Bölümler | Kategoriler | Konular | Üye Girişi | İletişim


Zamanı Hissetmek

Zamanı Hissetmek

Prof. Dr. Ömer Said GÖNÜLLÜ

Her tarafı aynı renkte, meselâ bembeyaz, uçsuz bucaksız düz bir alana getiriliyoruz. Hava aydınlık, bulutsuz, fakat ışık kaynağı görülmüyor. Gölge diye bir şey söz konusu değil. Sinek sesi bile duyulmuyor. Ürkütücü bir sessizlik hâkim. Ne ağaç, ne ot, ne de tek bir kum tanesi görülüyor. Bütün bir gökkubbe de bembeyaz. Dolayısıyla burada ufuk, perspektif, yani nispetler de yok. Algılanabilecek en küçük bir değişim bile olmuyor. Ve burada bir müddet kaldıktan sonra (saatimiz de yok) tekrar alışageldiğimiz dünyamıza dönüyoruz. Bize, bu alanda iken geçen zamanı soruyorlar. Cevabımız şu oluyor: "orada zaman yoktu".

Evet, orada iken, duyularımızla ölçebileceğimiz hiçbir harekete, hiçbir hâdiseye ve değişikliğe şahit olmadık. Meselâ orada gölge ve ağaç olsa, ağacın gölgesinin uzayıp kısalmasına göre bir öncelik-sonralık münasebetinden söz edebilirdik. Veya rüzgâr olsa ve şiddetlenip azalsa, diyebilirdik ki, "buraya geldikten bir süre sonra rüzgâr arttı, daha sonra azaldı." Ayrıca, nefes alış verişimiz hissetmeyeceğimiz küçük değişimlerle sürdüğünden bize göre hep aynıydı. Gözümüzü düzenli olarak kırptık. Başımızı dikkatimizi çekecek şekilde anormal bir konumda tutmadık veya hareket ettirmedik. Bu arada hiçbir ruh ve beden değişimi de (meselâ baş ağrısı vs) yaşamadık.

Orada sadece bir tek şeyin değişme ihtimali vardı: düşüncemizin. Geldiğimizde bir şey, orada iken başka şey, dönerken ise çok daha değişik şeyler düşünebilirdik. "Önce böyle, sonra şöyle düşündüm" diyebilirdik. Yani düşüncede değişiklik olmuş olabilirdi. Fakat düşüncelerimiz, dışımızda gelişip dikkatimizi çeken herhangi bir olaydan (veya değişimden) dolayı olmadığından, orada bize göre objektif ve madd" dünyadan kaynaklanan bir değişim, bir öncelik-sonralık da yoktu. Dolayısıyla buna göre bir zaman algılaması söz konusu olmamıştı. Kısacası bu alanda iken kendimizle ilgili herhangi bir değişim de hissetmedik. Fakat "zaman" biz oradayken yine geçti. Peki bizce de öyle mi? Zamanın bizcesi de var mı? Yani, zaman neye göre, geçti veya geçmedi? Daha doğrusu "zaman" ne?

Tıpkı Bizim Gibi İzâfi Bir Şey
Hiç şüphesiz bu soru insanlık tarihiyle aynı yaşta. Nice düşünürler zamanın peşine düştü! Onun hakkında ne sözler söylendi ve söylenecek! Fakat bilmece bu dünyada çözülemese de, biz onun içinde yuvarlanıyoruz. Bizi yine de kendisine çekiyor zaman ve insan olma sorumluluğumuz bizi zaman üzerinde düşünmeye zorluyor.

Sevdiğimiz, hoşlandığımız bir meşgale içindeyken zamanın nasıl geçtiğini anlayamıyoruz. Fakat bazı durumlarda (meselâ bir şeyi sabırsızlıkla bekliyorsak) zaman geçmiyormuş gibi geliyor bize; saatin tik-takları sanki yavaşlıyor.

Demek ki, etrafımızda cereyan eden, ilgilendiğimiz veya doğrudan içinde yer aldığımız olaylara, hareketlere ve değişikliklere göre zihnimizde, şuurumuzda bir "zaman" algılaması oluşuyor. İçinde bulunduğumuz durumların ve anların üzerimizdeki tesirine göre algılayışımız içinde zaman şekilleniyor. Yani zamanın içinde hâdiseleri yaşamıyoruz. Hâdiseleri yaşarken, hattâ hâdiselerden dolayı zamanı algılıyor, hissediyor, ona bir değer vermiş oluyoruz. Zaman hâdiselerle birlikte yaratılıyor sanki. Buna göre zaman sadece saat ve takvim değil, belki de bunlar hiç değil. Saat neye göre, neyi belirtiyor ki?!É Dünya kendi ekseni etrafında dönmese, biz bir başka periyodik harekete göre bir zaman ölçüsü belirleyecektik.

