Bölümler | Kategoriler | Konular | Üye Girişi | İletişim


Batı’da Güneş doğarken...

Halis ECE

Batı’da Güneş doğarken...

Batı’dayız…

Evet Batı'da..

Neye göre?

Dünya coğrafyasındaki konumumuza göre…

Dünyanın incisi İstanbul’dayız…

Onun gerdanlığı Boğaz’ın da Batı yakasında…

Karşımızda bütün ihtişamıyla o güzelim Çamlıca… Sinesinde barındırdığı tabii ve manevi değerleriyle… Bahusus İlahi nurun, Muhammedi feyzin o göz ve gönül kamaştıran parlaklığıyla… Sahib-i zamana-vâris-i Rasûl’e mekân olabilmenin mehabet ve vakarıyla

Aramızda, ucu-bucağı belli, büyüklerine oranla oldukça küçük sayılabilecek Marmara Denizi'nin lacivert suları…

Deniz, bazan minik dalgacıklarla kımıl-kımıl…

Kimi zaman çarşaf gibi…

Ama nadiren de olsa -lodosla birlikte- kıyıları tehdit eden, sabahlara kadar sahillere baskınlar düzenleyen azgın dalgalara da sahne oluyor…

Rüzgârın, ışıltılı park ve bahçelerden derleyip getirdiği çiçek kokulu günler-geceler yok artık... O günler geride kaldı maalesef!

Ara sıra esen tatlı bir rüzgârla sahilden deniz kokusu geliyor belki ama, o bile belli-belirsiz… Lodosla gelen farklı kokulara da katlanmak zorundayız bu mevsimde...

Aylardan Kasım… Hatta Kasım’ın da sonlarındayız. Kış, olanca haşmetiyle olmasa da, ayağını bastı girdi kapıdan, pençesini vurdu sırtımıza… Gösterdi kara yüzünü.

***

Bilirsiniz; yeryüzünde dağlarla denizler, gökyüzünde ay-güneş ve yıldızlar Yüce Rabbimiz’in sınırsız kudretinin ihtişamını haykırır durmadan akıl sahiplerineIşıltılı muhteşem binalar, kuleler, asırlık tarihi eserler, yemyeşil ağaçlar, mevsimine göre çiçeklerle bezenmiş-süslenmiş parklar-bahçeler yine hep O’nun rahmetiyle ayakta durduklarını fısıldar gönül kulaklarımıza

***

Mevkiimize-çevremize nisbetle muhteşem sayılabilecek güzel yurt binamızın teras katında bulunan yemekhanesindeyim.

Güneşin doğuşuna, etrafı ışıl ışıl aydınlatışına, kış güneşi olmasına rağmen az da olsa atmosferi ısıtışına dalıyorum bir an... Her ne kadar eskiler, “Kış güneşine, kadınlar topluluğuna, insanların iltifatına itibar olunmaz” deseler de…

Sanki doğum öncesinin o çekilmez kızıl sancıları dökülüyor Marmara’nın lacivert sularına…

Deniz ışıyor… Ve bu ışıma sahillerdeki binaların pencerelerine vuruyor, oradan da akisleri-yansımaları bize kadar ulaşıyor…

Gözüm güneşte… Evet güneş, bir deniz perisi gibi yavaş-yavaş başını çıkarıyor mavi sulardan...

Sanki sular damlıyor alevli yüzünden… duş alarak güne başlayan al yazmalı bir güzel gibi…

Güneşi gören deniz, ışık banyosunda süzülmeye başlıyor… Ve mavi gözlü bir güzel gibi; ışıklı ipek tülün arkasında buğu huzmelerine sarınıyor sanki…

Geceler boyunca hal diliyle tesbihler-tehliler-tahmidler eden… Tekbirler getiren, zikirler söyleyen, ağıtlar yakıp gözyaşı döken deniz susuyor... Adeta tefekküre dalıyor. İki cihan Serveri’nin (s.a.v.), “Bir saat tefekkür, bir sene nafile ibadetten daha hayırlıdır.” mealindeki hadisine imtisâlen... Güneşin nurunu-ışığını-ısısını derununa çekmekle meşgul.

