Bölümler | Kategoriler | Konular | Üye Girişi | İletişim


Bırak Yüreğimi Amca

Çıkacakmışım. Satılacakmış kirada kaldığım ev. Yaklaşık üç yılımı paylaştığım bu duvarlara, bu lila renkli duvarlara baktım durdum bir süre. Ağladığıma şahit duvarlar, kederime kıvancıma ortak olan duvarlar. Oğlumun keçeli kalemle renkten renge soktuğu duvarlar. Barış tadında sohbetlere nail olan duvarlar. İki tane çivi izi kalacak yüzünde bu duvarların. Birisi elleri hamur kokulu, yüreği hasret, yüzü güneş yanığı annemin resmini astığım çerçeveden arta kalan iz. Birisi oğlumla eşimle, bize baktığımız biz.

Çıkacakmışız. Çıkalım. Zaten bu apartman hiç hoşuma gitmiyordu ki. Bıkmıştık Dudu Teyzenin, “Merdivenlere sigara izmariti atmayın!” “Aman yavaş inin inerken!” “Aman balkon yıkarken sıçratmayın suyu pencereme!” demesinden. Zaten bacam da çekmiyordu. Sıdıka Teyzeye her sokağa çıkışımda beyanat vermekten, nereye gideceğimi söylemekten, akşam bizlere gelen misafirlerin kim olduğunu anlatmaktan, uzun boylu olanın mı ablam, kadife şalvarlı olanın mı halam olduğunu söylemekten yorulmuştum artık. Aslına ermeden bırakmıyordu kadın. Kapımın örtüldüğünü nasıl da duyuyor, dışarı çıktığımı nasıl da hissediyor, kaşla göz arasında pencereye çıkıp bana sorularıyla nasıl pusu kuruyordu anlamıyordum doğrusu. Sadece lila renkli duvarlarda kalacaktı aklım. Lila bizim rengimizdi. Lilada umutlarımız, baharımız vardı. Lila renkli duvarlara ihanet mi ediyorduk ne? Hoş bir gece uzun uzun bakıştık kendileri ile. Duvarlara dayadım gözlerimi. Birazcık ağlaştık. Vedalaştık. Daha yeni boyatmıştık salonun duvarlarını. Kirlenmesin diye soba kurmamıştık. Hanım ha bire keşke soba kursaydım da bu kıyamadığım duvarları böyle bırakmasaydım diye hayıflanıyordu. Bu duvarlar. Bu duvarlar şair etmişti beni.

Hani sevdadan nasip aldığımız günlerdi ya anne, bizi bir tek onlar dinler anlardı ya anne. Hani bir tek şahidimiz onlardı ya anne. Duvarlar seni soruyor, gelmeyecek misin diye söyleten duvarlar. Bir yüzünü maviye buladım gözlerin diye. El sürdüğün pervaza dokundum ellerin diye. Her gün aynı soru sorulur mu, neden niçin niye? Duvarlar seni soruyor, gelmeyecek misin diye… Ağlatan duvarlar… Hani sırtını yasladığın geyikli bir halı vardı. Hani rahmetli babam bir çerçeveden bakardı. Bu duvarlar kireç değil, sanki annem kokardı. Duvarlar seni soruyor, gelmeyecek misin diye. Bekleten duvarlar. Hiçbir boya kapatmadı duvardaki seni. En son lila dedim, o da dinlemedi beni. Baktım yüreğini gördüm, baktım gözlerini. Duvarlar seni soruyor, gelmeyecek misin diye. Sızlatan duvarlar. Hoşça kal Emek Apartmanı. Hoşça kal çatı katındaki tozlu sandık. Hoşça kal koridorun kirli duvarları. Küflü merdiven demirleri. Hoşça kal Eminelerin kirli ahşap kapısı. Hoşça kal Celâl Amcanın çelikten kapısı. Sıdıkaların paspası. Gülten’in yaramaz kızı Gülşah, hoşça kal. Hoşça kal üç yılım. Annemin çıkamadığı merdivenler. Hoşça kal karşı pencereden üç yıldır bana bakan tül perdeli nine. Hoşça kalın otuz yaşımda bana yedi yaşımı yaşatan mahallenin çocukları. Söyleyin lila renkli duvarlara ağlamasınlar. Söyleyin kuşlara eksik olmasın başınızdan. Söyleyin bulutlara, sevgi yağsın başınıza.