Peki bu, elle tutulamayan, gözle görülemeyen ve hızı, yönü, irademizle değiştirilemeyen zaman neyin nesi?

Şuur ve Zaman
Uyku, baygınlık veya koma hâlinden çıktıktan sonra zamanı nasıl algılıyoruz? Bazen birkaç dakika dalıp uyandığımızda, kendimizi uzun zaman uyumuş gibi hissettiğimiz oluyor. Bazen de birkaç saat uyuya kaldıktan sonra, sadece birkaç dakika dalıp gittiğimizi sanıyor, "zaman ne kadar da hızlı geçmiş?!.." diyoruz.

Ölümün kardeşi olan uykuda şuur dışı bir hâl (veya geçici bir şuur kaybı) yaşadığımızdan, artık bizim için hareket, olay, değişim diye bir şey söz konusu değil. Tam uyku hâlindeyken sağa-sola döndüğümüzü bile fark etmiyoruz. Bu, şuur kaybından doğan bir zamansızlık. Burada beş duyuya bağlı hiçbir algılama yok. Buna karşılık yazının başındaki örnekte ise, dış dünyamızın hareketsizliğinden ve değişmezliğinden dolayı beş duyumuzun algılamalarında değişiklik yoktu, yani dış şartlardan kaynaklanan bir "zaman yokluğu" algılaması söz konusuydu. Neticede zaman bizden ve dışarıdan kaynaklanan sebeplerle oluşuyor ve bunun için iki temel şart gerekiyor: birincisi uyanık şuur hâli, ikincisi ise hem iç hem de dış dünyamızda hareket (değişim) olması.

Belli vakitlerde uyuduktan sonra kalktığımızda o günü ve zamanı algılayışımız için de aynı durum söz konusudur. Meselâ, sabah güneşin doğuşundan çok uzun zaman sonra uyandığımızda veya ikindi vaktinde uyuyup güneşin batmasına yakın veya daha sonra kalktığımızda vaktin boşa geçtiğini hissediyoruz; sıkıntılı, karamsar ve bir kabz hâli içinde oluyoruz. Hattâ o anki ruh hâlimizin ifadesi çok zor oluyor. Fıtrata hitap eden Hz. Peygamber (sas) bu yüzden bu vakitlerde uyumayı kerih sayıyor.

Bir de kendi içimize doğru aşırı yoğunlaşma (konsantre olma) hâli var. Bazen dalıp gidiyoruz; ya geçmişi hatırlıyor veya gelecekle ilgili düşünüyoruz. Ve bu esnada öyle yoğunlaşıyoruz ki, etrafımızda olaylar ve hareketler, yani zamanın akıp gittiğini bize duyuran değişimler olsa bile, bunu fark edemiyoruz. Neden sonra bir iç veya dış ikaz ile irkiliyoruz ve işte o anda ne kadar zamanın akıp gitmiş olduğu konusunda tereddütlerimiz, hattâ yanılgılarımız oluyor.

Çok küçük (meselâ birkaç dakikalık) zaman dilimleri içine süratle, çok değişik düşünceleri veya hâtıraları sıkıştırıp yoğunlaştığımızda, düşündüğümüz şeylerin vüsatinden dolayı o zaman diliminin de vüsat kazandığını görüyoruz. Bu da, zamanın izafiliği. Zaman yaratılıyor fakat bize bakan yönü itibariyle onu bizim düşüncemiz, hareketimiz oluşturuyor, dahası, bize birimini ve ölçüsünü değiştiriyormuş gibi geliyor. Fakat aslında, şuurumuz zaman diye bir şey ölçmüyor, böyle ölçülecek bir şey yok. Çünkü izaf" bir şeyin, her zaman değişik algılanmaya müsait ve (biz her zaman farkında olmasak da) öyle algıladığımız bir şeyin ölçüsü olamaz; ağırlığı tartılacak, boyu ölçülecek bir şey değil zaman. Değişim zaman içinde oluyor, zamana ihtiyaç duyuyor, fakat zaman da değişimle algılanıyor.