Nura-ışığa kavuşmanın, beklediği sevgiliye visalin sükûnuna sarınıyor sanki sular…

Meğer gece boyunca yaptığı bütün bu merasimler-seremoniler; sağa-sola, yukarı-aşağı koşuşturmalar, çalkanıp çırpınıp durmalar Güneş'ine kavuşmak içinmiş… Bunu açığa vurmamasının sebebi de, Ay’ı gücendirmemek-kıskandırmamakmış…

Gün ışıyor...

Deniz ışıyor…

Aydost tepesi, Çamlıca dahil İstanbul’un yedi tepesi ışıyor…
İstanbul/Belde-i Tayyibe/Güzel Şehir adeta ışık banyosunda…

Bu güzel şehrin âşinası değilim, hiçbir zaman da öyle olduğum iddiasında olmadım… Bırakın şehri tam olarak tanımayı, bir Boğaz gezisi rehberliği için bile kendimi yetersiz görürüm.

Bundan tam 39 yıl yıl önce ilk ayak basmıştım bu şehre… O gün bu gün belki o beni tanır ama, ben onu henüz tam olarak tanıyabilmiş değilim. Atalarımız “Teşbihte hata olmaz, hatasız da teşbih olmaz” demişler… Rabbimizin bizi her halimizle bilmesi, ama bizim onu bilmekteki zaafımız gibi…

Yaşımın üçte ikisine yakın bir zaman…

Koyu siyah saçlarımla, bırakın sakalı, henüz bıyığı terlememiş ilk gençlik dönemlerimde, diğer talebe arkadaşlarımın arasında ilk adımımı attığım yıllar…

Hayalim, hedefim-gayem; birlikte olduğum arkadaşlarım-kardeşlerim gibi tekemmül ve tekmili-i nüsah ederek “Allâh yolunda sırf Onun rızası için hizmet” kervanına katılabilmek...

Bütün bu hatıraların resmi geçit töreni başladı şu an içimde... Hem kafamda hem gönlümde…

Kursumuz, dersanemiz-mescidimiz, yatakhanemiz, mutfağımız; girişteki misafirlerimizi ağırladığımız küçük odamız… ve bahçemiz…

Hepsi gözlerimin önünde bir bir canlandı...

Talebe seslerinin; o koca binadan taşarak atmosfere karıştığı, semalara yükseldiği o günler…

Allâh rızasından başka gayesi bulunmayan, kalbi-letaifi Onun için çarpan, geleceğe umutla bakan o zeytin karası, deniz mavisi, gök yeşili, ela, kahverengi güzel gözlerde, mehtabın yakamozlar oluşturduğu mübarek geceler... O gecelerde Sultanahmet’ten Eminönü'ne inerek deniz yoluyla (zaten başka yol yok) Üsküdar’a geçmenin-geçebilmenin yolunu-yordamını arama çabaları… Çünkü vakit geç, vapur seferleri sona ermiş. Ve nihayet deniz motorlarının imdada yetişmesi… Sevginin-saygının, itaat ve teslimiyetin tam bir alçakgönüllülükle küçük bir çocuk gibi çıplak ayaklarıyla aramızda koşuşturduğu yıllar…

Hocalarımızın-Ağabeylerimizin bizleri zamanla yarıştırdığı; yaşadığımız asrın vahşi dalgalarından koruyabilmek için canla-başla çalıştığı; iaşe ve ibatemiz için türlü sıkıntılarla boğuştukları günler… Onların Allâh yolunda, Onun rızası uğrunda, Ümmet-i Muhammed’in evladının yetişmesi için yaptıkları bu koşuşturmalara, küheylanlar bile hayran kalır, gıpta eder, imrenirlerdi desem, inanın mübalağa etmiş olmam.

Bir yerlerden bir arabayla sebze-meyve sair erzak geldiği zaman, "Her canlının rızkını veren Allâh, bu gün de talebelerimizin rızkını gönderdi” diye adeta çocuklar gibi sevinirlerdi. Ben onların o günkü sevinçlerini kendim sorumluluk aldığım zaman anlayabildim ancak.

İnanın; o güzel günler, bir film şeridi gibi gözümün önünden geçti ve gelip gönlümdeki yerlerini teker-teker aldılar.

