiş; onun yerine bol bol salavât-ı şerîfe, Kur’ân tilâveti ve güzel sözlerle rahmet telkin eden, yâni her an zikrullâh ile ıslak bulunan tertemiz bir dil.
[Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmelerde;
“Onlar ki, boş ve yararsız şeylerden yüz çevirirler.” (el-Mü’minûn, 3)
“(Onlar), yalan yere şâhitlik etmezler, boş sözlerle karşılaştıklarında vakar ile (oradan) geçip giderler.” (el-Furkân, 72) buyurarak güzel bir İslâm şahsiyeti sergilememizi arzu etmektedir.
Mü’min, dâimâ Cenâb-ı Hakk’ın huzûrunda bulunduğunun idrâkiyle nazargâh-ı ilâhî olan gönlü, hiçbir zaman incitmemeye gayret etmelidir. Sâdî-i Şîrâzî’nin; «Bir haberin gönül inciteceğini biliyorsan sen sus, başkaları söylesin.» düstûruyla hareket ederek muhâtabın kalbini incitmekten kaçınmalıdır. Ayrıca o kimsenin arkasından konuşmak demek olan gıybetten de son derece sakınmalıdır. Çünkü gıybet, kalbin kanseridir. Cenâb-ı Hak, kullarını hafife alıp küçük görenlere gadaplanır. Bir kimsenin diğerini arkadan çekiştirmesi hakkında da:
“…Biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı?..” teşbihinde bulunarak gıybetin ne kadar çirkin bir davranış olduğunu beyân eder. Diğer bir âyet-i kerîmede de:
“Arkadan çekiştirmeyi, yüze karşı eğlenmeyi âdet edinen herkesin vay hâline!” (el-Hümeze, 1) buyurur.
Vaktiyle Emevîler devrinin üç büyük hiciv şâirinden biri olan Ferezdak’ın zevcesi ölmüştü. Defin merâsiminde Hasan-ı Basrî (k.s.) de bulunmaktaydı. Hasan-ı Basrî Hazretleri, şiirleriyle insanları istihkar ve istihfâf eden, yâni karalayıp iffetlerini zedeleyen bu şâire, bir ara kabre işâret ederek:
“–Âhiret için ne hazırladın?” diye sordu. Yaşlı şâir:
“–Yetmiş yıldan beri kelime-i şehâdeti hazırladım.” dedi. Hasan-ı Basrî Hazretleri ikâz mahiyetinde:
“–Ne güzel hazırlık!” dedikten sonra şu sözleri ekledi:
“–Lâkin kelime-i şehâdetin şartları vardır. Bu yüzden insanları incitecek ve gönüllerine diken batıracak sözlerden uzak dur, Allâh’ın kullarını küçümseme ve gıybet etmekten sakın!”
Velhâsıl, dil ya hayır söylemeli, ya da sükût etmelidir.]
TEVHİD ANAHTARININ İKİNCİ DİŞİ:
Hasetten, hırstan, tamahtan, dünya muhabbetinden, her türlü düşmanlık ve intikam duygularından arınmış; Allah ve Rasûlullah muhabbeti, şefkat, merhamet gibi her türlü güzel duygularla tezyîn edilmiş bir kalp.
[Hiç unutulmamalıdır ki, haset, gurur, kibir ve tamah gibi menfîlikler, cennete girme yasaklarıdır. Çünkü bu sayılan menfî sıfatlara bulaşarak kirlenmiş olanlar, ilâhî rahmetten uzak kimselerdir. Bu yüzden de cennetten uzak kalacaklardır.
Âhiretin tarlası olan bu iki günlük fânî dünyâ hayatında, kime bir güzellik verildiyse, bilsin ki o, ödünçtür. Bunun için gönlü, dâimî bir sûrette Hak ile meşgûl etmeye çalışmak ve dünyanın geçici heveslerine aldanmamak îcâb eder. Nitekim Muhyiddin-i Arabî Hazretleri’nin de buyurduğu gibi “Nefsâniyetin girdabında yaşayanlar için hayat, deniz suyu içmeye benzer, içtikçe susarlar, susadıkça içerler.” Yâni Hakk’ı unutarak dünyaya dalan bir gönül, sadece Cenâb-ı Hak ile arasındaki mesâfeyi uzaklaştırmaktadır. Bu ise hazin bir âhiret hüsrânıdır.
Aç gözlülük ve dünya nîmetlerini elde etme hırsı, insanı hakkı olmayan şeylere el uzatmaya zorlar. Haset eden ise mahrum kalır. İmâm-ı Şâfiî Hazretlerinin buyurduğu gibi:
“Dünyada en bedbaht kimse, gönlünde haset ve kin tutan kimsedir.”
Yine hırs ile alâkalı olarak Mevlânâ’nın şu îkâzı ne kadar ibretlidir:
“Nice balık vardır ki, su içinde her şeyden eminken boğazının hırsı yüzünden oltaya tutulmuştur.”
Hakîkaten balık, oltanın ucundaki yeme aldanır, kendini helâk edecek kancayı görmez; neticede kendini perişan eder. Dünyânın yaldızlı tuzaklarına aldanıp ebedî hayatını ziyân eden gâfillerin hâli de böyledir. Yâni hırs, haset, öfke, açgözlülük, maddî ve mânevî oburluk gibi kalbe musallat olan mânevî hastalıklar da kelime-i tevhîdin özünü zedeleyen vasıflardır ki, sonunda insanı cehennem yolcusu yapar. Bu yüzden Cenâb-ı Hak; “İç âlemini temizleyen felâha erdi.” (Bkz. el-A’lâ, 14; eş-Şems, 9) buyurmaktadır.
Mevlânâ Hazretleri de kötü huylardan arınanlar hakkında şöyle buyurmuştur:
“Allâh’ın lutfu ile kötü huylarından kurtulan, nefsin aldatmacalarından korunan ve günahlarından arınarak iç dünyasını temizlemiş kişi (kurtuluşa ererek vuslata nâil olur.)”
Hazret-i Osman -radıyallâhu anh-:
“Dünya menfaati düşüncesi kalbi zindana çevirir. Âhiret endişesi ise kalpte nurdur.” buyurarak insanın tefekkürünü nereye yöneltmesi gerektiğini en güzel bir sûrette ifâde buyurmuşlardır.]
TEVHİD ANAHTARININ ÜÇÜNCÜ DİŞİ:
Haram ve şüpheli lokmalardan korunmuş, helâl lokmalarla beslenen temiz bir mide.
[Kalbe menfî tesir eden en mühim hususlardan biri de haram ve şüpheli lokmalardır. Zîrâ haram ve şüpheli gıdâlar; mânevî duyguları zedeler, kalbi hantallaştırır, gaflet ve kasvet verir. Neticesinde de nefsânî arzuları tahrîk eder. Bu hikmete binâen âyet-i kerîmede şöyle buyrulmuştur:
“…Size verdiğimiz rızıkların temizlerinden yiyin…” (el-A’râf, 160)
Helâl olan temiz gıdânın vücutta nasıl bir tesir icrâ ettiğini, Mevlânâ Hazretleri şu sözlerle dile getirmiştir:
“Helâl kazançtan elde edilen lokma, nûru ve rûhâniyeti artıran lokmadır.”
Helâl lokma, kalbi nâdânlıktan korur. Bu yüzden mü’min, temiz ve helâl kazancını, hiçbir zaman haram ve şüphelinin murdarlığıyla kirletmemelidir. Abdullah bin Ömer Hazretleri haram ve şüphelilerden kaçınmanın lüzûmuyla ilgili olarak:
“Namaz kılmaktan yay, oruç tutmaktan çivi gibi olsanız da haram ve şüpheli şeylerden kaçınmadığınız sürece, Allah o ibâdetleri kabul etmez.” buyurmuşlardır.
Şu gerçek de zihinlerden hiç çıkarılmaması gereken bir hakîkattir ki, oruç ibâdetinde, belli bir müddet için de olsa, helâllerden bile uzak kalıp nefsimizi dizginliyor olmamız, haram ve şüphelilerden ne kadar titiz bir şekilde kaçınmamız gerektiğinin bizlere ayrı bir telkînidir. Yâni insan, helâl gıdaya bile ayrı bir itinâ göstermelidir. Nitekim Mevlânâ Hazretleri, insanın helâl gıda ile rızıklanırken dikkat etmesi gerekenleri, şu sözleriyle ifâde buyurmuştur:
“Cesedine yağlı, ballı şeyleri az ver. Çünkü tenini aşırı besle­yen, nefsânî arzulara düşüyor ve sonunda rezil olup gidiyor. Rûha mânevî gıdâlar ver. Olgun düşünüş, ince anlayış ve rûhî gıdalar sun da, gideceği yere güçlü, kuvvetli gitsin!”]
TEVHİD ANAHTARININ DÖRDÜNCÜ DİŞİ:
Tasannûdan, gösterişten ve her türlü mânevî ârızadan temizlenmiş ve sırf Allah için yapılan amel-i sâlih.