Zaman Deneyleri
Yıllar önce küçük bir ev şekline getirilmiş yeraltındaki bir mağaraya Fransız bir araştırmacı yanına saat almadan girmişti. Kısmen belgesel olarak filme alınmış bu yeraltı günleri bir yıla yakın sürmüş, fakat araştırmacı bu süreyi iki yüz gün civarında algılamıştı. Hayat yeraltında yavaş akıyordu; tıpkı yazının başındaki misâlde zamanın olmayışı, zamanın durması gibi burada da hareket ve değişim azlığından (neredeyse yokluğundan) dolayı benzer bir algılama durumu ortaya çıkıyordu.

Köyünden gideceği her yere yürüyerek veya binek hayvanı üstünde ulaşan Çinli bir köylünün, hayatlarına trenin girmesi karşısında "peki şimdi geri kalan zamanda ne yapacağız?" diye sorması bir bakıma onun içinde doğup büyüdüğü geleneksel bir zamansızlığı tevarüs etmiş olduğunu (zamanın neredeyse durduğu sâkin bir köy hayatını) gösteriyor.

Bir an için hayatı durmaksızın yol katetme olarak düşünelim. Doğumundan itibaren normal yürüyüşle yol alan ve günde ortalama on kilometre yürüyen bir insan, yetmiş yaşına geldiğinde 255.500 kilometre yürümüş olur. Işık hızıyla yol kateden bir insan ise 6,61014 kilometre yol katetmiş olur. Yani 2 milyar 592 milyon insan kadar yaşamış olur bir bakıma. Bu bir bakıma, tersinden bir genç kalma hâdisesidir. Kuantum fiziğindeki özel rölativite teorisinin vardığı enteresan sonuçlardan birisi, bununla ilgili ikizler paradoksudur. Bu teoriye göre, ikiz kardeşlerden biri uzaya rölativistik hızlarla (ışık hızı veya bunun en az yüzde biri bir hızla) gidip gelse, Dünya'da bekleyen kardeşinden daha genç kalacak ve yaş günleri de aynı olmayacaktır.

Zamanın Hâlleri, Hâllerin Zamanı
Bir de "uzun" dediğimiz zamanlar var. Özellikle otuzundan sonra zamanın daha hızlı aktığını, yılların bir çırpıda birbiri peşisıra geçip gittiğini çaresizlik ve hayret içinde izleriz. Çünkü akletme seviyemiz, ruh" gelişmişliğimiz, dakikayı, saati, günü, ayı, yılı algılayışımız değişmiştir. Artık yılı değil, belki yılları hesap ederiz gelecekle ilgili projelerimizde. Halbuki, küçük bir ilkokul öğrencisiyken, çayırdaki küçük kuzu gibi sadece ânı yaşamaktayızdır. Bize yapılan vaadler de genellikle çok kısa vâdelidir o yıllarda. Ortaokulda karne zamanını aylar öncesinden düşünüp, hesaplar yapmaya başlarız. Lisede meslek (veya üniversite) düşünceleri kafayı zaman zaman da olsa meşgul eder. Yirmili yaşların başında (veya üniversitenin sonlarında) zamanı algılama istidadımız veya zaman tecrübemiz biraz daha gelişmiş olur, fakat bu yine de o kadar uzun boylu ve muhtevalı değildir. Yirmibeş yaşındayken, sokakta yanından geçip giden yaşlı insanlarda kendini gören kaç kişi vardır acaba? Bu noktada Allah'a ve Ahiret'e olan iman, kişinin kendisini diğer insanların yerine koyması çok önemlidir. Daha genç iken yaşlılığı düşünüp temiz bir hayat sürmek. Ve yaşlılıkta itm"nân içinde öteyi, bu dünyada yaşamak.

Yetmiş yaşındaki komşum birbirimize ayak-üstü hâl hatır sorarken, "Allah size de yaşlılığı tattırsın" dedi bir gün. Onun neler hissettiğini anlamaya çalıştım. Genç bir insan gibi hayat ve enerji dolu hâli, yaşlılıktan korkmamayı telkin ediyordu.