***

Bu arada henüz bir ayını bile tamamlamayan seyahatim geldi aklıma…

Yaylalarda gördüğüm o sık-seyrek çam ağaçları… Kestaneler ve diğerleri…

Kıvrılarak uzayıp giden vadiler…

Vadilerin yamaçlarına hatta tepelerine serpiştirilmiş evler…

Sessiz-sakin, hatta boş gibi gözüken yaylalar…

Fakat etraftan birer ikişer ortaya çıkıveren insanlar…

Sanki yörenin yerlilerindenmişiz gibi bizi de hemen aralarına alıp kaynaşıvermeler…

***

Her neyse…

39-40 yıl öncesinin o talebeleri, şimdilerde kimi hoca, talim ve terbiyeyle/eğitim-öğretimle meşgul, kimi işadamı, mühendis, hukukçu, kimi öğretmen… Ama inanıyorum ki hepsi de “Allâh yolundahadim.

Kimileri Anadolu'ya, kimileri dünyanın dört bir yanına dağıldılar. Avrupa’ya, Afrika’dan Amerika’ya, Asya’dan Avustralya’ya kadar tüm kıtalara… En ücra köşelere kadar kanatlandılar…

Bazıları çöl sıcağında kavrulmakta, bazıları kutupların dondurucu soğuklarıyla boğuşmakta, ama hepsi de sonsuz ufuklara hep kanat çırpmakta...

Hiçbir zaman umutlarını yitirmediler onlar… Umut kanatları mecalsizleştiğinde, kış ortasındaki yalancı bahara aldanarak çiçek açmış bir ağacın dalına konup biraz dinlenseler de, umutlarını hiç kaybetmediler...

Dinlenirken de, “O halde boş kaldın mı, yine kalk yorul. (Başka bir iş ve ibadetle-kullukla meşgul ol.)” (el-İnşirah, 7) İlahi hitabına imtisalen hiç boş durmadılar...

Dalına konup dinlendikleri ağacın kulağına, “Kışla baharın mücadelesinde, mutlaka bahar galip gelecek… Sen o zaman yapraklarına, çiçeklerine, meyvelerine yeniden kavuşacaksın. Taze filizler fışkıracak gövdenden, dallarından…” merak etme, hüzünlenip kederlenme diye fısıldadılar... Adeta Sevr’de Fahr-i Kainat’ın Sıddik-ı Ekber’e, “Üzülme, muhakkak ki Allâh bizimle” dediği gibi…

Aslında nazlı kelebeğin de bütün korkusu buydu: “Ya kışta çiçek açan dallara kar yağarsa…” Ama sonunda, “olsun” dedi, “yollarda kış ta olur, kar da olur; ama bir gün kazanan mutlaka bahar olur” diyerek kırağılarda yanan yüreğini teselli etmeye çalıştı.

İnsanlığın ufkuna yeni yepyeni bir güneş gibi doğan bu güzide nesil, manevi nesep olarak İmam-ı Rabbani nesli… Hocalarının-üstazlarının ifadesiyle, “İmam-ı Rabbani evlatları”…

Yine O’nun beyanıyla onlar, Allâh’ın memuru, Rasûlullah’ın memuru, Kitabullah’ın memuru, Füyuzat-ı ilahiye’nin tevzi memurlarıdır. Yegâne vazifeleri batağa düşmüş olan ümmet-i Muhammed’in evladını bataklıktan kurtarmak; gaye ise, rızâ-i İlâhi...

Onların mekânları nur…

Vasıtaları-vesileleri nur…

Yolları, bütün yönleri nurdur.

Ellerinde-gönüllerinde İlahi kelamın hidayet meş’aleleri, Nebevi sünnetin nur yayan kandilleri, o yüce Nebi’nin (s.a.v.) varisinin (k.s.) rehberliğiyle nur ve feyz saçmaya devam ediyorlar geçtikleri-bulundukları her yere…

Böylece aydınlanıyor dünyanın her köşesindeki ova-oba, dağ-dere, vadi-yamaç… Irk-renk, dil farkı olmaksızın tüm insanlık…

İlahi nur, Muhammedi feyz, ilmin ışığı düşüyor topyekün insanlığın göğsüne… Hidayetten nasibi olanların bağrında yeşeriyor-fışkırıyor iman filizleri…

Aklını kullanan, fikrini çalıştıran, mantığını işleten herkes, ins olsun cin olsun o nura-feyze-ışığa doğru koşuyor. Adeta gece karanlığında yanan ışığa üşüşen böcekler gibi…

Bu dava büyük, bu dava yüce, bu dava sahipsiz değil. Mümessilleri de onlar… Onların ardından müteselsilen gelen yeni nesil.