Şehrin bir yamacında bir başka mahalleye konuyorum. İki katlı müstakil bir eve dünyamı getirmiştim. Bak yüreğim bu odada şiirler yazacaksın. Bak yüreğim bu odada yanacaksın özlemler içinde. Bu odada uyuyacak bu odada uyanacaksın. Menekşe saksıları şu pencerenin pervazına. Şu beton direği sarmaşık dalları sarmalı. Bu duvara vur bir çivi. Annemin gözleri gözlerime değmeli. Balkona eski bir kilim atmalı, konu komşuyu bu balkonda ikrama boğmalı. Dostlarımız olmalı. Çayımız muhabbetlere kaynamalı. Oğluma bir bisiklet almalı. Nasıl olsa sokak kapımız ana caddeye bakmıyor. Bu küçük sokaktan araba bile geçmiyor. Karışmalı oğlum bu mahallenin çocuklarının arasına. Sesini duymak ve sesini seçmek istiyorum onlarca çocuk arasından.

Bahçeme biber fideleri, domates fideleri ekerken göz göze geldik. Komşu hoş geldin, diyerek seslendi bana. İki bahçeyi ayıran bir kat tuğladan örme duvarın öte yamacından geliyordu bu ses. Kalın mercekli gözlükleri vardı. Zayıftı. Mahcup bir ifadesi vardı. Gülümsedim. Dedim, hoş bulduk. Adım falanca dedim, memnun oldum. Evet, balkonumda çay içip sohbet edebileceğim ve komşum diyebileceğim bir kişiyi bulmuştum bile. O duvarın öte yamacında ben duvarın beri yamacında konuştuk ayaküstü birkaç dakika. İşe gidiyormuş, kısa kestik sohbeti. Eski bir mobileti sürükleyerek çalıştırdı. Tekleyerek çalışan mobilet olanca kuru gürültüsü ile aldı götürdü komşumu. Bir iki akşama kalmaz hoş geldin ziyaretine gelirler ümidindeydim. Dolapta peynir kalmadıysa Perşembe Pazarı’na uğramalı. Köşedeki peynirciden peynir almalı. Misafirlerimizi hanım su böreğiyle karşılamalı diye kurcalarken aklımı; bir kat üzerimde oturan ve yeni ev sahibim olan yaşlı amcanın “yeğen efendi” demesiyle kaldırdım üst kata başımı. Sakın dedi. Sakın. Uzak dur. Sana yaramaz. Bize yaramaz, buraya yaramaz onlar. Süreceğiz zaten. Mahalleli birlik olduk imza topladık gidecekler buradan. Onlardan uzak dur ve sakın benim evimin bahçesine alma onları diyerek kaldırdı işaret parmağını keskin bir kılıç gibi. Cevap vermekte zorlandım. Amca hayırdır dedim. Dedi amcam hayırsız onlar. Dua ve iyi dileklerle bezeli cümleler beklediğim dudaklar, bana o ailenin iyi bir aile olmadığını, o evde türlü ahlâksızlığın yapıldığını söylüyordu.

Söylemek ne kelime beynime çivi gibi çakılıyordu. Adamın ağzından karşı komşuyla ilgili zerre kadar iyi bir cümle düşmüyordu. Yüreğime müdahale ediyor, bana düşünme payı, tanıma payı bırakmıyordu. Karar kesindi. Kalem çoktan kırılmıştı. Ama içimdeki çocuk var ya, bu duruma çok kırılmıştı. Sarmaşık dallarıyla saracağım, hüsnüyusuf çiçekleri ile boğacağım ve kadife çiçekleri ile gelinlik kıza benzeteceğim bahçe duvarlarına dikenli tel atılmıştı bu sözlerle. Yüreğime takılmıştı bu tellerin dikeni. Kanadım. İçimdeki şaire inanmak ve yüreğimdeki çocuğa tutunmaktı inadım. Bırak yüreğimi amca.. Bu yürek alışkın değil kilitli kalmaya. Bu yürek bilmez selâmsız geçmeyi. Bu yürek bilmez kini nefreti.