[Cenâb-ı Hak, amellerimizde ne derece ihlâs sâhibi olduğumuza bakar. Bu hakîkat dolayısıyladır ki, Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-: “Ameller, niyetlere göredir.” buyurmuşlardır. (Buhârî, Îmân, 41)
Niyetlerimizin Hak rızâsı doğrultusunda olması gerekir ki, yapmış olduğumuz ameller, Hak katına varabilsin. Allah Teâlâ, rızâsı dışındaki gâyelerle yapılan ibâdetleri bir paçavra gibi kulunun yüzüne çarpar. Bir hadîs-i kudsîde Allah Teâlâ’nın şöyle buyurduğu bildirilir:
“...Kim işlediği amelde Ben’den başkasını Bana ortak koşarsa, o kişiyi de, ortak koştuğunu da reddederim.” (Müslim, Zühd, 46)
Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- şöyle buyurmuştur:
“İnsanların en câhili, âhiretini başkasının dünyası için satandır. Yâni Allah rızâsı yerine kul rızâsına temâyül edenlerdir.”
Nasıl ki bir hayvan, kâbiliyetleri ile değer kazanırsa, insan da aklını ve kalbini doğru kullanmasıyla değer kazanır. Bu sebepten Yahyâ bin Muaz -radıyallâhu anh- bizlere şu nasihatte bulunmaktadır:
“Ey arkadaş! Îman kesene dikkat et. Riyâ ve kötü huy fareleri onu kemirmesin!”
Çünkü riyâ, gıybet, din kardeşini küçük görme gibi kötü huylar, insanın hak katında makbul olan amellerini yiyerek bitirir.
Sâdî-i Şîrâzî şöyle anlatır:
“Çocukluğumda da zühde, riyâzâta, gece ibâdetine düşkündüm. Bir gece babamın yanında oturuyordum. Bütün gece gözümü yummamış, Kur’ân-ı Kerîm’i elimden bırakmamıştım. Birtakım kimseler ise, etrafımızda uyuyorlardı. Babama:
«–Şunların bir tanesi bile başını kaldırıp iki rekât teheccüd namazı kılmıyor; sanki ölü gibi uyuyorlar.» dedim. Bu sözüm üzerine babam kaşlarını çattı ve:
«–Oğlum Sâdî! Başkalarının dedikodusunu edeceğine, keşke sen de onlar gibi uyusaydın! (Zîrâ senin hor gördüklerin, şu andaki ilâhî rahmetten mahrûmiyet içindelerse de, onlara Kirâmen Kâtibîn melekleri menfî bir şey yazmıyor. Senin amel defterine ise, din kardeşlerini küçük görme ve gıybet günâhı yazıldı.)» karşılığını verdi.”
Velhâsıl yaptığımız amellerin Arş-ı Âlâ’ya varabilmesi için başkalarının iltifatlarına îtibâr etmemek ve amellerimizin bizi ucub ve kibre sürüklemesine fırsat vermemek îcâb eder. Nitekim Hacı Bayram-ı Velî’nin dediği gibi:
“Kibir, bele bağlanmış taş gibidir. Onunla ne yüzülür, ne de uçulur.”]
* * *
İşte bu dört hususa lâyıkıyla riâyeti tembihleyen Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri sözlerini şöyle tamamlar:
“Evlâdım! Eğer kelime-i tevhîd anahtarının bu dört dişini sapasağlam yerine yerleştirebilirsen, bu anahtar sana ebedî cennet kapılarını açar.”
Mevlânâ’nın ifâdesiyle:
“Kendini Hak Teâlâ’nın önünde yakıp yok etmen gerekir. Eğer gündüz gibi aydınlanmak, parlamak istiyorsan, geceye benzeyen, gece gibi karanlık olan varlığını, benliğini yak.”Yâni bütün kötü huylarından vazgeç.
* * *
Peygamber Efendimiz bir hadîs-i şerîflerinde:
“Kimin son sözü, «Lâ ilâhe illâllâh: Allah’tan başka ilâh yoktur.» cümlesi olursa, o kişi cennete girer.” buyurmuşlardır. (Ebû Dâvûd, Cenâiz 20; Hâkim, el-Müstedrek, I, 351)
Lâkin son nefeste kelime-i tevhîd ile can verebilmenin yolunu da, diğer bir hadîs-i şerîflerinde şöyle beyân etmişlerdir:
“Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz, nasıl ölürseniz öyle dirilirsiniz!..” (Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, V, 663)
Velhâsıl cennet anahtarı olan kelime-i tevhîd ile âhirete intikâl edebilmek için onun muhtevâsında bir hayat yaşamak îcâb eder. Bunun için de evvelâ kalpteki bütün menfîlikleri bertaraf ederek onu hevâ ve heves putlarından temizlemelidir. Kelime-i tevhîdin başındaki “«لَا اِلٰهَ » lâ ilâhe”nin en mühim mânâsı budur. Nitekim âyet-i kerîmede buyrulur:
“(Rasûlüm!) Hevâ ve hevesini (nefsânî arzularını) ilâh edinen kimseyi gördün mü? Şimdi ona Sen mi vekil olacaksın? (Yâni vekil olup da onu kurtaramazsın!)” (el-Furkân, 43)
Mevlânâ Hazretleri de bu hususta şöyle buyurmuştur:
“Allâh’ın zâtından başka her şey fânîdir. Mâdemki O’nun zâtında yok olmamışsın, artık varlık arama.
Kim bizim zâtımızda, hakikatimizde yok olursa, «yok olmak»tan kurtu­lur, bekâ bulur. Çünkü o «اِلاَّ » illâ’dadır; «لَا » lâ’dan geçmiştir. Makâmı «اِلاَّ »
illâ’da olanlar ise yok olup gitmez.”
Şu âyet-i kerîme, Cenâb-ı Hakk’ın biz kullarına olan en büyük mesajlarından biridir:
“Ey îmân edenler! Allâh’tan, O’na yaraşır şekilde korkun ve ancak müslümanlar olarak can verin.” (Âl-i İmrân, 102)
Kalpler, ancak bütün menfîliklerden temizlendiğinde “illâllâh” hakîkatinin mazharı hâline gelir ve mârifetullâh yolunda merhale alabilir.
Rabbimiz, kelime-i tevhid’in muhtevâsında bir hayat yaşamayı ve son nefesimizde de hâlisan kelime-i tevhid ile can verebilmeyi cümlemize ihsân eylesin…
Âmîn…