Bu bir bayrak yarışı… Mesafesini tamamlayan, yorulup bitap düşen, veriminin azaldığını gören-hisseden önündeki genç ve zinde güçlere devredecek bayrağı… Ta Asr-ı Saadet’ten bu yana böyle devam etmiyor mu bu hizmetler..?

Bu dinin asıl sahibi Hz. Allâh… Tebliğ edeni, talim edeni Rasûlüllah… Ümmeti terbiye ve tezkiye eden o. Ondan sonra kıyamet sabahına kadar onun vazifesini devam ettirecek olanlar da Onun varisleri, varislerinin evlatları

Şimdi söz onlarda…

***

Bendeniz, yurt binamızın terasında hayalimin gezindiği günlerden geri dönüp geldiğimde; güneş, henüz pek de fazla mesafe almamış-alamamış... Ancak bir deniz perisi gibi başını çıkarmış yükselmeye çalışıyordu, ufka doğru mavi sulardan...

İşte bir anlık düşünce deryasından satırlara dökülen katreler-damlalar…

İki cihan saadetleri dileğiyle tüm okuyuculara iyi haftalar...

Batı’dayız…

Evet Batı'da..

Neye göre?

Dünya coğrafyasındaki konumumuza göre…

Dünyanın incisi İstanbul’dayız…

Onun gerdanlığı Boğaz’ın da Batı yakasında…

Karşımızda bütün ihtişamıyla o güzelim Çamlıca… Sinesinde barındığı tabii ve manevi değerleriyle… Bahusus İlahi nurun, Muhammedi feyzin o göz ve gönül kamaştıran parlaklığıyla… Sahib-i zamana-vâris-i Rasûl’e mekân olabilmenin mehabet ve vakarıyla…

Allah Razı olsun Hocam... Nerde olduğumuzu hiç unutmamak dileğiyle

Hocam nefis bir anlatım ve paylaşım.

Sirkeciden,vapura binerek.ve haremden yaya olarak o yokuşları tırmandığım Askerlik( 1983) günlerimi hatırladım..
Ve bazende davutpaşa kışlasından heyacanla c.tesi günleri.Yeni caminin manevi havasını tenefüs ederek ,harem,karacaahmed,Ümraniye güzergahı ve kışlaya dönüş..

İstambul da medrese havası ile bir ASKERLİğim geçti…bahtiyarım gururluyum.sevinçliyim……teşekkürler Halis hocam
....VE BATIDAKİLER DOĞU dakilere DUA larınızı esirgemeyiniz.

elinize emeğinize sağlık hocam
yine çok güzel halisane duygu ve düşüncelerle
tabiri caizsse fırından yeni çıkan ekmek misali
yazınız foruma ayrı bir nefaset ayrı bir lezzet katmış...

heralde bu yazıyı okuyan çoğu kardeşim bu güzel yazıda kendini buldu
hepsinde ayrı yeri olan bir İstanbul sevdası ve burdaki geçmişte yaşanan günleri gözlerinin önünden bir filim şiridi gibi geçti

benimde acizane aynen sizler gibi İstanbula ilk gelişim 1972-yada 73 yıllarında oldu...
yıllar sonra yine MEVLAYA hamdü senalar olsun aynı şehre
ve aynı semte gelişim ,o gün bir talebe olarak, bugün ise ailemle birlikte göçümüz gerçekleşti ...

inanın yazınızı okurken hem çok duygulandım hemde göz yaşlarımı tutamadım
RAHMAN ebeden razı olsun bu güzel yazılarınızla bazı değerleri ,güzellikleri bizlere anımsatıp tekrar yaşattığınız için...

Hz. Allah sizlerden razi olsun.
Belki sizler gibi bu belde-i tayyibeyi hakkal yakin musahede edenlerden degilim.(ne talebelik,ne hizmet).Sadece birkac gunluk ziyaretlerimize sikistidigimiz cok guzel hatiralar..
Fakat bu guzel yazinizla bir kere daha hayran oldum o beldeye...
Mevlam insaallah bizlerede, sizler gibi hakkini vererek,her an tefekkur halinde bulunarak oralarda yasamayi nasip etsin.