Evet, fark ettim. Mahallede bir cephe vardı. Cephenin bir yamacında tanıştığım o adam, eşi ve dört yaşındaki oğlu. Cephenin öte yakasında ise mahalleden oluşan koca bir ordu. Orduyu da bizim ev sahibimiz komuta ediyordu. Ben hangi cepheye koşayım. Ortada kalayım da iki ateş arasında mı kalayım. Yoksa gidip iki cephe arasında arabulucu mu olayım. Bilemedim. Sustum. Gözlerinde nefreti gördüğüm o an korktum amca dediğim ev sahibimden. Nefret yakışmıyordu gözlere. Nefret yakışmıyordu çiçeklerin yetiştiği bu bahçeye. Sabahın sekizinde işe giderken karşılaştım yine komşu olmama izin verilmeyen komşumla. Komşu günaydın, dedi. Sanki üst katta bir çift göz beni izliyordu ve sanki o bir çift gözün sağındaki solundaki kulaklar beni duyuyordu. Günaydın, diyebildim sadece. Günaydın. Sanki kaçarcasına, sanki uçarcasına aracıma binip uzaklaştım evimin önünden. Gözlerimi neden kaçırmıştım, neden korkmuştum böylesi, yüreğimdeki bu kuru korku neydi. Yüreğim neden korkuyordu. Selâm vermenin ve selâm almanın ne büyük erdem olduğunu yüreğim bal gibi de biliyordu. O zaman neden böylesi sesim yarım ve kısık çıkıyordu. Neden komşunun ellerini ellerimim arasına alıp dost kıvamında sıkamamıştım. Neden ben, ben olamamıştım. Neden günaydını günaydın tadında diyemiyordum. Bendeki beni göremiyordum.

İş çıkışı eve geldiğimde oğlum yeni bir arkadaş edinmişti. Evet, o karşı komşunun oğlu Samet’i. Bahçemizde seslerini duyuyordum. Çocuklara bakmak için tam yönelmiştim ki ev sahibimizin hışımla bahçeye daldığını ve Samet’i kolundan tutup sürüklediğini, sakın bir daha bu bahçeye girme, diye bağırdığını duydum. Hareketsiz kaldım. Çocuk korkudan put kesilmiş, oğlum ise olduğu yerde bakakalmıştı. İtekleyerek çıkardı Samet’i dışarı. Duvardan göremedim düşüp düşmediğini. Ama yüreğimden bir parça düştü sanki. Güneş karardı. Ay o gece düşmedi bahçeme. Çiçeklerimden utandım. Kayısı ağaçlarından utandım. Bir şeyler yapmalıydım. Bu kördüğümü bir yerden çözmeli, bu kısır döngüye hayır demeliydim. Samet’in günahı var mıydı? Samet’in suçu neydi. Amca ne yapıyorsun sen diyemediğim için, Samet’in kolunu mengene gibi sıkarak bahçeden dışarı çıkarmaya çalışan ev sahibime neden karşı çıkmamıştım. Bu bendeki ben değildim. Barışa, sevdaya ve aşka tutkun gönlüm nasıl elveriyordu buna. Neden! Samet’i görmek istemedim o an. Gözlerindeki ifadeye dayanamazdım zira. İtilmenin, kovulmanın ve kapı dışarı edilmenin gözlerinde nasıl şekil alacağını görmek istemedim. Ne düşünüyordu acaba. Kolu acıyor muydu? Yüreği peki. Başımı avuçlarımın arasına alarak oturdum yayları kaba etime değen kanepeme. Nerdesin dedim kendi kendime. Hangi dünyadasın? Bu dünya senin mi? Bu dünyaya mı aitsin sen? Çık dışarı ve tut ellerinden, bahçeden Samet’in kırılmış gururunu ve parçalanmış oyunlarını topla. Tut ellerinden adı insan sevdası olan sanatla. Tut ellerinden ev sahibine inatla. Kalktım. Kapıya yöneldim. Samet’e dizlerimde dermanı, yüreğimdeki fermanı kaybedinceye kadar yol aldım. Bahçe kapısında kaldım.

