Bölümler | Kategoriler | Konular | Üye Girişi | İletişim


GÜLÜN YETİŞTİRDİĞİ ADAM

Aylardan Eylü’ldür, ellerim buluta dokunur… Ekim’dir, yeşil ölür… Kasım’dır, soğuk uykusundan uyanır… Aralık’tır, beyaz doğar… Ocak’tır… Şubat’tır… Mart’tır… Hülâsa geçen zamandır.

Sokaklar, caddeler, çarşılar, pazarlar, insanı taşır. İnsan yüklendiğini unutmuştur.
“Ulu caminin minaresi, göğü çınar kökü gibi sarıp kucaklasada,” boynu büküktür. Hayat gariptir. İç içe geçmiş hikâyeler söz’e galiptir.

Çiçekler gül’e imrenmeye, taşra metropole koşmaya devam eder. İnsan başına yeni-zaman destârını giyer, kültürü, ahlâkı ne varsa üzerinden çıkarıp başlar metropol güneş’inin altında güneşlenmeye. Güzelleşeceğini sanan eşref-i mahlûkat, karardığının-kapkara kesildiğinin farkına varamaz. Zira tüm şehir sür’atle kararmaktadır…

Gecedir… Ay uzaklara kaçmış, yıldızlar huzursuzdur. Hassas bir kulağın yakalayabileceği derin-acı çığlıklar, iniltiler, karanlıkta görülemez. Ölümü kanıksamış insanlar, hastaneden ibarettir.

“… Artık erken uyumuyorlardı bu şehirde de. En azından erken uyumayanlar da göze batacak kadar çoğalmıştı. Bir zamanlar, yatsı namazından sonra, yalnız camilerden dağılan cemaatin kalabalığına rastlardınız. Ama bu kalabalığın dağılması uzun sürmezdi. Zaten en yakın camilere gelmiş insanlar, hemen evlerinin dibindeki yada birkaç ev, bilemedin bir sokak ilerideki camiden hemen evine döner, sabah ezanını işitebilme, ezanla beraber uyanabilme hevesiyle hemen uyurdu… Sokaklarda dolaşmak ayıptı… Fakat şimdi herkes heryerde görülebilmektedir. Şehrin “ahlâkı” değişmiştir.”

“Ay ışığı hüzündür… İç çekmesidir… Dövünmedir…
Ve balçık gibi gece, herkes nasıl anlayacaksa öyle biçimlenen. Sessizliktir… Bir patlamadır ürperti veren… “

“-Duyuyor musun? dedi.
-Neyi?
-Gül kokusu… O adamın gülleri bunlar.
-Hangi adamın?
-Dünyanın medar-ı iftiharı, dünyanın tek gül yetiştiricisi adam bizim şehrimizde yaşıyor da haberin yok!
Geç olmasa kapıyı çalıp isterdim. İsteyene veriyormuş. Ne akıllı diyorlar, ne deli, akıllı deli dedikleri cinsten olacak…”

Zaman yılları kovaladı…

“Sokak lambaları sanki söndürülmeyi unutulmuş gibiydi, öyle yanıyorlardı. İhmal edilmelerine gücenmiş bir halle… Terkedilmişlikten çok, ihmale uğramış bir hal sinmişti her şeye. Sokakların toprak örtüleri, ara caddelerin parke taşları, asfaltın sökülmüş, bozuk yerleri, ağaçların tozlu yaprakları, sokak aralarında rüzgârın çıkardığı uğultu… rüzgâr su birikintileri üzerine toz taşıyor, birikintiler hafifçe, görünür görünmez bir ırgalanmayla küçücük kıpırdanışlarla halkalanıyordu…”

“Tam elli yıldır ilk kez çıkıyorum ben sokağa…
-Şimdi herkes malını böyle meydana mı koyuyor? Diye sordu çocuğa.
-Nasıl? Dedi çocuk. Vitrin mi?
Sesini çıkarmadı adam. Artık bir şey sormamaya karar vermişti.”

“Dayanamadı…
-Dere ne tarafta kaldı? Diye sordu tekrar.
-Ne deresi, diye karşılık verdi çocuk, hangi dere?
Bilmem, dedi. Dere filan yok burada…
Adam şaşırdı ama sesini çıkarmadı…”

Kent olanca gücüyle yeni-zaman elbisesini üzerine oturtmaya çabalıyordu. Olmayan yerine yama yapılıyordu belki. Kent ve kentler yeni zamana ayak uydurma uğruna, ayaklarını bile küçültmeye hazırdı… İnsanlar kente, kent insanlara yamanıyordu…

“İnsanlar! Diye seslendi adam. Kimse işitmedi onu…
İnsanlar! Dedi yeniden. Sizler kimsiniz?
Şimdi namazdan çıktığınıza göre İslâm milletinden olmalısınız. Ama bunu ispat edebilir misiniz? İslâm’a uyan insanlarsınız. Fakat hani İslâm’ınız?
Kardeşlerim!
…içinizdeki İslâm’ı gösterin. Çünkü İslâm, sizin üzerinizde de görünmek ister. İman gizlidir, İslâm açık.
Sizden öncekiler ne için helâk oldular bilir misiniz? Çünkü onlar kâfirlere benzemeye başlamışlardı…”

Gül’ün yetiştirdiği bir adamdı, şehre ve zamana yabancı…
Gül’den gayri çiçeğe yabanî…

Hiç ßiri ßize yaßancı değiL.
TeşekkürLer.


Serbest Kürsü

MollaCami.Com