Allah Dostlarından Kıssalar Mehtap Bahar

Mü'minlerin Annelerinin Örnek Hayatlarından


Allah Seni Mahzun Etmez

Allah Rasûlü, birgün yine Hira mağarasında inzivaya çekilmiş bir hâldeyken Cebrail -aleyhisselam- aslî sûretinde gelmiş ve kendisine Alak Sûresi’nin ilk beş ayetini tebliğ etmişti. İlk defa böyle bir hâl ile karşılaşan Allah Rasûlü titrek bir heyecan içinde evine geldi ve Hatîce annemize:
“–Beni örtünüz, beni örtünüz!..” dedi.
Üzerinden bu mânevî hâl geçip sâkinleşince başından geçenleri Hazret-i Hatîce’ye anlattı ve:
“–Kendimden korktum!..” dedi.
Hazret-i Hatîce, engin bir sadakat ve çağları aşan bir basîretle, kendisini tesellî etti ve her hâlükârda yanında olduğunu ifade sadedinde şöyle dedi:
“–Öyle deme!.. Allah’a yemin ederim ki, hiçbir zaman Allah seni utandırıp mahzûn etmez. Çünkü sen akrabayı gözetir, işini görmekten âciz olanların ağırlığını yüklenirsin. Fakire verir, kimsenin kazandıramayacağını kazandırırsın, misafiri ağırlarsın, Hak yolunda halka yardım edersin...” (Buhârî, Bed’u’l-Vahy, 7, Tefsir, 96/1; Müslim, İman 252-254; Ahmed bin Hanbel, VI, 153, 232)