Değerli üyelerimiz sevgili kardeşlerim sila, hak yolcusu, ihvan, ücharfbeşnokta; ilginiz, birbirinden farklı ve güzel mesajlarınız ve de dualarınız için teşekkür ederim.

Temennilerinizin kabulü için sınırsız "amin"ler...

Sağolasınız, varolasınız.

Rabbim hepinizden razı olsun.

Selam ve dualarımla...

Ellerinize ve emeğinize sağlık..

İstanbulumuzun anlatımını ünlü şairler maddi pencerelerden bakarak ,görerek anlatmışlar..

Bizler bu kıymetli ve duygu seli ile çoşmuş olan makaleyi okuyarak, müstesna şehrimize manevi pencereden

bakıldığında neler görüldüğü,hangi güzellikleri barındırdığını,ne büyük hazinelere sahip olduğunu bir kez daha

anlamış olduk....

Biz kez daha özlem ve hasretimiz arttı............


Sabah namazından sonra ne güzeldir Karacaahmet ve ağaçların zikreder gibi çıkardığı sesler..


En kısa zamanda gitmek nasip olur inş................

Sevgili alanyasultanı;

Çok içten ve gönülden gelen duygularla, manevi bir perspektifle yaptığın enfes değerlendirmenle adeta makeleye bir nazire koymuşsun ortaya... Teşekkür ediyorum. Ellerine sağlık, gönlüne-feyzine bereket diyorum.

Rabbimden niyazım; an-karibi'z-zaman arzunuzu tahakkuk ile hasretinizi dindirsin.

Selam ve dualarımla...

Allah râzı olsun hocam, geçen hafta istanbuldaydık, gerçekten doyum olmuyor. Öyle bir rahmet yağıyordu ki, ne kadar ıslansanda üşümüyordun. Duâ için açtığımız ellerimize yağmur taneleri dolmuştu. Kış mevsiminde hiç görmemiştim, gerçekten her mevsim ayrı güzel.
Yazınızı okuduğumda bir kez daha talebe olduğum için şükrettim. O günleri özlemle yâd etmeme vesile oldunuz. Şükranlarımı sunuyorum. Saygılar..

Rabbim sezlerden de razı olsun sevgili gulurana...

Evet Belde-i Tayyibe böyle... Göreni hayran bırakan, ayrılanı tekrar görmek için heyecanlandıran, hasrete boğan, adeta "yeryüzü cenneti" diye tavsif edebileceğimiz bir güzellikler meşheri... Hem de her alanda... Sadece coğrafi güzellikler değil, tarihi, sınai, kültürel vs. yönleriyle de eşsiz bir kent.

Sizin mesajınızdan öğrenmiş olduk; yağmuru da farklı, ıslatsa da üşütmüyormuş... Tabii belki de o his, sizin ona olan hasretinizin artmış olmasından... Biz ıslansak, sanırım hem üşür hem de üşütürüz. Siz Nasrettin Hoca merhumun, "Allah'ın rahmetinden kaçılır mı?" nüktesine uymuşsunuz. Bizse durumumuzu bildiğimizden, "O'nun rahmetini çiğnememek için..." mutlaka bir yerlere sığınmaya çalışırız.

Sağlık olsun. Rabbim bu güzel beldeye liyakatten ayırmasın.

Selam ve dualarımla...


Sevgili alanyasultanı;

Çok içten ve gönülden gelen duygularla, manevi bir perspektifle yaptığın enfes değerlendirmenle adeta makeleye bir nazire koymuşsun ortaya... Teşekkür ediyorum. Ellerine sağlık, gönlüne-feyzine bereket diyorum.

Rabbimden niyazım; an-karibi'z-zaman arzunuzu tahakkuk ile hasretinizi dindirsin.

Selam ve dualarımla...







Duanıza Amin diyip o güzel beldeye hasret duyan diyer kardeşlerimin de sizin ifadenizle ;an-karibi'z-zaman

hasretlerinin dinmesini isterim....

elhamdülillah bu manevi şehirde yaşıyoruz :'( buyurun alanya sultanı kardeşim bir sabah karacaahmete beraber gidelim sizi misafir etmek isteriz :) ne güzel olurdu

yüreğinize sağlık halis ece hocam ;)

Şükranlar sevgili alanyasultanı ve hadi gülümse... Allah razı olsun. Selam ve dua ile...

elhamdülillah bu manevi şehirde yaşıyoruz buyurun alanya sultanı kardeşim bir sabah karacaahmete beraber gidelim sizi misafir etmek isteriz ne güzel olurdu

Allah razı olsun Hadi gülümse kardeşim.

