Bölümler | Kategoriler | Konular | Üye Girişi | İletişim


Yumurta

İstanbul’a hemen her gelişim sabah saatlerine denk gelirdi. Bu gezimizde de öyle oldu. Sisli puslu bir havada karşıladı bizi İstanbul. Güneş, daha ışıltılı çehresini gösteremeden, ufku boydan boya kaplayan kül rengi bulutların ardında kaybolmuştu. Sahil boyunca beliren sisle, İstanbul’un yüzüne bir tül geçirilmiş gibiydi. Sadece uzun bir geceden arta kalan mahmurluktan değil, yılların yorgunluğundan kurtulmak ister gibi bir hâli vardı. Gezi, maziye ait duygularımı harekete geçirmişti. İstanbul denince içim içime sığmaz olurdu. Şehrin surlarına sinmiş tarihin kokusunu, denizini, martılarını, tatlı titremelerle beni kendime getiren rüzgârını, balıkçı teknelerini ve daha nice doyumsuz yanlarını düşünürdüm. Günübirlik gezimizde, mermerlerinde hâlâ mütevazı bir ihtişamın yankılandığı tarihi mekânları gezdik. Gezdiğimiz hemen her yerde hatırasıyla avunduğumuz geçmişe çevirdik yüzümüzü, tüm uzaklığına rağmen. Bu duygu yoğunluğu içinde herkes müdür beye şükranlarını arz ediyordu. Bir dahaki sene de yine böyle bir gezi düzenlensin diyenler oldu. Hattâ Çanakkale gezisi olsun diye teklifler bile vardı. Yorucu ve bir o kadar da güzel geçen aynı günün akşamı geri döndük.

***
Gezmekten ayaklarımın altı şişmişti. Kendimi koltuğa bıraktığımda bütün vücudumu yorgunluğun hazzı kaplamıştı. Hemen uyumuşum. Bir ara gözlerimi açtım. Araba durmuştu. Müdür beyin, şoföre “Niye durdun, hayırdır?” dediğini duydum. O da, “Şu geride, mezarlığın orda birini gördüm. Sanki bana el etti. Dur mu dedi, gel mi dedi anlamadım. Yolda kalmıştır diye düşündüm ama, inip baktım kimsecikler de yoktu. Neyse…” dedi.

İçim ürpermişti mezarlık denince. Geceleri en güvenilir yerler mezarlıklar denir ama, insan yine de ürpermelerine engel olamıyor. Buğulanan camı avucumun içiyle silip derin karanlığa diktim gözlerimi. Gecenin karanlığında yeşil serviler, abideleşen bir insan siluetine bürünüyor. Rüzgârda salınışları, lacivert karanlığı yarıp da çıkacakmış gibi geliyor. Tarih öğretmeni Şahin Bey, “Malatya’nın yanı sıra, Adapazarı’nda da Somuncu Baba’nın manevî etkisinden bahsedilir. İster misiniz, şoföre gözüken onun ruhaniyeti olsun?” diyerek düşüncelerimize bir kapı araladı. Konuşmalar uzayıp gidiyordu. Gözkapaklarım kısa fasılalarla açılıp kapanarak uykuya hazırlanıyordu. Sabah namazına kadar uyumuşum. Dinlenme tesisinde namaz molası verdikten sonra tekrar yola koyulduk. Ne kadar çok yorulmuşum ki, namaz sonrası yine dalmışım. Yüzüme sıcak dokunuşlar bırakan güneşle kendime geldim.

Otoban parlak bir siyaha bürünmüştü. Geceden yağan yağmurla yoldaki beyaz şeritler iyice belirginleşmişti. Güneşin, asfaltın ıslaklığıyla buluşan ışığı gözlerimi alıyordu. Çıkış gişelerinde kuyruk oluşmuştu. Önümüzde tavuk yüklü bir kamyon vardı. Biz kamyona öylesine bakarken, tavuklardan biri oracıkta yumurtlayıverdi. Herkes kendince orijinal bir sahne yakaladığını düşünerek birbirine, “Bak gördün mü, tavuk yumurtladı.” diyordu. Şoförün de çok hoşuna gitmişti tavuğu yumurtlarken görmek. Allah Allah, diyerek tatlı tatlı güldü.