Ben İnanırım!
Müddessir Sûresi’nin ilk beş âyeti nâzil olduğu zaman, Hazret-i Pey­gamber, büyük vazifenin başlamak üzere olduğunu anladı ve sev­gili hanımına:
“–Şimdi bana kim inanır?” diye sordu. Hayatı boyunca en büyük desteği, ilâhî dâvâ yolunda parlayan ilk nûru Hazret-i Hatîce:
"–Ben inanırım!..” diyerek erkek ve kadınlar içinde ona ilk iman et­me şerefine nâil oldu. (İbn Abdi’l- Berr, el-İstiab, IV, 274)

Rabbinden Selam Söyle
Bir gün Peygamber Efendimiz, ibâdet için ıssız bir yere çekilmişti. Böyle zamanlarda Hazret-i Hatice ona yiyecek içecek hazırlar, ibâdete ara vermesin diye bulunduğu yere kadar getirirdi. Yine öyle olmuştu ki, vahiy meleği (Cebrâil) Allah Rasûlü’ne geldi ve:
“–Yâ Rasûlallâh!.. Hatice elinde bir kap yemekle sana gelmektedir. Hatice geldiği zaman, ona Rabbinden ve benden selâm söyle! Onu, gürültü ve yorgunluk olmayan cennette inciden yapılmış bir sarayla müjdele!..” buyurdu.
Hazret-i Hatice, bu selâma şöyle mukâbele etti:
“–O (şânı yüce Allah) selâmın kendisidir, selâm O’ndandır, Cebrâil’e de selâm olsun!.. Ey Allâh’ın Rasûlü, Allâh’ın selâmı, rahmeti ve bereketi senin de üzerine olsun.” (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensar, 20)

Bulamaç Başında
Hazret-i Âişe’nin anlattığına göre, bir gün kendisi Rasûlullâh için bulamaç pişirir. Yanlarında Hazret-i Sevde vâlidemiz de bulunmaktadır.
Hazret-i Âişe, Hazret-i Sevde’ye:
“–Buyur, sen de ye!..” der. O imtinâ edince:
“–Yemezsen yüzüne bulayacağım.” diye tehdit eder.
Hazret-i Sevde yememekte ısrar edince, Hazret-i Âişe, bulamaçtan alıp onun yüzüne bular. Ortaya çıkan manzaraya Peygamber Efendimiz tebessüm eder ve eliyle Hazret-i Sevde’nin elini tutarak:
“–Ne duruyorsun, sen de onun yüzüne sür!..” buyurur.
Hazret-i Sevde de, aynı şekilde Hazret-i Âişe’nin yüzüne sürer. Allah Rasûlü, onun hâline de tebessüm buyurur. (Afzalurrahman, Siyer Ansiklopedisi, II, sh: 161)

Kanatlı Atlar
Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Tebûk ya da Hayber gazvesinden döndü. Sofasında bir perde vardı, rüzgâr esti ve perdenin bir kısmını kaldırdı. Allah Rasûlü bu esnada Hazret-i Âişe’nin oyuncak kız bebeklerini gördü ve sordu:
“–Ey Âişe bu nedir?”
“–Bunlar benim bebeklerimdir.” dedi.
Sonra ortalarında iki kanatlı bir at gördü ve sordu:
“–Ya bu nedir, ey Âişe?”
“– Attır.”
“–Peki üstündeki nedir?”
“–İki kanat.”
“–Atın kanadı olur mu?”
“–Hazret-i Süleyman’ın kanatlı atları olduğunu sen duymadın mı?”
Bunun üzerine Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- mübarek azı dişleri görününceye dek güldü.” (Cem’ul-Fevâid, 8023.)

Benim Gibi Biri, Senin Gibi Birini Kıskanmaz mı?
Hazret-i Âişe’nin ara sıra kapıldığı kıskançlık duygularını şöyle dillendirir:
“Bir gece Rasûlullah, yanımdan çıkıp gitmişti. (Benim nöbetimde) hanımlarının birisine gitmiş olabilir diye içime bir kıskançlık düştü. Geri gelince hâlimi anladı ve:
«–Kıskandın mı yoksa?» dedi. Ben de:
«–Benim gibi biri, Senin gibi birini kıskanmaz da ne yapar?» dedim.” (Müslim, Münâfikûn, 70)

Keşke Senin Saçının Bir Teli Olsaydım
Hazret-i Fâtıma’nın evi, Hazret-i Âişe’nin hücresine bitişikti. Bu iki evi birbirinden ayıran duvarın ortasında bir pencere vardı. Hazret-i Âişe ile Hazret-i Fâtıma, bu pencereden birbirleri ile konuşurlardı.
Bir ara Hazret-i Âişe ile Hazret-i Fâtıma arasında fazîlet hakkında mevzu açıldı. Hazret-i Fâtıma annemiz:
“–Ben, senden fazîletliyim, çünkü ben Rasûlullâh’tan bir parçayım.” dedi.
Hazret-i Âişe de ona:
“–Dünya işleri dediğin gibidir; ancak âhirete gelince, ben orada Hazret-i Peygamber ile beraber O’nun derecesinde olacağım. Sen ise, Ali ile beraber ve onun derecesinde olacaksın. İki derece arasındaki farkı, sen kıyas et!..”
Hazret-i Fâtıma cevaptan âciz kalınca ağlamaya başladı. Bunu gören Hazret-i Âişe ayağa kalktı, Hazret-i Fâtıma’nın başını öptükten sonra:
“–Keşke senin başında bir tel saç olsaydım!..” dedi. (Asr-ı Saadet, III, sh: 310)