Bırak yüreğimi amca... Bu yürek bilmez çocuk sesinin sinmediği bahçeleri. Bu yürek sevmez kuşların konmadığı dalları... Bırak yüreğimi amca. Mahallenin tüm çocuklarını doldurmak istiyorum bahçeme. Kötü kadınmış, yok şuna bakmış, yok buna bakmış. Mahallelinin ağzında bu vardı. Gördüğüm kadarı ile kendi hâlinde, mahcup mahzun bir kadındı. Elinde iki bidonla tatlı su çeşmesine giderken gördüm bir iki kez. Eşime de komşu kadınlar hemen zehirlerini enjekte etmişler ve gereken talimatı vermişlerdi. Eşimin bakış açısındaki farklılığı hissettiğim an, dedim yapma. Görmeden, bilmeden, hissetmeden kararını verme, ön yargılı olma. Velev ki bu doğru yine de saygı duy. Yine de karşındaki kişilerin insan olduğunu ve bir yürekleri olduğunu unutma.

Barışı mı öğretmeye mi çalışıyordu bu çocuklar bize. Karşı karşıya bakan balkonlardan el sallıyorlar birbirlerine. Oysa biz göz göze geldiğimizde kaçırıyorduk bakışlarımızı. Kimden korkuyordum, hesap vermeye çalışıyordum kendime. Ev sahibimden mi? Bin bir zorlukla bulduğum ve kirasını hesaplı gördüğüm, garajı ve bahçesi olan bu evden çıkarılmaktan mı korkuyordum acaba? Acaba bu adamın sözünü tutmadığım ve karşı komşuyla muhatap olduğum an beni evinden mi çıkaracaktı? Bir daha mı ev arayacaktım? Bir daha mı nakliye parası ödeyecek, bir daha mı o yükü sırtımdan geçirecektim? Yoksa konu komşu bize de mi sırt dönecekti? Koca sokakta bizi de mi tecrit edeceklerdi? Yoksa yolumu mu şaşıracaktım? Hesap veriyordum kendime? Yürekli ol diyordum kendime?

Adam, adam gibi adamdı. Sanırım mahalleli ve ev sahibimiz tarafından zehirlendiğimizi kendi cephelerine çekildiğimizi anlayınca o da selâm vermekten, tebessüm etmekten çekinmeye başladı. Yine de karşılaşmalarımızda benden bir merhaba bekler ve merhaba diyecek gibi tavrı vardı. Merhaba denilmeyen, selâm verilmeyen, tebessüm gösterilmeyen dünya bana dardı. E o hâlde diyordum kendime. Haydi! Yapamıyordum. Sanki kalkmak istiyorum ayağa ama ayaklarıma felç inmişti kalkamıyordum. Sanki konuşmak istiyordum ama dilim yoktu konuşamıyordum. Duymak istiyordum onu ama kulaklarım yoktu duyamıyordum. Ey mahalleli! Ayaklarımı, dilimi, kulaklarımı geri verin diye haykırasım geliyordu. Ey mahalleli, umutlarımı geri verin. Bana yüreğimi, bana özümü geri verin. Ey mahalleli şairliğimden utanıyorum. Bana sevdalarımı geri verin. Bırak da ben olayım amca. Bırak da şair olayım. Şairliğimi yaşayım. Bırak yüreğimi amca... Bırak da selâm vereyim. Bırak da gülümseyeyim.

Akşamüstleri kapı önlerinde beşerli onarlı gruplar hâlinde oturanlar arasındaydık. Ama aklım karşı evin önünde bir başına oğluyla oturan o hanımdaydı. Ne düşünüyordu acaba. Yüreğinde sızı var mıydı? Yalnızlık ve terk edilmişlik ve insan tanımazlık yakar mıydı kendisini? Yoksa temmuz ateşinde üşüyor muydu? Acaba ağlıyor muydu? Biz ayrı dünyalarda otururken çocuklarımız aynı dünyada karar kılmışlardı. Acaba o da bunu görüyor muydu? Barış oğlumun avuçlarındaydı. Sevgi oğlumun avuçlarında. Dostluk avuçlarında. Bize bu yakışıyor muydu?