Çocukken yaşlılığı kendime yakıştıramaz -tabi" ki bu üzerinde düşünülmüş bir şey değildi-, bütün ihtiyarları dünyaya bu hâlleriyle gelmiş, birlikte yaşadığımız insan üstü varlıklar zannederdim. Dedem sanki dünyaya o hâliyle gelmişti ve hep öyle kalacaktı. Hadi çocuklukta, gençlikte neyse de, yolun yarısına geldiği hâlde, insanın kendisini herkesin gözü önündeki bir realite olarak ihtiyarlıktan hâlâ çok uzak görmesi ne garip (hattâ talihsizlik). Buna karşılık, bir yandan ölümü bir ihtiyar gibi kendine yakın görerek yaşamak, yani ölüm açısından ihtiyarlamak (işte bebekler, çocuklar, gençler de ölüyor), bir yandan da aşk ve şevk mesleğinde ihtiyar delikanlı olarak kalabilmek ne güzel bir nasib. İşte bu, zamanı mesuliyetsizce, vahşice tüketmemek, zaman tarafından da yutulmamak, tüketilmemek demek. Aslında biz zamanı hoyratça yiyip bitirdiğimiz için zaman bizi tüketiyor. Bugün zamanın bereketi de bu yüzden kalmamış olsa gerek.

Yüzyıllar önce Seneca (d: M.Ö. 4 - ö: M.S. 65) "Hayatın Kısalığı Üzerine"de bu noktaya vurgu yapıyor: "É Çok kısa bir zamanımız yok, ama çok zaman yitiriyoruz. Hayat yeterince uzun; çok büyük işler başarmamıza imkân tanıyan bir cömertlikle verilmiş bize, onu iyi kullanmamız şartıyla... Hayır, bize bağışlanan hayat kısa değil, onu kısaltan biziz; ömrümüz yok değil, biz onu boşa harcıyoruz. Sınırsız, sonsuz zenginlikler kötü bir efendinin ellerine düşerse, bir anda eriyip gider; buna karşılık, az da olsalar, eğer iyi bir insanın elinde kalırlarsa, zamanla çoğalırlar. Aynı şekilde, yararlanmayı bilen kişi için, hayat da uzadıkça uzar."

Bazıları yavaş hareket eder, çok az işi çok uzun zamana yayar. Uzun vakitleri kayda değer bir şey (hattâ hiçbir şey) yapmadan harcar. Bazıları ise çok hızlıdır, zamanı neredeyse saniyeleriyle hisseder. Meselâ iki gün içine, uzun mesafeli ve hızlı seyahatleri, birçok dost ziyaretini, insanlığa yararlı faaliyetleri, birkaç yazı yazmayı sığdırır ve ona çok uzun zaman geçmiş gibi gelir. Bu arada saate, takvime bakmak aklına bile gelmez belki. (Bu, "sabırsız" ruh hâlini yaşarken hissettiğimizden farklıdır. "Sabırsız" bekleyişlerimizde de çok küçük zaman dilimleri bize uzun saatler, günler gibi gelir, fakat burada zihnimiz zamana, gözümüz saate takılı kalmıştır. Askerlik yapanlar bir türlü bitmek bilmeyen şafakları takvim üstünde sayar dururlar.) İşte biz günlük hayatımızın akışı içinde zamanı verimli kullanamadığımız gerçeğini, böyle semereli zaman dilimlerinde derinlemesine hissederiz.

Yine Seneca'ya kulak verelim: " Herkes hayatını hızlı bir gidişe kaptırmış, her şeyi gelecekten bekleyerek, şimdiki zamandan hoşnutsuzluk duyarak acı çekiyorÉ Bir insanın ak saçları ve kırışıkları var diye uzun yaşadığını düşünmek doğru olmaz: uzun yaşamamıştır o, uzun zaman var olmuştur. Korkunç bir fırtına, adamın birini liman ağzında yakalayıp, türlü türlü şiddetli rüzgârların keyfince oraya buraya sürüklediyse ve denizin aynı noktasında döndürüp dolaştırdıysa, denizlerde çok yolculuk yaptığını mı söyleyeceksin o adamın?!.. Çok deniz yolculuğu yapmamıştır o, yalnızca çok sallanıp sarsılmıştır."

Hikmet sahibi ise, asırlar sonra şunları söylüyor: "En uzun ömürlüler, en çok yaşayanlar değil; evirip-çevirip hayatlarından en çok semere almasını bilenlerdir. Bu ölçüye göre, yüz yaşında kısa ömürlüler olabileceği gibi, onbeş yaşında iken, ancak binlerce yılda elde edilebilecek bereket ve feyizlerle, başı göklere ulaşmış olanlar da bulunabilecektir."


sızıntı dergisi haziran 2000


Kişisel Gelişim

MollaCami.Com