Siz de Ehl-i Beyttensiniz
Bir gün Allah’ın Rasûlü, Ümmü Seleme’nin yanında idi. Ümmü Seleme’nin kızı Zeynep de oradaydı.
Fâtımatu’z-Zehrâ, oğulları Hasan ve Hüseyin ile oraya geldi. Rasûlullâh bunları kucaklayıp:
“–Ehl-i Beytim, Allah’ın rahmeti ve bereketi üzerinize olsun. Allah her türlü hamde lâyıktır. O ne üstün bir şeref sahibidir!..” buyurdu.
Kızı Zeyneb’in anlattığına göre, Hazret-i Ümmü Seleme bunu duyunca ağlamaya başladı. Rasûlullâh, ona bakarak müşfik bir hâlde:
“–Seni ağlatan nedir?” diye sordu. Bunun üzerine o:
“–Ey Allah’ın Rasûlü, (Allah’ın rahmet ve bereketini) ehl-i beytin arasında taksim ettin; beni ve kızımı bıraktın.” cevabını verdi. Onun bu sözü üzerine Rasûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:
“–Hem sen, hem de kızın Ehl-i Beyttensiniz.” (Ziya Kazıcı, Hz. Muhammed’in Âile Hayatı ve Eşleri, sh: 224)

Allah, Ömer’i Affetsin
Hazinenin gelirleri arttıkça, Hazret-i Ömer, bazı sahabîlere ve bilhassa Peygamber Efendimiz’in ehl-i beytine zarûrî ihtiyaçlarını karşılamaları için yıllık tahsisatlar bağlatmıştı. Zeyneb binti Cahş annemize de ilk tahsisatını gönderdi. Zeyneb annemiz, bu kadar çok parayı bir arada görünce şaşırdı ve:
“–Allah, Ömer’i affetsin. Diğer kardeşlerimin hisseleri de bunun içinde mi?” diye sordu.
Parayı getirenler:
“–Hayır. Bunların hepsi sizindir!..” dediler. Bunun üzerine o:
“–Sübhânallâh!..” diyerek bir örtü ile bu paranın üstünü kapadı ve hizmetçisine:
“–Elini sok, o paradan bir avuç al, falan oğullarına götür. Bir avuç alan filana ver.” diyerek akrabasına ve kimsesizlere dağıttı. Örtünün altında avuçlayacak bir şey kalmadı. Hizmetçisi:
“–Ey müminlerin annesi!.. Allah sizi affetsin. Bunda bizim de payımız var.” Dedi. Bu söz üzerine Zeyneb Vâlidemiz:
“–Örtünün altında kalanlar da senin olsun.” dedi. Böylece gelen paranın hepsini dağıttı. Hizmetçisi, örtüyü kaldırıp saydığında, sadece seksen beş dirhem kalmıştı, onu da kendisi aldı. Zeyneb vâlidemize bu paradan hiçbir şey kalmamıştı. İslâm âleminin ikinci halifesi olan Hazret-i Ömer bu durumu öğrenince onun kapısı önünde durmuş, içeriye selâm göndererek:
“–Daha önce gönderdiğim dirhemleri dağıttığını duydum. Bin dirhem daha gönderiyorum ki, onu elinde tutasın.” demişti.
Hazret-i Ömer, bin dirhem daha gönderdi. Fakat o, eskiden beri yaptığını aynen tekrar etmiş ve elindekinin hepsini dağıtmıştı.
Gerçekten duâsı kabul olunmuş ve Hazret-i Ömer’in bir sonraki yıl “müminlerin annelerine” gönderdiği tahsîsâtı alamadan vefat etmişti.(Afzalurrahman, Sîret Ansiklopedisi, II, 184-185)

Gücünüz Yettiğince
Enes bin Mâlik şöyle rivâyet etmektedir:
“Rasûlullâh mescide girdiğinde iki direk arasında bir ipin çekilmiş olduğunu gördü.
«–Bu ip nedir?» diye sorunca, ashâb-ı kiram:
«–Bu, Zeyneb’in (Zeyneb binti Cahş’ın) ipidir. Zeyneb (namazda ayakta durmaktan) yorulunca bu ipe tutunur.» dediler. Bunun üzerine Allah Rasûlü:
«–Hayır. (İbâdette böyle güçlük olmaz.) Bu ipi çözünüz. Sizden biriniz zinde ve kuvvetli oldukça namazı (ayakta) kılsın. Yorulunca da otursun.» buyurdu.”( Buhârî, Teheccüd, 18; Müslim, Salâtu’l-Müsâfirîn, 31)

Hâlâ Tesbih mi Çekiyorsun?
“Bir gün, kendi namazgâhında bulunuyorken Allah’ın Rasûlü, sabah namazını kılmış ve erkenden yanından ayrılmıştı. Kuşluk vakti geçtikten sonra eve tekrar döndüğünde ona:
“–Hâlâ oturup tesbih mi çekiyorsun?” diye sormuş. O da:
“–Evet.” cevabını verince, Rasûlullâh:
“–Sana sabahtan şimdiye kadar yaptığın tesbihlerin tamamına eşit bir tesbih öğreteyim mi?” demiş. Sonra da üç defa:
«Allâh’ı yarattıkları sayısınca hamd ve tesbih ederim.” (Subhânellâhi ve bihamdihî adede halkıhî)»
Üç defa:
«Rızası için tesbih ederim (ve rızâi nefsihî).»
Üç defa:
«Arşın ağırlığınca tesbih ederim (ve zînete arşihî).»
Üç defa:
«Allâh’ın kelimelerinin mürekkebi kadar tesbih ederim (ve midâde kelimâtihî).» de!..” buyurmuştur. (Müslim, Zikr ve Duâ, 19; İbn Mâce, Edeb, 56)
Allah onlardan râzı olsun.