Kayısı ağaçlarının dalları sarkmıştı karşı bahçeye. Onların bahçesine. Ev sahibimiz bir sabah karşı bahçeye sarkan dallardaki kayısıları topladı. Ortak olan duvardaki çatlağı ve çürüyen bir iki tuğlayı görünce uğursuzluk saydı ve uğursuzluğu onlara bağladı. Dallardaki kayısıları sayacaktı neredeyse. Karşı bahçeye sarkan dallardaki kayısıların eksilmesinden şikâyetçiydi. Oysa iki gün evvel karşı bahçeye dökülen kayısılar bir poşete toplanmış ve bahçe kapımıza bırakılmıştı. İlk başta bu kayısıları kimin topladığını anlayamamıştık. Perşembe pazarından aldığım erzakları eve getirmiştim ki Samet’le oğlum Mehmet’i kapı önünde otururlarken gördüm. Nasıl da can canalar ve nasıl da insanlar. Nasıl yakışıyor gözlerine sevgi. Bir kayısı Mehmet’ime bir kayısı Samet’e. Böldüler ortadan. Samet “Emmi biz gaysi topladık poşede goyduk, amma hiç yimedik anam şoooo gapının önüne goydu, bubam da ağşam getirdi bazardan bize.” Erdeme inanamadık. Samet’e doyamadık o gün. Ama bahçemizde de koyamadık Samet’i yine. Kolundan tutulup atılmaktan iyidir dedik ve masumane bir yalanla gönderdik evine. “Mehmet banyo yapacak amcası. Haydi evinize git sen.”

Bu bendeki ben miyim? Kapım kimseye kapalı kalamaz diyen kimdi. İnsanı insan diyerek tanı ve sev, saygıyla sarıl diyen kimdi. “Gel, gel ne olursan gel, bin kere bozmuş olsan da tövbeni gel. İster putperest, ister Mecusi ol! Yine gel!” diyen Mevlânâ’nın yurdunda ve toprağında yaşayan kimdi. Yunus Emre’nin gelin canlar bir olalım, diyen mısraları kimin içindi. Samet’in gözleri. Oğlumun avuçları. Kayısı bahçeleri. Birbirine bakan demir kapılar. İçinde barışın yaşamadığı yapılar. Allah aşkına kini, nefreti ve ayrı dünyaları yaşamak için mi alındı bu tapular.

İşe gidiyorum. Mehmet’im rutin siparişlerini veriyor. Bugün akşama yaprak sarması sarıver hanım. Oğlum anneyi rahatsız etmek, bisikletle yola çıkmak yok tamam mı? Tamam baba.

Bir öpücük sol yanağıma, bir öpücük gıdığıma, bir öpücük sağ yanağıma oğul. Oğul oğul ah oğul! Adını andığımda dudaklarımın çatladığı yarim benim. Ciğerim canım, cennetim benim. Yüreğim benim. Daha evvel neredeydin sen. Hangi cennetteydin, hangi iklimdeydin. Bana hayatın ne kadar güzel olduğunu, sevginin böylesinin ne denli özel olduğunu öğrettin. Evimdeki çiçeklerin hükümsüz olduğunu, bendeki sevginin ölümsüz oluşunu, yanaklarını öpmenin ve ellerini tutmanın doyumsuz oluşunu öğrettin bana. Her sabah olduğu gibi sevdaya bezediğim sözlerle oğlumun avuçlarını alıyorum avuçlarıma. Barış eksik olmasın başından. Mutluluk eksik olmasın gözyaşından.

Bırak yüreğimi amca.. Bırak da ben olayım ben. Görmek istediğin ben, ben değilim ki. Bu ben olamam ki. Aynada gördüğüm o adam ben değilim. Bana suratımı, bana yüreğimi geri ver amca.

Ve duvarın öte yakasından açılan kapı. Komşunun kapısı. Gözlerine baksam mı acaba? Acaba gülümsesem mi? Ya yukarı kattan ev sahibim beni izliyorsa? Ya komşular? Bu ben miyim? Bu bacaklarımı felç eden şey ne? Bu dudaklarımı lâl eden ne? Neden ellerim uzanmıyor? Bu bendeki ben ben değilim. Silkiniyorum. Sokağa bakan bahçe kapısına yöneliyorum. Tam kapıda karşılaşıyoruz. Göz göze geldiğimiz an dudaklarım gülümseme kıvamına geliyor. Sesim net ve gür, sesim içten ve dostane. Sesim Karamanoğlu Mehmet Beyin Türk Dil Fermanı kadar destanî. Dudaklarımdan dökülen bir çift söz: “Merhaba komşum nasılsın?”

İbrahim Şaşma


Hikayeler

MollaCami.Com