Güzel davetiniz için ayrıca teşekkür ederim.
Mevla inş en kısa zamanda nasip eylesin.........

“Güneşin Batıdan Doğması”


Biz yukarki denememizde, başlıktan da anlaşılacağı üzere "Batıda güneş doğarken"i işlemeye, tasvir etmeye çalıştık. Hemen bütün Müslümanların malumudur, bir de hadis-i şeriflerde anlatılan “Güneşin Batıdan Doğması” vardır ki bu hadise, kıyamet alametleri arasında sayılanların en önemlilerindendir. Ebu Zerr (r.a.) tarafından rivayet edilen hadiste, Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

“Güneş battığı bir sırada mescide girdim. Rasülullah (s.a.v.) oturuyordu. Bana:

- 'Ey Ebâ Zerr, şu güneş nereye gidiyor, biliyor musun', dedi. Ben,

- 'Allah ve Rasûlü bilir', dedim. Şöyle buyurdu:

- 'Secde yapmak için (Rabbinden) müsaade almaya gidiyor ve kendisine müsaade ediliyor. Sanki bir gün ona ‘Buradan Doğ!’ denilecek, o da battığı yerden doğacaktır.’ Rasülullah (s.a.v.) daha sonra ‘Güneş de (Allah'ın ayetlerinden/delillerinden bir delildir ki), kendi yolunda (kendisi için belirlenen yerde) akıp gidiyor (dönüyor).’ ayetini okudu.” (Yâsîn suresi, 36/38; Tirmizi, Sünen, Fiten, 22)

Güneşin batıdan doğması ile kıyametin kopması arasında az bir zaman olacaktır. Hadis-i şerifte bu hususa da temas edilerek, iki kişinin alışveriş yapmak üzere kumaşlarını ortaya dökeceği, ancak alışverişi bitirip kumaşlarını toplayamayacağı, bir başka adamın devesinin sütünü sağıp ama içemeyeceği, keza bir başkasının hayvanlarını sulamak için su yalağını hazırlayacağı fakat hayvanlarını sulayamayacağı, bir başkasının da ağzına doğru lokmayı götüreceği ancak yiyemeden kıyametin kopacağı bildirilmektedir. (Buhari, Sahih, Fiten, 25; İmam Ahmed, Müsned, 2, 313)

Ancak bütün bunların olup bitmesinin birkaç saat içinde olacağı düşünülmemelidir. Bu da diğer bazı hususlar gibi mecazidir ve zamanın kısalığını anlatmak içindir.

***

Hasılı; güneşin batıdan doğması hadisesi de İslâm âlimlerinin önemli bir kısmınca, kıyametin diğer alametleri gibi mecazi manada açıklanmakta ve İslâm’ın bu yolla dönüp geleceği ifade edilmektedir. Bununla birlikte hakiki manasını da yok sayamayız, gözardı edemeyiz elbette. Çünkü bir hadis-i şerifin birden fazla manası olabilir.

Güneş Batıdan doğduğu zaman herkes iman edecek. Ama artık irade ve ihtiyarın/seçimin bir manası kalmadığı için, tevbe kapısı da kapanmış olacaktır. O zaman, daha önce iman etmemiş olan kimselerin, o gün iman etmesi veya ibadete yönelmesi, yapacağı hayır ve hasenatlar kabul edilmeyecek ve hiçbir değer taşımayacaktır. (Müslim, Sahih, İman, 248; İbnu Mace, Sünen, Fiten, 32) Çünkü artık vakit geçmiş olacaktır.

Güneşin battığı yerden doğmasıyla birlikte, yaratılışın asıl gayesi olan ibadet ve imtihan süresi de bitmiş olacak, irade elden gidecektir. O zamana kadar açık olacak olan tevbe kapısı kapanacak (İbn Mâce, Sünen, Fiten, 32) ve artık iman etmenin faydası olmadığı gibi, tevbe etmenin de bir yararı olmayacaktır.

mevlam iman etmeyide tevbe etmeyide son zaman bırakandan etmesin inşallah :'(

allah razı olsun hocam bu degerli bilgiler için teşekkürler


Halis Ece

MollaCami.Com