Not: Bu yazı, Halime Demireşik’in “Peygamberimizin Mübârek Zevceleri” adlı çalışmasından istifade ederek hazırlanılmıştır.



Allah Dostlarından Kıssalar Zahide Topcu

Müslüman Kadınlardan Hâtıralar-1

Tarih boyunca kadın; gerek âilesine ve gerekse İslâm’a hizmet etmekte büyük bir fedakârlık sembolü olmuştur. Onlar, âilelerinin bakım, terbiye ve hizmetlerini lâyıkıyla îfa etmenin ötesinde, dinin yayılmasında ve yerleşmesinde de tarihin şeref sayfalarına geçmiş pek çok hizmetlerde bulunmuşlar ve o kıymetli hâtıralarla yâd edilegelmişlerdir. İslâm tarihi, aynı zamanda bu güzide hanımların şanlı tarihidir. Tâ Peygamber Efendimiz’den itibaren günümüze kadar devam eden bu silsilede pek çok kadın kahramandan bahsedilebilir. Biz, bunlardan birkaç tanesini, siz değerli okuyucularımızla paylaşmak istedik.
Allah Teâlâ, bu kıymetli validelerimizin gönül ikliminden hisseler almayı bizlere de nasip eylesin. (Âmin...)

Şâire Hansa Hatun

Hazret-i Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz zamanında, Amr’ın kızı meşhur Şâire Hansa, çok güzel kahramanlık şiirleri söylerdi. Câhiliye devrinde bir gün kardeşi bir savaş esnasında vefât etmiş, Hansa da günlerce yas tuttuğu kardeşinin ardından en içli ve en edebî şiirlerini dile getirmişti.
Müslüman olmasıyla birlikte İslâm dini, ona bambaşka bir ruh ve bakış açısı kazandırmış, onu üstün bir fedakârlık timsali hâline getirmişti. Bir kardeşinin vefâtına aylarca yas tutup mersiyeler söyleyen Hansa gitmiş, yerine dört evlâdını birden cenk meydanına şehit olmaları için gönderen Hansa Hatun gelmiştir.
Gerçekten Hansa Hatun, Kadisiye Harbi esnasında dört yavrusunu birden karşısına almış ve onları harbe hazırlayarak, tarihe geçen şu sözleri söylemiştir:
“– Benim kahraman evlâtlarım!..
Yemin ederim ki, siz aynı ananın ve aynı babanın çocuklarısınız. Ben, kocama ihanet etmiş bir kadın olmadığım gibi, babanız da mâzisi lekeli bir insan değildir. Siz böyle tertemiz bir mâziye sahipsiniz. Sizden isteğim, gireceğiniz savaşta bu asaletinize uygun bir cesaret ve celâdet göstermenizdir. İlk hücum eden sizler olacaksınız. Sizleri arkada değil, daimâ en ön safta çarpışırken görmeliyim. Kısacası, emir Allah’tan, kumanda Rasûlullah’tandır.”
Başka söze ne hacet!..
Bu sözlerden sonra çocuklarını ayrı ayrı kucaklayan Hansâ Hatun ilâveten şunları söylemiştir:
“– Ya İslâm’ın zafer bayrağını Kadisiye’de dalgalandıracaksınız veyahut da din uğrunda cihad ederek şehit olduğunuzu duyacağım.”
Bir annenin evlâdına karşı böyle kahramanca konuşması, orada bulunan diğer mücahitleri de coşturmuş ve Kadisiye’de kısa zamanda İslâm’ın zafer bayrağının dalgalanmasına sebep olmuştu. Nihayet Hansa Hatun, hasta yatağında iken dört oğlunun birden şehid olduğu haberi getirilince:
“– Yani ben şehit anası mı oldum şimdi?” diye sormuştu.
“– Evet...” dediler, “Hem de dört şehit anası!...”
Tekrar sordu:
“– Peki, zafer kimlerde?”
“– Zafer Müslümanlarda… Kadisiye’de şimdi İslâm’ın bayrağı dalgalanıyor.”
“– İslâm’ın bir zaferi için dört oğlum da feda olsun!..” diyen Hafsa Hatun ellerini kaldırarak şöyle yalvardı:
“– Yâ Rabbi!.. Bana emanet ettiğin dört kahramanı, yine dinin uğrunda feda etmiş bulunuyorum. Artık beni şehit anaları defterine kaydeyle!.. Benim için şehit anası olmak, kâfi ikramdır. Benden bunu esirgeme.”
Cenab-ı Hak bizleri de onlara yakın eylesin, âmin...




Allah Dostlarından Kıssalar Tuba Çınar

Kıssaların Dili

ÖNDE GİDENLERİN MESULİYETİ

Bir gün Ebu Hanife Hazretleri çamurda yürüyen bir çocuğa rastlamıştı. Ona merhamet ve şefkatle tebessüm ederek:
"-Evladım, dikkat et de düşmeyesin!" dedi.
Çocuk da, zeka ve basîret parlayan gözleriyle İmâm'a dönüp ve kendisinden pek de beklenmeyecek şu ibretli mukâbelede bulundu:
"-Ey İmam! Benim düşmem basittir, düşersem yalnız ben zarar görürüm. Fakat asıl siz dikkatli olunuz. Zira eğer sizin ayağınız kayacak olursa, size tâbî olup peşinizden gelenlerin de ayağı kayar ve düşerler ki, bunların hepsini kaldırmak da oldukça zordur." dedi.
Çocuğun sözlerine hayran kalan İmam, ağlamaya başladı ve talebelerine:
"-Şayet bir meselede size daha kuvvetli bir delil ulaşırsa, o hususta bana tâbî olmayınız. İslam'da kemâlin alâmeti budur. Bana olan sevgi ve bağlılığınız da ancak bu şekilde ortaya çıkar."