Gülmesi bitmeden arabadan indi, hızlı adımlarla kamyona yürüdü. Kamyonun kapağına tutunarak yukarı çıktı. Bir eliyle kafesten sıkıca tuttu, diğer eli ile de yumurtayı aldı. Aynı hızlı adımlarla yanımıza gelip koltuğuna oturdu. Büyük bir iş yapmış gibi seviniyordu. Sevincinde çocuksuluk vardı. Biz şaşkın şaşkın olup biteni takip ediyorduk.

Herkesin diyecek bir çift sözü vardı ama, ilk kim konuşacak diye birbirimize bakıyorduk. Bakışlar Müdür beyde odaklandı. Müdür bey, sesine yansıyan merak ve amirane kızgınlıkla, “Niye aldın o yumurtayı?” diye sordu. Kısa ama bir o kadar da irkilticiydi sorusu. Hiç beklemediği bir tepkiyle karşılaşan şoförün esmer yüzündeki çocuksu tebessüm birden donuverdi. Yüzü kızardı. Yaptığı davranışla aldığı tepkiyi zihninde birleştirememenin tuhaflığıyla:

“Ne olacak ki, hoşuma gitti aldım hocam. Yanlış bir şey mi yaptım yoksa? Altı üstü bir yumurta! Zaten bir sürü tavuk var kamyonda. Benim aldığım bir yumurtadan ne olacak? Hem yemek için almadım ki…” diye cevap verdi. Bir yandan da öndeki araçların durumuna göre minibüsü hareket ettiriyordu.

Müdür bey bu cevapla tatmin olmamıştı. “Ne olacak da ne demek! Kul hakkına girmez mi bu? Azı da çoğu da bir değil midir kul hakkının. Yesen de yemesen de fark etmez. Sana yakışan, izinsiz almamaktı. Her yönüyle hassas yaşamalı değil mi insan?”

Şoför, Müdür beyin nazik ikazını anlamak istediğini belli eden derin manidar bakışlarıyla elindeki yumurtayı süzdü. Kaşları çatıldı. Alnı kırıştı. Derin derin nefes aldı. Gözlerini Müdür beyden ısrarla kaçırıyordu. Başını önüne eğdi. “Doğru dersin hocam. Kul hakkına hep dikkat etmeye çalıştım. Çoluğuma çocuğuma bu güne kadar, bildiğim kadarıyla haram lokma da yedirmedim. Dedim ya, niyetim yumurtayı yemek değildi. Hoşuma gitmişti tavuğun yumurtlama anını follukta değil de kafeste görmek. Ama siz haklısınız. Kusuruma bakmayın, hiç sizin düşündüğünüz gibi düşünmemiştim.” Arkadan gelen korna sesleri konuşmasını kesti. Önümüzdeki kamyon yola koyulmuştu bile.

Şoförümüz de ücreti ödeyip gaza bastı. Hızını gittikçe artırıyordu. Normal bir hız artışı değildi bu. Biraz da telâşlıydı. Başını sağa sola çevirip söyleniyordu. “Ah şu yumurta, ah şu yumurta! Kamyona yetiştirsem şunu iyi olacak.” Şoförün masumane ve utangaç izahı bizi de rahatlatmıştı. Yaptığının doğru olmadığını kabullenmişti. Yağmur vurmuş gök ekin gibi doğrulmaya çalışması, saf gönlünün dışa yansımasıydı.

Arayı açan kamyon, iki yüz metre ilerden sağa döndü. Bizim şoför de sinyal verip sağa geçti. Fakat hızını hiç kesmemişti. Yerler ıslaktı. İkinci sırada oturuyordum. Şoförün her hareketini yakından takip edebiliyordum. Dalgın ve telâşlıydı. Gözleri donuktu. Bakışları bir yere kilitlenmişti. Virajdan dönerken hızı yine aynıydı. Beni bir korkudur aldı. İçim daraldı. Göğüs kafesim arabanın artan hızıyla daha hızlı inip kalkıyordu. Gözlerim bir şoförde bir yoldaydı. Şoförün bu hâli hayra alamet değildi. Müdür beyin irkilerek, “Yavaş ol, bizi öldürecek misin?” sözleri acı bir fren sesinin arasında eriyip gitti. Şoförün direksiyon hâkimiyeti kayboldu. Arabamız sağa sola kaymaya başladı. Yüreğimden bir şeyler kopuyor gibiydi. Gözlerimi sımsıkı kapadım. Öğrencilerim, annem babam, evli arkadaşlarım, onların çocukları… Hayata taze heyecanlarla bakan bekâr arkadaşlarım… Allah’ım, Allah’ım!