Hisse:

Hak yolunda ön saflarda bulunmak hem bereketli, hem de mesuliyetlidir. Zira önde bulunanların, güzellikleri etraflarına te'sîr ettiği gibi yanlışlık ve çirkinlikleri de etrafları tarafından doğru telakkî edilerek taklid ve tabi olmakla yayılmış olur. Onun için İmam-ı A'zam gibi din büyükleri, verdikleri fetvalarda bu hassâsiyete riâyetin yanında yaşayışlarını da hep takvâ ölçüleri içinde sürdürmüşlerdir. Nitekim bir defasında elbisesindeki çok ufak bir kiri temizlerken kendisini görenler sorar:
"-Ey İmâm! Verdiğiniz fetvaya göre şu ufacık leke namaza mani bir kir değil; ne diye zahmet çekip onu gidermeye çalışıyorsunuz?"
Hazret-i İmam buyurur:
"-O fetva, bu ise takvâ!"
İşte büyük olsun, küçük olsun kullara ve Hakk'a karşı bütün mes'uliyetleri ebedî âlemde birer memnuniyete dönüştürecek olan yegâne düstur!..





Allah Dostlarından Kıssalar Tuba Çınar

Kıssaların Dili

KIYAMETE KADAR TESİRLİ BİR TEDAVİ

Büyük mutasavvıf Bayezid-i Bistamî hazretleri, bir gün tımarhanenin önünden geçiyordu. Tımarhane hizmetçisinin tokmakla bir şeyler dövdüğünü görüp:
"-Ne yapıyorsun?" diye sordu. Hizmetçi:
"-Burası tımarhanedir. Delilere ilaç yapıyorum." dedi. Bayezid-i Bistamî hazretleri:
"-Benim hastalığıma da bir ilaç tavsiye eder misin?" diye sordu. Hizmetçi
"-Hastalığını söyle." deyince Beyazid:
"-Benim hastalığım günah hastalığı... Çok günah işliyorum." dedi. Hizmetçi:
"-Ben günah hastalığından anlamam... Ben delilere ilaç hazırlıyorum." diye cevap verdi.
Tam bu sırada tımarhanenin parmaklığının arasından konuşulanları duyan bir deli (!), Bayezid-i Bistamî hazretlerine:
"-Gel dede, gel, senin hastalığının çaresini ben söyleyeyim." diye seslendi.
Bayezid-i Bistamî hazretleri, delinin yanına sokularak:
"-Söyle bakalım, benim derdime çare nedir?" dedi. Deli şu ilacı tavsiye etti:
"-Tevbe köküyle istiğfar yaprağını karıştır... Kalp havanında tevhid tokmağı ile döv, insaf eleğinden geçir, göz yaşıyla yoğur, aşk fırınında pişir... Akşam-sabah bol miktarda ye.. O zaman göreceksin, senin hastalığından eser kalmaz!.." dedi.
Bu güzel ilacı öğrenen Bayezid hazretleri:
"-Hey gidi dünya, hey! Demek seni de deli diye, buraya getirmişler!" deyip oradan ayrıldı.
Bu, her devirde günah hastalığına yakalananlara tavsiye olunmaya değer bir ilaçtır.





Allah Dostlarından Kıssalar Zahide Topcu

Müslüman Kadınlardan Hâtıralar-3

“Evin Direği Fedâkâr Hanımlar”

Müslüman bir hanım, âilesinin muhabbet ve fedâkârlık nişânesidir. O, kendisini âdeta yuvasına, kocasına ve çocuklarına vakfetmiştir. Onların sevinç ve mutlulukları, rahat ve huzurları, kendisini de bahtiyar eder.
Kadınların evinin işlerini görmesi, beylerinin rızâsını gözeterek onların meşrû her isteklerine canla başla riâyet etmesi, çocuklarının eğitim ve terbiyelerini gözetmesi, onları yuvayı kuran dişi kuş hâline getirmiştir.
Peygamber Efendimiz devrinden itibaren ashâb-ı kiramın hanımları, ev işlerini çekidüzene koyduktan sonra zaman zaman beylerinin işlerine bile yardımcı olmuşlardır. Mesela Ashâb-ı kiramın ve Ehl-i Beyt’in gözbebekleri mesâbesinde olan Hazret-i Fâtıma ile Hazret-i Ali, örnek bir yuva kurmuşlar ve ellerinden geldiği nisbette birbirlerine yardımcı olmuşlardır. Peygamber Efendimiz, elinde büyümüş olan bu iki genci, yine kendi elleriyle nikâhlamıştır. Onlara ev işlerinde görev taksimi yapmış, evin dış işlerini Hazret-i Ali’ye, iç işlerini de Hazret-i Fâtıma’ya tevdî etmiştir. Daha sonra da kızına hitâben şöyle buyurmuştur:
“-Kızım Fâtıma!.. Sen Ali’ye câriye ol ki, o da sana köle olsun.”
Hazret-i Fâtıma, bu tavsiyelere uyarak kocasının gücünün üstünde hiçbir masraf çıkarmamış ve daima elindekiyle yetinmeyi bilmiştir. İbâdet dışındaki vakitlerini ev işlerine ve çocuklarının terbiyesine ayırmıştır. Evin ihtiyacı olan suyu, kuyudan çekip omzunda taşımıştı. Bütün âile fertlerinin elbiselerini bizzat kendi elleriyle biçip dikmiş, el değirmeninde kendi buğdayını kendisi öğütmüştü. Hatta bu çileli iş sebebiyle elleri nasırlaştığında, muhterem babası Peygamber Efendimiz’e müracaat ederek kendisine bir yardımcı tayin etmesini istemiştir.
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ciğerpâresi Fatıma’nın hâline acımış, ama Medine’de ihtiyaç sahibi bu kadar insan varken kendisine özel bir muamele edip yardımcı olmak üzere köle veya câriye tahsis etmesinin adâlete uygun olmayacağını söylemiştir. Onu tesellî etmiş ve:
“-Kızım Fâtıma, senden daha muhtaçları var. Dünya acılarını, âhiret tadı için iç.” buyurmuşlardır.
* * *
Yine Hazret-i Esmâ -radıyallâhu anhâ-; kocası Hazret-i Zübeyr -radıyallâhu anh-’ın işlerinde yardımcı olur, atının bütün hizmetlerini görür, başının üzerinde tohum ve hurma çekirdeği taşırdı.
Müslüman hanım, evi ve âilesi için nasıl fedâkârâne bir şekilde hizmet etmeyi bir vazife sayıyorsa, vicdan sahibi müslüman kocalar da güçleri nisbetinde hanımlarına yardımcı olmalı, onların yüklerini hafifletmelidirler. Nitekim Peygamber Efendimiz, kendi söküğünü kendi yamamış, ayakkabılarını tamir etmiş, hayvanların sütünü sağmış ve mümkün mertebe kendi ihtiyaçlarını kendi karşılayarak başka birisine yük olmamaya çalışmıştır.
Âile içerisinde çocukların bakım, terbiye ve büyütülmesi, hem erkeğin, hem de hanımın ortak mesuliyetidir. Bu sebeple hanımların bunaldığı veya yorulduğu zamanlarda, erkekler de eşlerine yardımcı olmalıdırlar.
Velhâsıl, müslüman bir yuvada herkes birbirini gözetip kollamalı, destek ve yardımcı olmalıdır. Fertlerden birinin daimî fedâkârlık ve hizmeti, Allah katında boşa gitmezse de, bir kuş tek kanatla uçamaz. İki taraf da güçleri ve imkânları nisbetinde Allah için birbirlerine yardımcı olmalıdırlar. Huzur ve mutluluğun yolu, bundan geçer.
Cenâb-ı Hak, bu güzide annelerimizi şefaatlerine lâyık eylesin. Âmin...



Allah Dostlarından Kıssalar Hansa Hüdayi

Allah Dostlarından Bayram Hâtıraları

Se­riyy-i Sa­ka­tî şöy­le an­la­tı­yor:

“Bir bay­ram gü­nü Mâ­ruf-i Ker­hî’yi so­kak­lar­da hur­ma çe­kir­de­ği top­lar­ken gör­düm. Bu çe­kir­dek­ler­le ne ya­pa­ca­ğı­nı sor­dum. De­di ki:

«–Şu­ra­da kü­çük bir ço­cu­ğun ağ­la­dı­ğı­nı gör­düm. Ya­nı­na yak­la­şa­rak ni­ye ağ­la­dı­ğı­nı sor­du­ğum­da; ye­tim ol­du­ğu­nu, ar­ka­daş­la­rı­nın el­bi­se­le­ri gi­bi el­bi­se­le­ri ve on­la­rın oyun­cak­la­rı gi­bi oyun­cak­la­rı ol­ma­dı­ğı­nı söy­le­di. Tek­rar ağ­la­ma­ya baş­la­dı. Hâ­li yü­re­ği­mi dağ­la­dı. Onun için bu hur­ma çe­kir­dek­le­ri­ni top­lu­yo­rum. Bun­la­rı sa­ta­ca­ğım ve o ço­cu­ğun is­te­di­ği el­bi­se ve oyun­cak­la­rı ala­ca­ğım...»

Bu söz­ler be­nim de yü­re­ği­mi dağ­la­dı ve Haz­ret-i Pîr’den ri­câ et­tim:

«–Mü­sâ­ade­niz olur­sa, ben o ço­cuk­la il­gi­le­ni­rim, gön­lü­nüz ra­hat ol­sun!» de­dim. Son­ra o ço­cu­ğu alıp ih­ti­yaç­la­rı­nı kar­şı­la­dım.”

Bu gü­zel amel-i sâ­lih be­re­ke­tiy­le nâ­il ol­du­ğu hâ­li, Se­riyy-i Sa­ka­tî, şöy­le ifâ­de eder:

“–Gön­lümde bu hiz­me­tin be­re­ke­tiy­le öy­le bir nûr pey­dâ ol­du ki, onun­la bam­baş­ka hâl­le­re maz­har ol­dum ve ni­ce mâ­ne­vî lez­zet­ler tat­tım...”

* * *

Behlül Dânâ Hazretleri bayramı ne güzel târîf eder:

“Bayram, yeni elbiseler giyinmek için değil, ilâhî azâbdan kurtuluşa erip selâmet ve emniyette olabilmeyi sağlayacak merhamet tezâhürlerinin gerçekleşebilmesi içindir.
Bayram, güzel binitlere binmek için değil, hatâ ve günahları temizleyerek nefsi berraklaştırmak ve böylece Allâh’a götürecek bir kalb-i selîme sahip olmak içindir. ”

* * *


İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri şöyle buyurur:

“Bizim üç bayramımız vardır. Birincisi Ramazân (ve Kurban) bayramıdır. Bu tabîatın, nefsin bayramıdır. İkincisi, kâmil îmanla göçmek şartıyla ölüm bayramıdır. Bu, büyük bir bayramdır. Üçüncü ve en büyük bayram ise, âhirette Allâh’ın tecellisine mazhar olunduğu zamanki bayramdır.” (Bursevî, I, 295)



Allah razi olsun,
Gerçek gönül dostlarindan eylesin.


kıssadan hisse

MollaCami.Com