***
Gözlerimi acıyla açtığımda keskin bir ilâç kokusu genzimi yaktı. İki arkadaşım başucumdaydı. Kendime geldiğimi görünce sevindiler. Biri “Nasılsın?” diye soruyor, öbürü de kendinden geçercesine “Çok şükür Allah’ım, çok şükür; kendine geldi!” diyordu. “İyiyim, iyiyim!” dedim belli belirsiz. Dedim ama, ben bile zor duymuştum kendi sesimi. Ya da duyduğumu zannetmiştim. Dudaklarımın kımıldadığını fark eden arkadaşlarımın yüzlerinde tebessümler belirdi. Ne dediğimi anlamamış olsalar da, gözlerimi açtım ya, dudaklarım kımıldadı ya, yetiyordu herhâlde onlar için.

Beynim zonkluyordu. Sağ elimi başıma götürmek istedim, olmadı. Acısını hissetmediğim bir serum takılıydı kolumda. Sol elimi zoraki başıma götürdüm. Başımda kat kat sargı vardı. Gayri ihtiyari irkildim. Doğrulmak istedim, doğrulamadım. Ilâç kokusu, arkadaşlarımın ölümle hayat arasında gidip gelen bakışları, soğuğu içime ürperti salan ranza demirleri… Olan biteni anlamaya çalışıyordum. Silik görüntüler beyaz bir bulut kümesi gibi toplanıp dağılıyordu. Geçmişin tül perdesini aralar gibi oldum… En son otoban çıkışı, tavuk yüklü kamyon, yumurta, konuşmalar… Ve acı bir fren sesi… Şimdiyse bir hastane odasındaydım. Hayatı güzel yaşamak için bir fırsat daha verilmişti. Zamanı bugünüyle yarınıyla daha anlamlı kılmak için, gönül aydınlığım öğrencilerimle yarınlara huzurla yürüyebilmek adına verilmiş bir fırsat… Dikkatimi toparlamaya çalıştım. Zihnime üşüşen sorular vardı, onları sormalıydım. Derin bir nefes aldım. Dudaklarımı zoraki de olsa kımıldatabiliyordum. “Diğer arkadaşlar nasıllar? Benden başka yaralı yoktur inşallah?” Hulusi Bey, sol elimi, sıcaklığı içime işleyen avuçlarının arasına aldı. “Çok şükür, hepsi iyiler!” dedi. Arzuladığım cevabı almış olmanın rahatlığıyla gözlerimi yavaşça kapadım. Aniden aklıma yeni bir soru geldi. Başımı yastıktan kaldırmaya çalıştım. Dirseklerimden güç alarak hafifçe doğruldum.

“Yumurta” dedim durmadan titreyen sesimle. Sesimin titrekliğinden kendim bile ürpermiştim. Dudaklarımdan dökülen yarım yamalak kelimeleri, nefes alış verişlerimle kontrol etmeye çalıştım. “Ne oldu o yumurta? Şoför kamyoncuya verebildi mi yumurtayı? Sonra mezarlığın yanından geçerken şoförü kim çağırmıştı Hulusi Hocam, şoför nerde şimdi?” Sorumu beğenmemiş olacak ki, Hulusi Bey’in iki yanağındaki gamzeler birden kayboldu. Aydınlığında içimin yıkandığı gözlerindeki parıltılar söndü. Bakışlarını benden kaçırdı. Alt dudağını morartıncaya kadar ısırdı, ısırdı. Cevap vermedi. Sustu. Sorum, boşlukta döndü dolaştı. Sonra acıyı yüklenmişçesine gelip yüreğime oturdu..


OSMAN ALAGÖZ


Hikayeler

MollaCami.Com